İbrahim, boklu kapı önlerine kadar gelebilen kızın şaşkınlığını üzerinden atamazken, nenesinin kullandığı hitaba karşı alnını kırıştırdı. Yanak içlerini dişlerinin arasına alıp ezdi. İçinden nenesine saydı sövdü. “Kör bu kadın!” dedi.
“İhtiyar bedeninde sağlam kalan pörtlek gözleri de bozulmaya başlamıştı” Gerçi nenesinin neresi doğruydu da sadece gözü eğri kalsındı.
İnsan dediğin ağzından kustuğu zehrin kime layık olabileceğine şöyle bir bakardı. Karşılarındaki kız, Allah için hiç "kancık" dediğine yakışır mıydı?
Genç kız duyduğu hitap sözüne karşı, önce doğru mu duyuyorum diye afalladı. Sonra da tıpkı İbrahim'in suratı gibi, yüzünü astı. Ama onun gibi sessiz kalmadı. Verdi cevabını.
“Aboo! Teyzem sen ne dersin böyle! Kancık falan ne demek? Tövbe de!” dedi. İbrahim kızın dediğine karşı kahkahalarla gülmek istedi. Nenesi ve tövbe etmek! Acep kız onların kim olduğunu biliyor muydu?
Gözlerinden yıldız saçan kız yorulmuş olmalı ki yüklendiği iki sepet dolusu elmayı yere bıraktı. Belini yeniden doğrulttu. Başına örttüğü boncuklu yazması, parlak saçlarından aşağı doğru kayacak oldu, kenarlarından çekip düzenledi. İbrahim kızı gözlerini kırpmadan izliyordu.
Kız da onlara baktı. Buraya kadar bu yükle, iyi bir amaçla gelmişti. Dönüp gitse olmazdı. Bir şey demese hiç olmazdı. Kendine has tatlı bir üslupla konuşmaya başladı.
“Cemil'in kızıyım ben. Bilir misiniz bizi bilmem. Hani geçenlerde traktör kazası yapmıştık ya işte onun kızıyım. Sanki kötü bir zamanda gelmişim gibi. Sizi de rahatsız etmek istemezdim” dedi az biraz soluklandı. Kapı ağzında bulunan biri kapıyı kaplamış, diğeri yere eğilmiş iki insandan karşılık bekledi, gelmedi. İkisinden de çıt çıkmıyordu. Hatta suratına karşı çok tuhaf bakıyorlardı. Onların bu halini görünce kendini tutamadı.
“Allah Allah! Niye öyle dövecek gibi bakıyorsunuz? Kapınıza kötü niyetle gelmedim diyorum” dedi bir kez daha. Konuşurken ellerini birbirine sürtüp, avuçlarını açıp gösteriyor, vücut diliyle de kendini ispat etmeye kalkışıyordu.
İbrahim genç kızın söylediklerini zihninde tartmaya başladı. Nasıl bakıyordu ki. Hem niye durduk yere dövsündü yahu. Sadece gözlerini kırpmadan izliyordu işte. Sepetleri yere zarifçe koyduğunu, belini doğrulturken yazmasının düzelttiğini, kendisini tanıtmaya başladığında küçük ellerinin avuçlarını önlerine doğru açıp, gösterişini gayet de güzel izliyordu. İzliyordu işte suç muydu?
Sahi nece konuşuyordu bu kız? Böylesi dil hangi yöreye aitti. Hayır! Dilin şivesi değildi ilgisini çeken. Bilakis o dilden bal misali akan, boka bulanmış önlerine dökülen, şerbetli sözlerdi. İbrahim, ömrü boyunca bu tarz konuşan kimsenin şırasına denk gelmemişti ki bilsin. Onun duyduğu beddualı, imalı, çirkef sözlerdi. Haliyle de tuhafına gitmişti.
Hay aklına, tükürseydi İbrahim! Allah'ın her günü, her saati, dilinden dökülen zehri ota boka saçan nenesini aklından geçirince, sanki hissetmiş gibi irkilerek kendini belli etmişti. Günden güne, yere doğru eğilen kamburuyla iki adım öne atıp, yamalı ve kirli çoraplarıyla larpadak tavuk pisliğine basmıştı. Bunu yaparken hiç de oralı olmamıştı. İbrahim yüzünü iğrenerek buruştururken genç kız bunu yanlışlıkla yaptı sanmıştı.
“Aman be teyzem! Sen ne ettin öyle? Görmedin zahir!” diyerek, hızla nenesinin dibine kadar girmişti. Eliyle daha da hareket etme dercesine durdurmuştu. Yaşlı kadının ayaklarına doğru eğilip, kapı ağzında rastgele fırlatılmış terliklerden ikisini alıp yardımcı olmaya kalkışmıştı.
“Dur dur basma daha! Hadi giy şunları” demişti.
İbrahim genç kızın yaptığı sıradanlığın karşısında, olduğu yerde adeta taş kesilmişti. Ya Dursun'a ne demeliydi? Ne olmuştu lafın temsili yüz yıllık Dursun çirkefine. Kız kokmuş ayaklarına doğru eğilmişken, sanki ayak ucuna leğen dolusu ateş koymuş da eriyip kül mü olmuştu. Ama bu şok onlara yetmemiş gibi genç kız daha da fazlasını yapıyordu. Eğildiği yerden ayakkabılarını giymemek için direnen kadına, bir de başka türlüsünü sunuyordu.
“Ya da dur! Çoraplarına pislik bulaştı. Onları çıkarayım da öyle giy!” dedi. Narin parmaklarıyla boklu çorabı, çorak toprağa dönmüş topuklardan çıkarmak için uğraşıyordu.
Ah be Dursun! Ya da asıl sana ah! Kıza bakarken eriyen, koca adam İbrahim!
Dursun’a inme inmişti sanki. Kıpırdamadan öylece duruyordu. Durmuştu yahu! İnanılır gibi değildi. Başımı dönmüştü acep! Midesindeki öz su eğildiğinden ötürü ağzına gelmişti de ondan mı karşılık verememişti? Belki de.
Belki de değil. Tam olarak öyleydi. Öyle bir acı su gelmişti ki ağzından. İki damlası burnundan aşağı dökülmüştü. Elinin tersiyle burnunu silerken, elinin tersini de şalvarına silmişti.
Şalvarı sümüklü, ayağının altı boklu Dursun, sonunda patlamıştı. Önce dayandığı bastonuyla ayağının ucuna konulan ayakkabıları ittirerek, sonra da dilinin ucunda biriken zehri saçtı.
“De get fışkı! Senden mi bileceğim ayakkabı giymeyi” dedi kart sesiyle.
Genç kız beklemediği bu tepki karşısında şaşırarak belini doğrulturken düşe yazdı. İbrahim ani bir refleksle, kızın üzerine giydiği simli iple örülmüş el örgüsü yeleğinin ucundan çekti. Dengesini sağlamasına yardımcı olmuştu.
İbrahim bunu ben mi yaptım dercesine titreyen elini göstermemek için yumruk yaparak cebine koydu. Kız şimdi ona bağıracaktı. “Bana neden dokundun insan azmanı!” diyecekti. Ondan bu tepkiyi beklerken kaşlarını çatarak hazırlığını yaptı. Fakat genç kız tepki vermeye fırsatı olmadan nenesi ağzından tükürük saçarak konuştu.
“Kapıma gelmiş kuyruğunu sallar! Bak hele sen şuna!”
Genç kız artık ağladı ağlayacaktı. Neyi yanlış yaptığını düşünüyor, geldiği ev doğru mu değil mi tartmaya çalışıyordu. Halbuki köylülere de sormuştu, burayı göstermişlerdi. Ah canına yandığımın kafası! Onlara sormuştu ama onlar zaten uyarmamış mıydı? Az hesaba alıp onları dinleseydi bu sözlere maruz kalır mıydı?
“Kızım o Cinliye yapacağın hayrı kurda kuşa yap! O hayırdan sevaptan ne anlar” dememişler miydi? Demek ki bundan bahsediyorlardı.
Lakin Allah’ın yarattığı kulu seçmek ona mı kalmıştı. O gün bütün köylü ki içlerinde bu adamdı sanki, canla başla babası için uğraşmışlardı. Herkese teşekkür etmişken bunları seçmek ona yakışmazdı. Bu yüzden çıktığı yolda bu iki insana bakıp, vereceğini vermeliydi. Zira ikisinin de bakışı hayra alamet değil aksine ağızlarına atıp kızı pişirmeden yiyecek gibiydiler.
Bu düşünceyle sıkı bir soluk alıp önce sepetlere baktı. Sonra da yaşlı ve huysuz kadına değil muhatap olmak için kara kaşlı adama baktı. Sesi olmayan, İbrahim Emmi dediği şu adama! O gün ki gördüğü adam bu muydu? Emin olmaya çalıştı. O an acısıyla gördüğü adam, emmi gibi bir şeydi. Fakat şu an gördüğü, daha başka bir şeydi.
Emmi desen eminliğe yakışmaz. Ağabey desen böylesinden ağabey olmaz. Birkaç saniye adamın kim olduğunu içinde tarttı öyle bakarken İbrahim’in kaşı gözü seğirmeye başlamıştı. Sanki ona kimse bakmamış gibi davranıyordu. Genç kız bu tuhaf hali fazla uzatmadı. Her an kafasına bastonu yiyebilirdi.
“Babamın başına gelen kazadan sonra bizde bu seneki elmaları köylüye dağıtalım dedik. Sen de o gün gördün ya ölümden nasıl döndü” diye başladı.
“He ben de gördüydüm desin” diye bekledi. Demedi bir şey İbrahim. Bakıyordu sadece.
“O yüzden size de getirdim. Sağ olun, var olun maksadıyla” derken sona doğru sesi kısılarak bitirdi sözünü.
Genç kız; kirpiklerini kırpıştırarak derdini tuhaf sesiyle kendisine anlatıyordu. Onu dinleyen İbrahim, feci derecede hastaydı işte! Kulaklarındaki kızarma, boğazındaki karıncalanma, göğsündeki hırıltı aniden artmıştı sanki. O yüzden sesi içine kaçmış, konuşamıyordu!
Zaten kız gelmeden önce kapıyı doktora gitmek için açmıştı. Hastalığını tetikleyen kız aniden karşısına çıkmıştı. O bu haldeyken nereden çıkmıştı bu kız? Bir de kendisinden cevap beklerken gözlerinin içine kirpiklerini açıp kapatarak bakmıyor muydu?
Ona bakan İbrahim sanki meydan muharebesine çıkmış gibiydi. Millete komut verecek asker edasıyla önce boğazını temizledi. Temizlerken kesik kesik öksürdü. Yahu kız bakmasa cevap verecekti. Ama ne söyleyecekti.
Ne demişti kız. “Sağ olun var olun.” Ne söylenirdi bu cümlenin karşılığında. Sanki hayatı boyunca ilk kez birine cevap verecekti. Hoş yalanda değildi. Kaç kişiyle böyle yüz göz olmuştu ömrü boyunca. Belki beş belki de on.
Hem o nasıl bir dilekti. İbrahim şu yaşa gelmiş aklından hiç sağ olmak geçmemişti. Böyle de denilmezdi! Düşündü ve düşündü. Ağzını açıp bir cevap verecekti ki dili kopasıca nenesi araya girdi.
“Baban kurtuldu diye dağıta dağıta içi kurtlu elmamı dağıtırsınız! Kesemediniz mi bir dana?” diyerek.
Zavallı kız kendilerine karşı öyle bir bakışı vardı ki! Zannedersin, nenesi ile İbrahim'in tepesinde boynuzlar çıkmış da kızı kakacaklarmış gibi tetikteydi.
Aslında fazlası vardı eksiği yoktu. Kaçsa onun yaranınaydı. Ama o kaçmak yerine açıklama yapmaya başladı. Birden ne düşündüyse!
“Niye öyle dersin be teyzem? Gücümüz olsa, onu da keser, dağıtırdık. Ama bu yıl elimizden gelen bu. Hem nerede gördün çürüğü çarığı?” dediği gibi tekrar sepetlerin başına eğildi.
O, sepetteki elmaları incelerken, İbrahim'in ayakkabılarının ucuna, yeleğinin ucu değdi. Kızı yerin dibine soktuklarından değil de sanki o parlak yeleğe tavuk pisliği buluşacak diye telaşa kapıldı. “Kızım kalksana yerden!” diye uyarmak istedi. Ama yine sustu. Ayakkabılarını geri çekti, yeleğinin ucu boşa çıktı.
“Altındadır çürük çarık, bilmez miyim ben! Bir de eğilmiş bakıyor!” dedi Dursun Kadın. İbrahim'in hiddeti artıyordu. Şayet nenesini boğacak kadar kanı bozuk olsaydı, şimdiye kadar çoktan yapardı. “Sus artık” diyerek kucakladığı gibi evin içine fırlatası vardı. Onu da yapamadı. Ancak kazık gibi çakılı kalmıştı olduğu yerde.
Genç kız, az biraz anlamıştı sanki kadını. Yaşlıydı. Yaşlı ve huysuz. Bazı yaşlılar böyle olurdu. Bedenlerinin şekilleri değiştikçe, elleri ayakları tutmadıkça, üzülürler ve o üzgün vaziyetlerinin acısını da bir başkasından çıkarmak isterlerdi.
Sepetlerin başından ayağa kalktı. Yeleğinin kenarlarını göğsünde birleştirdi. Sonra da yine saçlarından aşağı kayacak olan yazmasının ucunu çekti. İbrahim'in yardımcı olmak isteyen parmakları sızladı. Sanki bıraksalar o renkli yemeniyi ucundan tuttuğu gibi sabitleyecekti. Nefessiz izliyordu genç kızı.
“Tabi bilirsin teyzem! Biz sen bilmen mi dedik. Hem ne derler, kişi kendinden bilirmiş işi. Öyle değil mi?” diye, meydan okumaya kalkıştı. Zira gördüğü muamelenin bir karşılığı olmalıydı. Bu kadar da olmazdı canım!
Fakat hiç beklemediği bir şey oldu. Yanında dakikalardır put kesilen adam, son söylediğine karşı öyle bir kahkaha attı ki hem yaşlı kadın hem de kendisi şaşırdı kaldı. Sonra dayanamadı, kendi de kıkırdadı. Gülmez olsaydı.
Huysuz Kadın onların bu çıkışına bastonunu yere vurduğu gibi önce İbrahim'in dizlerinin üstünden ittirdi. Sonra kendine yer açarak kızın parlak mestlerinin ucuna bastırdı. Yetmedi zehrini akıtarak gülen yüzünün üstünden vurdu.
“Seni edepsiz Kancık. Gelmiş kapı ağzıma kişneyip duruyor. Dişi orus...” diye bağırırken sözünü bitirmesine engel oldu İbrahim. Konuştu ama kükreyerek.
“Sesini kes Kadın!” diye öyle bir bağırdı ki. Genç kız korkuyla geri geri adımlayarak kendini uzaklaştırdı. Yerden yüksek balkondan indiği gibi sırtını dönerek koşmaya başladı. Koşarken hıçkırarak ağlaması da cabasıydı. Hayatında ilk kez böyle ürkütücü insanlarla yüz göz olmuştu.