Herkes hastaneye gitmiş, yalnızca Altemur kalmıştı. Koca konakta boğucu, ağır bir sessizlik çökmüştü her yere. Altemur neredeyse iki saattir heykel gibi odanın ortasında öylece ayakta duruyordu. Zaman kavramını yitirmişti. Yanına çekinerek gelen hizmetlilerden birisi “İstediğiniz bir şey var mı?” deyince irkildi. Elinin tersiyle kadına gitmesini işaret etti.
Onun ardından kendisi de çıktı dışarı. Kalbi göğsünde düzensizce çarpıyor, damarlarında dolaşan her kan damlası yakıyordu. Sanki bütün iç organları yer değiştirmişti. Midesi boğazına çıkmış, yüreği ayaklarına inmişti.
Konağın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Bütün yükü, bütün sarsıntısı omuzlarına çullanmış gibi bir anda, kontrolsüzce merdivenlere oturdu. Oturmadı aslında, çöktü…
Koyu yeşil renkte olan gözlerini gökyüzüne çevirdi. Boz bulutlar tehditkâr bir şekilde geçiyor, çiseleyen yağmur tükenmekte olan bedenine düşüyordu. Ama içindeki yangına hiçbir faydası yoktu. Tam tersine… bu serinlik daha da çıldırtıyordu onu. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Altemur’a göre acizliğin sembolü olan damlalar, bu gece sadece acının değil; öfkenin, hayal kırıklığının, utancın, tiksintinin karışımıydı. İnsanı delirtecek türden bir karışım. Hangi duyguyu önce hissettiğini bilmiyordu çünkü hepsi aynı anda saldırıyordu ruhuna. Tek bildiği, bir daha ne olursa olsun asla ağlamayacaktı.
Titreyen ellerini yumruk yapıp dizlerine vururken mırıltıyla “Neden ya!” dedi. “Ben size ne yaptım?” Bir, iki, üç… Yumrukları durmaksızın art arda indiriyordu. Acıtsın istiyordu. Bedeni acıdıkça belki içindeki acı biraz diner sanmıştı ama olmadı. Ne yapsa geçmeyecekti bu. Bu, ömürlük bir acıydı.
Saatler sonra ilk defa parmağındaki yüzüğü fark ettiğinde içinden bir feryat koptu. Tüm hayatını, hayalini temsil eden o küçük metal halkaya bakarken nefret duydu. Öyle bir nefret ki yüzüğü çekip parmağından çıkardı. Dişlerini sıkarak tüm gücüyle uzaklara fırlattı. O an bile, o metalin yere düşerken çıkardığı ses kalbine saplandı. İşte o anda çaldı telefon. Cebinden çıkardı, ekranına baktı. Zümrüt. Annesiydi. Ona karşı bile kırgındı şimdi. Herkese... her şeye. Ama yine de telefonu açtı.
Telefonun ucundaki annesi boğuk bir sesle “Bedirhan Ağa’nın durumu ağır. Doktorlar beyin kanaması, kalp krizi dediler. Ameliyata alıyorlar.” Dedi.
Annesi konuşurken Altemur dişlerini öfkeyle sıkarak yere bakıyordu “Umarım sağ çıkmaz...” dedi soğuk bir sesle. “Eğer sağ çıkarsa onu ben öldürürüm.”
Zümrüt'ün sesi bir anda yükseldi. Panik, korku ve anne içgüdüsüyle karışık bir tonda yalvarır gibi “Oğlum… deme böyle şeyler.” Dedi. “Ne diyorsun sen? Aklını mı kaçırdın? Katil olmaya değer mi?”
Ancak o anda konağın büyük ahşap kapısı şiddetle çarparak açıldı. Korumaların engellemeye çalıştığı iki silüet sert adımlarla içeri girdi. Önde Cavidan Hanım vardı; ağlamaktan yüzü kızarmış, düğün için yaptığı makyajı gözyaşlarıyla birbirine karışmıştı. Ardında kocası Civan, yüzü solgun, gözleri karısının haline endişeyle bakan bir adam gibi yürüyordu.
“ALTEMUR!” diye kükredi Cavidan. Sesi hem öfkeliydi hem de tarifsiz bir acıyla yoğrulmuştu. O bağırış telefonu hâlâ kulağında tutan Altemur’un annesine kadar ulaşmıştı.
Zümrüt, panikle “Cavidan mı o? Ne oluyor oğlum?” dedi
Altemur gözlerini yavaşça kapatıp, sessizce bir iç çekti. “Seni sonra ararım.” Dedi.
Telefonu kapattığında Cavidan çoktan merdivenlerin altına ulaşmıştı. Başını yukarı kaldırdı, gözlerini hırsla Altemur’a dikti. Boğuk bir çığlıkla bağırdı: “Kızıma ne yaptın sen?! Ne yaptın Feride’ye?! Kızımı sen öldürdün, biliyorum! O benim canımdı, hayat doluydu… Asla böyle bir şey yapmazdı!”
Kadın acıdan kıvranıyor, her sözüyle kalbindeki yarayı bir kez daha kanatıyordu. Civan ise karısının kolunu tutarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
Altemur derin bir nefes aldı. Merdivenlerden ağır adımlarla aşağıya inmeye başladı. Gözlerinde ne korku vardı ne de vicdan. Sadece bir donukluk… Uğradığı ihanetin ardından hissetmeye başladığı duygusuzluk. Artık hiçbir şeyi önemseyemiyordu.
“Ben bir şey yapmadım kızınıza,” dedi
Ama Cavidan dinlemiyordu. Kendini merdiven basamaklarının önüne attı, yere kapanarak saçlarını çekti, dizlerini dövdü. Feryadı konağın taş duvarlarında yankılandı “Benim kızım böyle bir şey yapmazdı! O benim meleğimdi! Sen öldürdün onu! Senin yüzünden oldu her şey!”
Civan diz çöküp karısını kaldırmaya çalıştı.
Altemur, karşılarında bir süre durdu. Sonra kaşlarını çatarak yere bakan Cavidan’la göz göze geldi. Sesi alaycı değildi, ama acımasızdı. “Kızınız kusurlu çıktı. Feride kız değildi. Yapılması gerekeni ben yapmadım, kendisi yaptı.”
O an zaman durdu. Cavidan ve Civan aynı anda Altemur’a baktı. Gözlerinde donuk bir şaşkınlık vardı. İnanamıyorlardı. Bu sözleri duymayı beklemiyorlardı. Hatta bu kadar açık ve katı söylenmesini hiç beklemiyorlardı.
“Ne diyorsun sen?” dedi Cavidan fısıltıya yakın bir tonda. Ayağa kalkmaya, gözyaşlarını silmeye çalıştı, ama elleri ve bacakları titriyordu. Bakışları hırçın, sesi kısıktı “Yalan söylüyorsun. İftira ediyorsun. Ben kızımı tanıyorum… Anan baban nerede? Onlarla konuşacağım.”
Altemur ailesinden kimsenin konakta olmadığını söyledi ve ekledi “Demek ki kızınızı tanımamışsınız.” dedi. “Ben bu geceye kadar sizin kızınıza elimi bile sürmedim. Ama sizin kızınız… karnındaki çocukla geldi bana.”
Cavidan bir adım geri attı. Göz bebekleri büyüdü. Yüzüne buz gibi bir ifade yerleşti. Kalbi, göğsünün içinde deli gibi atarken, zihni duyduğu sözleri reddediyordu. Bu ihtimali kabul etmek ona göre mümkün değildi. Tek bir kelimeye sığdırdı isyanını:
“Yalan!” diye bağırdı bir kez daha. Sesinin çatlamasına aldırmadan, boğazındaki düğümden kurtulmak ister gibi haykırdı.
Altemur başını hafifçe eğdi. Feride’nin bekaretini kendisinden önce Bedirhan ağaya verdiğini söylemek, uğradığı ihaneti anlatmak dilinin ucuna kadar geldi. O dehşet verici hakikat, boğazını sıkıyordu. Ama sustu. Yutkundu. Babasının rezilliğinin ortaya dökülse umurunda değildi aslında. Zaten gözünde bir kıymeti kalmamıştı Bedirhan Ağa’nın. Ama annesi... Zümrüt. Duyulursa bunu kaldıramazdı. Gururunun yerle bir olmasını, ömrünü adadığı adamın ihanetini herkesin öğrenmesini istemedi. O yüzden yutkundu. Ve gözlerini Cavidan’a dikerek, derin, tok bir sesle konuştu:
“Hayır, yalan değil.” dedi kararlılıkla. “Otopsi raporu sayesinde yalan söylediğimi çok yakında öğrenirsiniz.”
Civan’ın gözleri birden kısıldı. Şokla karısına döndü. Yüzündeki ifade önce şaşkınlıktı, sonra yerini öfkeye bıraktı. Dişlerini sıkarak, sesi titreyerek konuştu:
“Ne diyor bu, Cavidan?” dedi. “Sen bu kızın başında değil miydin? Hangi ara, ne zaman, kimden çocuk peydahlamış bu kız!”
Kadının gözleri doldu, ama bu kez kızından değil, kocasından dolayı. Civan’ın sözlerinde ne sevgi ne merhamet vardı. Sadece rezil olmaktan duyduğu utanç ve öfke vardı.
Altemur karı kocanın konuşmalarını izlerken bu insanların her kelimesinden daha da tiksiniyordu. Artık dayanacak hali kalmamıştı. Konuşmalarına da, bakışlarına da, soluklarına da tahammülü tükenmişti. Sağ elini kaldırıp konağın büyük kapısını işaret etti. “Duymanız gerekenleri duydunuz. Şimdi çıkın evimden. Hemen! Bir saniye daha görmek istemiyorum sizi burada.”
Civan bir an afalladı. Ama sonra yüzü korkuyla değişti. Öne atılarak dizlerinin üzerine çöktü, ellerini birleştirerek yalvaran bir çocuk gibi Altemur’un önünde eğildi.
“Affet oğlum… ne olur affet. Bizim haberimiz yoktu. Feride etmiş bir cahillik, … Ama bacısı var! Aynı kan, aynı soy. Öteki kızımı sana veririm sana”
Altemur'un midesine oturan bir yumruk gibiydi bu teklif. Ne duyduğuna inanabiliyordu ne de karşısındaki adamın bu kadar alçalabileceğine.
Cavidan ise donup kalmıştı. Şok içindeydi. Gözleri yuvalarından çıkacak gibiydi. Ağzı açık kaldı, birkaç saniye sonra kelimeler dudaklarından titreyerek döküldü “Sen ne diyorsun Civan? Delirdin mi sen? Benim kızım ölmüş, bu mu senin babalığın?”
Civan sinirle karısına dönüp bağırdı: “Kes sesini Cavidan! Şimdi değil! Ben burada beş paralık olmuş namusumuzu, şerefimizi temizlemeye çalışıyorum! Senin ettiğin laflara bak”
Altemur’un yüzü buruştu. Gözleri Civan’a tiksintiyle baktı. Karşısındaki adamın neden bu kadar acizce teklifte bulunduğunu, neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyordu. Sırf başlık için alınan toprakları, paraları geri vermemek içindi çabası.
Daha fazla tahammül edemedi. “Defolun!” diye bağırdı. “Siz nesiniz ki sizden olanlar ne olsun. Kızını falan istemem!”
Ama Civan, yüzünü yerden kaldırmadan, hâlâ ısrar ediyordu. Ellerini açtı, yalvardı Altemur’a.
“Bende kız çok Altemur. Hangisini istersen, söyle, veririm sana. Birini al, ama bırak Feride’nin günahı üzerimize kalmasın. Kefaretimizi ödememize izin ver.”