2

1872 Words
“Tüm pozitif enerjiyi kendime çekiyorum.” Mırıldanışım dudaklarımdan fırlarken gözlerim kapalı. Sırtım yeşil renkteki matın üzerinde, kollarım ise avuç içlerim dışarıya bakacak şekilde iki yanımda duruyor. “Yıldızlar kadar parlak ve yüksek enerjimle girdiğim her ortamı aydınlatıyorum.” Yıldız demeseydim keşke. Aniden galaksi geldi aklıma. Sonra o galaksiyi göğsüne bir örtü misali gerdiğini iddia edebileceğimiz adam. Harika. Dikkatim dağılmaya başladı bile. Derin nefesler alıp vermeye başlıyorum tekrar. Burnumdan alıyorum, ağır ağır ağzımdan veriyorum. “İçimdeki gücün farkındayım ve istediğim her şeyi başarabilirim.” Fransa’da bulamadığım kadın, yine orada karşıma çıkan adam ve uzun uğraşlarım sonucunda telefon numarasına ulaşıp hayal kırıklığına uğrayışım. Bütün bunları dışarıda bırakmayı deniyorum cidden. Elimden gelen her şeyi yaparak hiç kimsenin bana ilham kaynağı olmasına ihtiyaç duymayacağımı benliğime hatırlatıyorum. Neticede hangi yollardan, ne şartlar altında geçmişliğimiz de var. İngiliz edebiyatıyla içli dışlıymış gibi görünen bir adam sebebiyle karamsarlığa bürünmeyeceğim. Bu yolda asla yalnız yürümeyeceğim, biliyorum arkadaşlar. Sarılalım hadi sevgi depolayarak. “Kendimi biliyorum ve onaylıyorum,” derken kirpiklerimi daha fazla sabit tutamıyorum. “Cinneti reddediyorum.” Olumsuz kelimeleri dâhil etmeyeceğim meditasyonum bu şekilde baltalanıyor. Gözlerimi derhal açıyorum. “Bence iyi bile dayandım. Hem çabalıyor olmam da çok özel,” diyerek toparlanıyorum ve dünyanın en saçma sapan gülümsemelerinden birini takınıyorum. Telefonumu bıraktığım yerden alarak Ada’nın ismine dokunuyorum. İkinci çalışta açtığı için sesini geç olmadan duyuyorum. “Fransa’dan dönmüşsün ve beni zahmet edip yeni arıyorsun, öyle mi? Seni mahvetmemem için bana çok önemli bir sebep sun. Tek sebep. Hızlı.” “Kendime bir ilham kaynağı buldum ve kaybettim,” diyorum çabucak. “Bence geçerli sayılacak kuvvette bir sebep.” Ada kendisine yakışır bir gülüş bahşederek, “Masallar diyarına gidip gelmişsin gibi konuşma benimle,” diyor. “Sen Fransa’ya giderken hayatını değiştirecek o müthiş ilham kaynağını bulmamış mıydın zaten? Parfümcü kadına ne oldu? Yoksa sen gidene kadar kabağa mı dönüştü?” “İnan ben de böyle şakalar yapıp işin içinden sıyrılmayı isterdim fakat zor durumdayım.” Matın üstüne adeta devriliyorum ve altımdaki sıkı taytın lastiğini çekiştirip duruyorum. “Şu andan itibaren herhangi bir erkek sineğe dahi güvenmeyi, onunla yürümeyi, hele hele ilham almayı şahsıma yasaklıyorum. Bunu sesli olarak dile getirmek istedim. Sen bana mutlaka hatırlatırsın, değil mi canım Adacığım?” “Ah benim güzelim,” derken rol yapmayı çok sevdiğini hatırlıyorum. Üstelik bu işin hakkından da geliyor. Benim gibi eli ayağı birbirine dolaşmıyor. İnsan demek ki bu tarz yetenekleri ailesinden alıyor. Ada’nın annesi benim annemin kuzeni ve kendisi nasıl rol yapılması gerektiğini çok iyi bilir. Kızına da bu genlerin geçmesi için önemli bir günde bol bol dua etti sanırım. “Size her zaman söylediğim bir gerçek var. O da erkeklerin üçkâğıtçılık yapmayı bir spor belledikleri gerçeği. Var olan sporların hiçbirine bu denli yetenekleri olmadığını öğrenemedin mi? Söyle bakayım şimdi. Hangi yakışıklı Fransız üzdü seni?” Matın üzerinde dönerek cenin pozisyonu alıyorum. Bütün olumlamalarım boşa gidiyor anlaşılan. Şu anda olmayan aşkım için gözyaşı dökmeye başlasam ne yapabilirsiniz ki? Uzun uzadıya bir hikâye anlatmak, üzülürken biraz da üzdüğümden söz etmek istiyorum ve artık kendimi böyle düşüncelerin etrafında çırpındığım için haşlamaya yakınlaşıyorum. Dertsiz başına dert almak mı? Yakışır senin gibi fındık kafalılara Sare Çandar. “Sana çok başka türlü bir hikâye anlatmayı isterdim ama yapamayacağım. Galaksi örtülü bir adamla tanışıp birbirimize ilk görüşte vurulduğumuzu anlatsam ne güzel olurdu, değil mi?” İç geçirerek bir kez daha pozisyonumu değiştiriyorum. Bu defa ayaklarımı yukarı dikip bacaklarımı bisikletin pedallarını çevirir gibi hareket ettiriyorum. “İngiliz edebiyatının tozlu sayfalarından çıkıp gelen bir adamla tanıştım. Fakat asla düşündüğün gibi bir şey olmadı. Zaten adam Fransız da değil. Bayağı Türk bir erkek insanı kendisi…” “Koskoca Fransa’da bulduğun model gözlerimi yaşartmak üzere canım,” diyor hiç lafını esirgemeden. “Burcu neymiş? Galaksi falan deyince direkt aklıma bu soru geldi bak.” Bacaklarımı çevirmeye bir son verip matın üzerinde yeniden oturmaya başlıyorum. O sırada biraz ileride duran boy aynamda saçlarımın alabildiğine dağıldığını fark ediyorum. Yüzümü buruşturarak, “Öyle bir şey değil demiştim sana baştan,” diye mırıldanıyorum. “Fransa’da boş boş dolaşıp durmak yerine bir partiye katıldım ve üzerine afiyet bayağı da içtim. Bilirsin beni. İçince ağzım, gözüm ve burnum kaymak suretiyle beni bambaşka bir insana çevirir.” “Bambaşka demeyelim ona,” diye araya giriyor Ada. “Var olan Sare’yi parlatarak insanların gözünün içine sokmak diyelim. Nasıl? Bence on numara.” Arkadaşlarımın, kuzenlerimin, kardeşlerimin, hatta ve hatta annemle babamın bana duydukları güven aklımı başımdan alıyor sahiden. Öve öve bitiremiyorlar her defasında süper ötesi benliğimi. “Teşekkür ederim,” diyorum yapmacık bir gülüşle. “Daha kavuşamadan ilham kaynağımı kaybettiğim yetmiyormuş gibi bir de böyle küçük şakalara maruz kalıyorum. Tamam, ben kendi kendimi ayağa kaldırmasını da bilirim. Sen git kocanın yaptığı yemekleri sosyal medya hesaplarında paylaşıp hava at canım Adacığım.” “Sana alınganlık hiç yakışmıyor güzel Sareciğim,” diyor o da bana yumuşak bir ses tonu kullanarak. “En iyisi sen akşam yemeğine bize gel. Beraber Rüzgâr’ın yaptığı hamburgerleri yerken ilham kaynağım dediğin aptal erkek insanını yerden yere vururuz.” Aslında fena bir etkinlik fikri değil. Fakat akşam için başka bir planım var. Arın ve Işık’la ne zamandır doğru düzgün vakit geçiremediğim için söz vermiş bulundum. Onları harika bir yere götüreceğim. Sadece küçük bir pürüz var bu konuyla ilgili. O da harika yerin neresi olduğuna dair en ufacık fikir sahibi olmayışım. Size dediğim gibi bu çok ufak bir pürüz. Halledemeyeceğim bir şey değil. Akşama kadar elbette koskoca İstanbul’da müthiş zaman geçirebileceğimiz bir yer bulacağım. Bakma öyle başını hafif hafif sallayarak. Bulacağım diyorsam bulurum. Biraz güven bana sen de! Ada’yla vedalaştıktan sonra on bin senedir tuttuğum günlüklere bir yenisini daha ekleme kararı alıyorum. Yeni bir defter açıp ilk sayfasına güzelce yazmaya başlıyorum. İkinci sayfaya geçtiğimde işin rengi değişiyor biraz. “Bunu yapmamak için çok uğraştım,” diye yazdığım her kelimeyi aynı zamanda yavaş yavaş okuyorum. Biraz da ağlama efekti ekliyorum cümlelerimin arasına. Kendimi inandırmanın da bir adabı var sonuçta. İkna olmak için öz ruhumun hassasiyetini kamçılıyorum. “Ama elimden geleni yapmama rağmen duramayacağım. Lütfen beni affet Karamürsel sepeti. Evet, sana şu an böyle seslenmeye karar verdim. Yarın kalemi elime aldığımda Mısır püskülü olmayacağının garantisi yok. Sen yeni, temiz ve güzel kokulu bir deftersin. Bana zamanla alışacaksın.” Yazdıklarımın altına ufak tefek yıldızlar çiziyorum ve defterin kapağını kapatıp kalemi kenarına takıyorum. Lila rengindeki sandalyemde dönmeye başladığımda telefonum elimdeydi. Herkesin kullandığı meşhur uygulamada mailleştiğim Darci’nin adını ve soyadını aratmam saniyelerimi alıyor. Bu esnada odamdaki mobilyalar dışında ne kadar eşya varsa hepsinin farklı renkte olduğu gözüme çarpıyor. Neden matım yeşilken tepesine tüneyip döndüğüm sandalyem lila mesela? Köşede duran pilates topu da turuncu renkte. Başımı biraz kaldırıp tavana baksam o kısımda ergenliğimden kalma rengârenk yıldızlar olduğunu da göreceğimi biliyorum. Ne yapacağını bilmeyen birinin odası gibi görünüyor, öyle değil mi? Çok enteresan. Oysa ben ne yapacağını gayet iyi bilen bir insanım. Tıpkı şu an olduğu gibi. Darci’yi bulmayı kafama koyuyorum ve onu birkaç derin araştırmadan sonra buluyorum da. Gördünüz mü? Ne yaptığını bilen insan tam olarak böyle olur. Bence size de ilham kaynağı oldum. “Gel bakalım buraya,” diye saçma sapan bir şarkı uydurarak ritim tutturuyorum. Darci için bestelediğim şarkının sonuna geldiğimizde kalp atışlarım hızlanıyor ve ben kendisini sakin olmak için ikna edemiyorum. Biraz laftan anlasan? Çok az? İyi, anlama. Peşinden atlı kovalıyormuş gibi davran sen. Aynı anda gözümün önünde şimşekler çakmadı fakat çaksaydı da benzer şekilde sarsılabilirdim doğrusu. Tam karşımda yabancı adam beliriyor kusursuz yüz hatlarıyla. Ona dönüp kafayı bir güzel yemiş bir kadın gibi bakarak, “Atın nerede?” dediğimi hatırlıyorum. Sonra atının olmayışına bozuluyorum ve bununla da yetinmeyip onun atlı arabasının da mı olmadığını soruyorum. Sanki iki yüz sene öncesine dönmüşüz gibi davranmam onu keyifle güldürüyor. “Ben var ya ben,” derken alnımı dizime vuruyorum hafifçe. “Şarap şişesini yutsaydım da o gece acillik olsaydım keşke. Daha az rezil olurdum kesin.” Darci’nin takip ettiklerine teker teker bakmak için kolları sıvadığımda asıl mesaim başlıyor. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamıyorum bile. Darci takip ettikçe etmiş insanları. Ben toplasanız elli kişiyi takip ediyorumdur. O da yakından tanıdıklarıma ayıp olmasın diye. Yoksa insanların attıkları rezalet hikâyelerle hiç ilgilenmiyorum. Ayrıca o linki kaydırmayacağım, tamam mı? O siteden alışveriş yapmayacağım. Bu düzeni sonuna kadar reddedeceğim. İsyankâr çocuğunuz Sare Yaralı Çandar kalanlara kolaylıklar diler. Odama yayılan karanlığı fark ettiğimde telefonum çalışma masamın üzerinde duruyor. Önümde bir kâğıt ve elimde de pembe fosforlu kalemim var. “Akşam mı oldu?” diye inanamayarak çekilmemiş güneşliklerim sayesinde camdan dışarıya baktığımda şok oluyorum. “Kaç saattir arıyorum ben seni Shakespeare karakteri olacak adam?” Kâğıda yazdığım Türk erkek isimlerini teker teker aratmaya koyuluyorum. Yirmiye yakın isimden yedincisini arattığımda parmaklarım donuyor sanki. Buldum. Gizemli ve atı olmayan adamı buldum işte. Kuzey Dağhan. Boynuna serpiştirilmiş gibi görünen benlerini tanıyorum hemen. Paylaştığı son fotoğraf bütün canlılığıyla gözlerimin önüne serilip bana şımarıkça dil çıkarıyor. Kahverengi saçlarını, kara kalemle çizilmiş gibi duran çenesini, burnunu ve acı bir balı anımsatan gözlerini odağıma alıyorum. Nedensizce, sorana açıklayamayacağım bir delilikle parmaklarımın harekete geçmek istediğini hissediyorum. Onun tenine hangi kokunun yakışacağını bulmak benim görevim olsun diye sızlandığımı hayal etmek de kolay oluyor. Takipçi sayısına baktığımda onun da link kaydırmalı hikâyeler paylaşıp paylaşmadığını merak ediyorum. Fakat ismini internette genişçe arattığımda önüme çıkanlar beni daha çok şaşırtıyor. Dağhan soyadının bilinirliğini, magazinsel mevzularda anıldığı kadar iş dünyasında da sık sık dile dolandığını anlıyorum. Okudukça merak ediyorum. Araştırdıkça daha fazlasını görme isteğiyle sarmalanıyorum. Bir ikizi olduğunu da bu isteğin kucağına düştüğümde öğreniyorum tabii ki. “Nilipek Dağhan,” diyorum kendi kendime. “İpek.” Kaşlarımı kaldırıp dağılmış saçlarımı fosforlu kalemin tersiyle kaşıyorum. “İpek dedi! İpek tabii ya! Kız kardeşi. Hatta ikizi.” Tamamen kafayı yiyerek kahkahayı patlatıyorum. “Kadere bak kadere. Adamın ikiz kardeşi varmış, iyi mi?” Cümlemin sonunda sendeleyerek kalemi de telefonu da bırakıyorum. Kafamda patlayan gerçeğe karşılık, “Bittim ben,” diye söyleniyorum. “İkizleri unuttum. Adamın kardeşini inceleyeceğim derken kendi ikiz kardeşlerimi unuttum ya ben. Maşallahın var Sare. Nazar duası okunsun sana kızım. Hak ediyorsun belli ki.” Hâlâ yenileyip durduğum profil sayfasına acıklı bakışlar attığım Kuzey Dağhan yeni bir hikâye paylaşıyor. Bakayım mı? Nasıl bakayım? Sahte hesabım da yok ki! “Sanki seni tanıyor da Sare,” diye mırıldanarak dudağımı büküyorum. “Hesabım kilitli zaten. Bakıyorum ben valla. Duramayacağım. Haklar helal edilsin.” Tıkladığım gibi karşıma çıkan video gözlerimi kısmama yol açıyor. Shakespeare’in kemiklerini sızlatmak istercesine davranmaya ant içmiş olan galaksi örtülü adam, yani Kuzey Dağhan bir konsere gitmek için yola çıkmış. Kendisini çekenin kim olduğunu elbette bilmiyorum ama araba kullanırken de bir şekilde yakışıklı görünmenin hakkından gelmiş. “Kimin konseriymiş ki?” diyerek etiketlediği grubun ismine dokunuyorum. Tanımadığım, çok fazla takipçisi olmayan bir grubu görünce şaşırıyorum işin aslı. Onun soyadının hakkını vererek localarda oturacağı etkinliklere katılacağını, önemli isimleri yakından seyredip dinleyeceği fikrine kapılıyorum. Fransa’dan dönme zahmetinde bulunan ve İstanbul’da da boş durmayacağının sinyalini veren adam ise benim fikirlerimin üstünden buldozerle geçiyor. Telefonum üst üste titremeye başladığında bildirim panelinden kardeşlerimin mesajlarını okuyorum. Işık: Bu saatten sonra eve geçmem ben. Nereye gideceksek söyle de oraya ışınlanayım bebek. @sarecandar (19:41) Arın: Konum atın bana da. En geç bir saate gelirim. (19:42) Işık: Yolda boş boş duruyorum be abla. Hadi. (19:46) Aklıma geleni yapmazsam Frambuaz’a sarılarak dert batağına düşeceğimi hissediyorum ve kendimi tutamayarak yeniden uygulamaya giriyorum. Bu akşam konseri olduğunu öğrendiğim müzik grubunun profilinde dolaşarak nerede çalacaklarını öğreniyorum. Biletlere baktığımda ise tamamının bitmemiş olması işime geliyor. Hızlıca üç tane bilet alıyorum. Ne yaptığımı sorgulamadan çocuklara konser alanının adresini yazıyorum sadece. “Ok yaydan çıktı,” diyorum usulca. “Ne yapalım?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD