Derin bir sessizlik hakim; en azından kendi ruhumun bilinmez ayak izleri için bunu söylemem mümkün. Ayaklarımızın altında takırdayan taşlı yolların verdiği hissi koyu kahve botlarımın içindeki ayaklarım bir bir hissedebiliyordu: ya benim gerginliğimden dolayı ayaklarım fazla uyuştuğundan keskin bir şekilde hissedebiliyordum ya da yollar gerçekten düzensiz ve oldukça taşlıydı. Düşünmemi engelliyorlardı, fakat yine de sanki bunu ister gibi gözlerimi botlarımdan bir kez bile ayırmadan sadece olacakları kestirmeyi bekler gibi krallığa çağırılışımızın anlamlarını kafamda tekrar etmeye çalışıyordum. Geodia Diyarın’ın belki de en kuvvetli sınırları ve politikasına sahip olan Arilon Krallığının taşlı zeminlerinde ilerlerken ise bu çok mümkün olmuyordu. Söylentiye göre, Kral Raiva Arilon’un, şu anki en büyük ve azılı olan düşmanı Roah Krallığı ile işgal başladığından beri bir iş birliğinde olduğu, bunun kanlı bıçaklı olduğu Baron Von Folheim'i, kendisi Roah sınırlarında kalan Eldham Bölgesinin Baronu olmakla beraber kral ile uzun bir geçmişe sahip tek Baron’du ve buna rağmen Folheim’i devirmek için yapılan kasıtlı bir işgal olduğu belirtiliyordu. Dahası… Donanma gönderilmiş olmasına rağmen bir işe yaramadığının ortada olması bunun resmen söylentiye doğru itmekle kalmıyor Kral’ın, Folheim ile düşman kesilmesine olanak sağlıyordu. Düşündüklerime kısa bir ara vermemle birlikte bakışlarımı ayaklarımdan çekerek muhtemelen benimle birebir düşüncelere sahip olan ikizime doğru çevirdim yavaşça. Onun sert ve çatık kaşlarının altındaki düşünceli tavrını tahmin ettiğim kadarıyla kendisini toparlamaya çalıştığını, bu süreçte Krallıkta ne yapacağımıza dair tüm olasılıkları gözden geçirerek tarttığını fark etmem zor değildi. Bir süre sonra ise bakışları sanki bunu beklermiş gibi bana döndüğünde gözlerindeki yeşillerden onun da beklediğimiz anların geldiğini sezebiliyordum. Kafasından geçirdiği tüm planları lehimize tartmak için saatlerce düşünmeye başlamıştı bile.
Küçüklüğümüz Arilon Krallığının halkının birkaç sefil üyesinden biri olarak geçti. Babamız, Kral için önemli sayılabilecek Muhafızlardan biri olup sadece bir insanken annem, Prenses Soley Arilon ve Kraliçe Elizabeth Arilon için özel yapım kıyafetlerin dikiminden sorumlu kimsenin bilmediği beyaz bir cadıydı ve tüm bunların yanında çoğunlukla kendi yaptığı işleri öğrenmemiz için bizi de yanında götürürdü. Belki her şey dört kişilik bir aile için sefil olsa da güzeldi; en azından içecek bir tas çorbamız ve sıcak huzurlu sayılabilecek derecede güzel günlerimizi yaşadığımız bir yuvamız vardı, ta ki babamız işlemediği bir suçtan dolayı kendisine iftira atılması nedeniyle, şehir meydanında acımasızca infaz edilmesine kadar. Sanırım, hatta muhtemelen, annemiz o zamanlarda delirmeye başlamıştı. Önce bembeyaz saçları dökülmeye başladı, daha sonra ise kıyafetleri dikerken yanlışlıkla elini diktiğini görmemesi ile son buldu. Onları seviyorduk, her şeyden çok, bizim içinden ellerinden geleni yapan iki insandan da çok şey içeriyorlardı; huzur, sağlık, mutluluk, belki de yaşama sevinci… Babam… O hayatımda gördüğüm en güçlü ve en değer bilen insanlardan biriydi, herkes tarafından sevilen ama aynı zamanda sevildiği kadar da kıskanılacak kadar önder kişiliğe sahip saygın biriydi. Hayatı tam anlamı ile bize o öğretmişti ve belki de Geodia Diyarında yaşayıp yükselmeyi isteyebilecek çoğu savaşçıya da hayatı o öğretmişti; dövüşmeyi, savunmayı, sahip olduğumuz yeteneği bile babamın bizim için aile dostundan bir fert olan oğulları Frederick sayesinde öğrenmiştik. Frederick ise aynı Krallıkta uzun zamandır bir din adamı olarak ve baş büyücü olarak anılıyordu fakat uzun bir zaman önce sessizliğine gömülmüş ve kendisini gizlemeyi tercih etmişti, kemikli yüz yapısı siyah uzun saçları ve ip incecik boynu ile sessizliğini tanımlayan herkes onun büyücü olduğunu ve yanından geçerse tüylerini ürpertecek kadar soğukluk yaydığını iyi bilirdi. Aslında, ben öyle düşünmüyorum.
Her şeyden önce, babamın bize miras bıraktığı şeylerin birkaç eşya değil de amaç ve aklımızı kullanma eğilimimiz olduğunun farkındaydık. Neden bu Krallığı, elimizden her şeyi almış olan bir Krallığı, ileriye götürmek yerine içten fethetmeyi denemiyorduk? Zamanımızın çoğunu babam varken de yokken de kitaplar, tarih ve türlü silahlarla geçiriyorduk. Bu bizi istediğimiz şeylerden ve arzuladığımız amaçlarımızdan daha ileri bir seviyeye taşırken olanlardan sonra Kral’a bağlılığımız giderek saf bir nefrete dönüşüyordu.
Peki ya neden olmasın? Sahi… Neden nefrete dönüşmesini engelleyelim ki?
“Düşüncelerini kendine sakla Irina, yaklaşıyoruz.” Olduğum yerde hafif bir irkilme ile ne zaman ondan çektiğimi bile fark etmediğim gözlerim ona kaydı.
“Pekala… Bir süre dikkat çekmemeye çalışalım. Buradaki zamanımız uzun, yapabileceğimiz çok şey var.” Onun duyabileceği bir ses tonu ile konuşurken içinde bulunduğumuz ahşap işlemeli araba düz bir yola girer gibi az tıkırdamaya başladı. Etraftan çocuk, tüccar, su ve hayvan sesleri gelirken oturuşumu düzelterek penceresi yeşil rengi işlemeli ve Arilon Krallığı tarafından bizim yönetiyor olduğumuz Cisrance Bölgesine özel olarak getirilmiş at arabasının perdelerine çevirdim. Açıp etraftaki insanların çaresiz suratlarına bakmak mı daha iyiydi yoksa az sonra olacaklara hazırlıklı bir psikoloji ile gitmek mi? Monica benim aksime her zamanki gibi alaylı çerçevesini koruyarak kaleye gidiyor olmamız sanki rutin bir işlevimiz gibi davranabiliyordu. Fakat ben, normalden daha stresli ve kafasında planları kurmakla hükümlü taraftım. Onun kadar fazla konuşmaz, her şeyi dalga konusu yapmaktan olabildiğince uzak ve net cevaplarım ile dikkat çekiyordum, aslında Monica’nın benden daha fazla dikkat çektiği ise açıkça ortada olan bir gerçekti.
Ani duraksayışımız ile hafif öne doğru oturduğum yerde sendelerken yanıma bıraktığım yay, ok ve kılıcım bir anda Monica’nın kılıcı ile birlikte yan devrilerek düştü ve tahta zemine doğru sinir bozucu bir ses çıkarttı.
“Tanrım...” Monica sinirle mırıldanırken ben ise sıkıntı ile bir nefes alıp verdim ve birinin bize açıklama yapmasını bekler şekilde etrafa çevirdim bakışlarımı, durmuştuk ve belki de şehirdeki tüccarlar tarafından yağmalanmayı bekliyorduk.
Sıkıntılı nefeslerimden birini daha vererek eğilir bir şekilde olduğum yerden doğruldum. Ve kapıya doğru elimi götürmem ile birlikte kapının dışarıdan başka bir güç tarafından açılmış olması bir oldu. Bu ani hareketi beklemediğim için hafif bir hazırlıksız yakalanma ile korkarak yerimde geriye çekildim. O sırada karşımda Muhafızlardan biri duruyordu, Kral muhafızlarının genelde özel ve elementlerine göre işlenmiş giysileri olduğu için bunun normal bir Muhafız olduğu miğferlerindeki tek renk olan gri zırhtan almak zor değildi.
“Sizi korkuttuysak özür dileriz Baron Irina ve Monica Garica, hoş geldiniz.” Hafifçe önümüzde eğildi biz hala arabanın içerisinde dururken. “Önünüzde size aynı anda şehirden buraya gelirken eşlik etmiş olan Baron Edward Arilon’un arabasını çeken atlardan birinin kontrolünü kaybettiğimiz için erken iniş yapmanız gerekiyor.” Bakışlarımı Muhafızdan çekmeden yan gözle kısa süreliğine sinirlenmiş olan Monica’ya çevirdim.
Tekrar Muhafıza dönerken istemsizce bakışlarım sert ve sesim soğuk çıkıyordu. “Hoş bulduk. Problem değil.”
Muhafız kenara doğru çekilirken bakışlarımı Monica’ya çevirip gelmesini işaret edecek bir şekilde ona başımla işaret ettim. Benim gibi eğilerek kalkarken küçük adımlarımı merdivenlerden aşağıya doğru attım ve kalın topukları bulunan koyu kahverengi botlarımı çimlerin arasında döşenmiş olan taşlı yola doğru attım. Üzerimde kısa olan genelde çalışmalarda kullandığım bir şort ve üzerinde ise içine geçirilmiş sadece bir kumaştan yapılma askılı üstlük bulunuyordu. Siyah uzun saçlarım omuzlarımdan sarkarken derin rüzgârın etkisi ile hafif oynayarak yüzümü ve boynumu huylandırması zaten gergin olan bedenimi daha da germeye yetiyordu. Monica arkamdan arabadan inerek beni bu ıstıraptan kurtarmayı gerektirecek hareketi yapmaya zorlamıştı resmen. Saçlarımı toplayarak iki elim ile omuzlarımın arkasından sırtıma doğru bıraktığımda boynumda ve yüzümde rahatlama hissetmem bir olmuştu. Monica yanımdaki yerini alıp Muhafızlar ile birlikte yürümeyi beklerken etrafta gözlerini gezdiriyordu. “Hoş. Hala.” Onun dediği şey ile sırıtmadan edemedim, sesindeki alayın kulaklarımı doldurmasını seviyordum.
Muhafız ikimizde gözlerini gezdirirken durmaksızın ne diyeceğini bilmediği bir hale bürünüyordu. Tahmin edileceği gibiydi… Irina ve Monica Garcia’yı birbirinden ayırmak neredeyse tamamen imkânsızdı çünkü giyim tarzımızdan, fiziki tüm özelliklerimiz, ses tonumuz ve kokumuza kadar birbirimize bağlanmış olduğumuz için diğer tüm ikizler gibi farklı olan tek yanımız ruhumuzu ve kişilik özelliğimizi yönetme biçimimizdi. Bir de tabi ki göğsümüzün farklı bölgelerinde bulunan doğum lekelerimiz, fakat bunu kimse bilmiyordu.
En sonunda tek kaşımı kaldırarak bizi yeterince süzmüş olan Muhafız’a baktım. “Neyi ayırt etmeyi bekliyorsun Muhafız? Aynı yer-”
“Hoş geldiniz Baron Irina ve Baron Monica.” Sözümü bölen kişi uzun bir yürüyüşün sonunda yanımıza belki de koşarak ulaşmış olan Golden Gardiyan’a çevrildi. Sözümü kesmesinden ne kadar hoşnut olmasam da ona doğru hafif bedenimi çevirdim ve kısaca başım ile selam verdim. Ona Golden Gardiyan denilmesinin sebebi, zırhının altın kaplama oluşu ki ben kesinlikle altın sarısı hafif uzun saçlarından olduğunu düşünüyorum, aynı zamanda Kral’ın koşulsuz güvendiği tek Gardiyan olmasından başka bir şey değildi. Çoğu muhafız, çalışan ve geriye kalmış olan tüm Gardiyanlar ondan korkardı çünkü pençeleri… Onu özel ve korkusuz yapan ellerinin altına gizlenmiş olan bir tutuşta insanın uzuvlarını birbirinden ayırabilecek güçte olan pençelere sahipti.
“Size eşlik etmeme izin verin, odalarınıza yerleştirmek benim için bir şeref olacaktır. Eminim bu uzun yolculuk sizi yorgun düşürmüştür fakat Kral acil bir toplanmadan bahsettiği için size odalarınızı göstermemin ardından toplantı odasına davet etmem gerekiyor.” Kral’ın neredeyse tüm ayak işleri ile ilgileniyor olmalıydı. Ne üzücü…
Suratına anlamsız bir ifade ile baktım fakat Golden Gardiyan bu bakıştan memnuniyetsizlik kapmak istese de konuşan Monica’ya bakmaya başladı. “Madem bu tarihte bir gö-”
Monica’nın sözünü kesen ben olmuştum, elimi kaldırmış bir şekilde onu yandan sustururken ifademi bozmadım. “Elbette. Bizim için sorun yok. Toplantıyı iple çekiyorduk.” Bakışlarımı Monica’ya çevirdiğimde bana anlamsız bakışlarını atmamak için zor durduğunu anlayabilecek kadar iyi tanıyordum onu. Fakat Kral’ın istediğinin dışında davranırsak, her zamanki gibi, başımıza geleceklerden biz sorumlu olurduk. Aslında bakılırsa, bakışlarımdaki tehditkâr tonunun fark edilmesi bile bizi bitirirdi.
Golden Gardiyan sahte gülümsemesi ile hafif eğildi, bize yolu göstermek üzere arkasını döndü ve önden ilerlemeye başladı. Monica ile yan yana yürürken ayaklarımızdaki botların çıkarttığı tok seslerin yanında çakıllara aralıklarla sürttüğümüz botlarımız ile peşinden ilerlemeye başladık. Göz ucuyla bahçeye doğru baktığımda, araba yolunun sol tarafına ve hemen ağaçların önüne, kaleye girmeden önce Krallığın Raiva’dan önceki soylularının yer aldığı heykelleri görmek mümkündü. Büyük bahçesindeki görkemli tek yer orası olabilirdi. Kale fazla uzağımızda değildi, görkemini buradan bile fark edebiliyordum aslında. Fakat sadece büyüklük olarak, her şeye rağmen bu kale diğer kraliyet ailelerin göre daha az gösteriş ve daha fazla tahta, eskitme, heykel ve karanlık duvarların olduğu bir ortama sahipti. Kale, yanlamasına geniş bir kaleydi, ulaşmak için oldukça fazla merdiven çıkmak gerekiyordu ve ancak o zaman bile ortasında güzel küçük bir süs havuzunun bulunduğu avluya anca ulaşılabiliyordu.
Adımlarımız avluya ulaştığında merdivenler bitmiş, Monica ve ben nefesimizi kontrol altında tutarken bu kadar yolun vermiş olduğu mayışmayı bir kenara bırakarak ortamın vermiş olduğu fazla gerginliğe kendimizi kaptırıyorduk. Bu kargaşa bizim bir yeniliğe adım atmamız için gereken fırsatı sağlayabilirdi.
Golden Gardiyan o sırada muhtemelen gerçekten altın olan zırhının içinden boğuk ama kararlı sesi ile yürürken konuşmaya başlamıştı. “Size odalarınıza kadar eşlik edeceğim, ardından toplantı için harita odasında bulunmamız gerekiyor Leydilerim.”
O sırada Monica ile birbirimize attığımız kısa bakışlarla bir şey demeden yürümeye devam ederek kalenin önümüzde açılmış olan görkemli demir ve tahtalar ile bezenmiş devasa kapısından içeriye doğru adımımızı attık. Ayaklarımızın altında yerini almış olan işlemesiz düz bordo halı ile aniden kesilen topuklarımızın sesi artık hissedilmiyordu, oysaki kararlı adımlarımızın bir senfonisini andırması hoşuma gitmişti. O sırada, gözlerimi Golden Gardiyan ve kapının üzerinden ayırarak ana salon ve karşımıza geçmiş olan tahtlara doğru baktım. Gözlerimi kısmamak için kendimi zor tutarken tahtın Kral’a ait olan kısmına gözlerimi iliştirip değişmemiş olan etrafa sonradan gözlerimi gezdirdim. Kale her zamanki görkemini koruyordu; sağlam ve karanlık duvarların uğultularını hisseder gibi tüylerimin diken diken oluşuna engel olmaya çalışmaktan kendimi alı koyamadım. Kalenin girişinin sol kısmında aynı girişteki gibi fakat daha küçük olan bir kapı ve kapının arkasına doğru uzanan uzunca bir koridor bulunuyordu. Bulunduğumuz kısmın bir üst katında ise korkulukların bulunduğu ve alt katın görülebildiği koridor şeklinde bir kat bulunuyordu, o katlara ulaşabilmek içinse katın bulunduğu sol kısmın ikiye ayrılmış olan uzunca ve kıvrımlı merdivenler…
Gözlerimi tekrar tahtın bulunduğu kısma doğru çevirdim. Genişçe alanın ortasına doğru ilerlerken hafif arkada kalmış olduğumu fark etsem de bozuntuya vermeden ellerimi arkamda birleştirerek Kral tahtının her iki yanında bulunan ikişer adet tahtlarda gözlerimi gezdirdim, en sondaki merdivenin de ilerisinde kalan ve oldukça büyük olan taht odasında belki de ilgi çeken tek yer tahtlardı. Bir yandan zihnimde yavaş yavaş isimler geçerken soldan sağa doğru sayıyordum; Prens Deamon Arilon, Baron Edward Arilon, Kral Raiva Arilon, Kraliçe Elizabeth Arilon, Prenses Soley Arilon.
Bakışlarımı sonunda tahttan çekerek hafif uzun adımlarım ile acele etmeyen bir tavır takındım ve peşlerinden gitmek için adımlarımı üst kattaki koridora doğru gitmemi sağlayacak kıvrımlı merdivenlerden yönelttim, içimdeki kibri yok etmeye çalışıyordum fakat üstünlüğümü dik duruşum ile belli etmekten çekinmez bir tavırla adımlarım olabildiğinden kararlı ve sertti. Merdivenlerin bitiminde birkaç Muhafız ve Golden Gardiyan ile Monica beni karşılarken Gardiyan ikimizde gözlerini bir şeyleri anlamak ister gibi gezdirdiğinde konuşmadan edemedim. “Devam et.” Sözümü ikiletmedi. Bu şekilde koridorun en baştan üçüncü, bizim çıktığımız merdivenin ise tam karşısında bulunan kapısından içeriye doğru adımımızı atmış olduk. Bu kapılar, giriş ve alttaki koridora açılan kapıdan daha küçük fakat yine de oldukça görkemliydi.
Koridorlar taze nane ve nedenini bilmediğim bir şekilde çelik kokuyordu. Fakat yine de ortamdaki soğukluğun tüm bedenimde iliklerime kadar işliyor olmasını engelleyemiyordu aksine bu çelik kokusu beni daha fazla germeye yetmişti. “Bu koridordaki ilk iki oda sizin.” Konuşan Golden Gardiyan ile duraksayarak düşüncelerimden sıyrılmaya ve biraz olsun bedenimi rahatlatmaya çalıştım. “Sanırım ayrı odalarda olmanızın bir sakıncası yoktur Leydilerim?”
O sırada Monica ile aynı anda sırıttığımızı fark ettim. “Sanırım Irina bensiz de uyuyabilir.” Konuşmasının ardından sırıtmasının genişlediğini görebileceğim şekilde yavaş adımlarını önümde, koridorun başındaki ilk odaya doğru ilerlemişti. Peşinden birkaç muhafızın sonradan fark ettiğim eşyalarımızı arkasından taşıdığını gördüğümde bakışlarımı koridorun taş duvarlarında bir süre daha gezdirip dar koridorun bulunduğu diğer odalar ve koridorun sonundaki kapıdan sonra ellerim hala arkamda bağlı bir şekilde Golden Gardiyan’a döndüm. “Sanırım eşyaları odaya yerleştirebilmeyi başarabilirsiniz.”
“Elbette efendim.” Dediklerinin ardından hafif sırıtmasını hissedebilecek kadar iyi tanıyordum insanları ve Kral’ın etrafındaki ‘sağ kolu’ olarak nitelendirdiği adamları.
Umarım Kral’a karşı duyduğum bu yüce öfke vicdanımı köreltmez.
Başımla onaylayarak Monica’nın girdiği odanın kapısına doğru başımı çevirdim ve ardından yavaşça adımlarımı taş zeminde gezdirerek kapıya ellerimi yerleştirerek itekledim. Bu sayede açılan kapı ile odaya hafif adımlarımı atmam, Monica ve Muhafızların görüş odağı olmamı sağlamıştı. Monica odanın ortasında benim şu an yaptığım gibi ellerini arkasında birleştirmiş bir vaziyette duruyordu. “Nasıl buldun?” Konuşması ile ondaki bakışlarımı odada gezdirdim. Gerektiği kadar büyük ve odanın tam karşısındaki duvara yaslamış oldukları çift kişilik bir yatak bulunuyordu. Kapının sağında birkaç sandalye ile bir masa ve sol yanında da bir çalışma masası, ayrıca muhtemel içinde kitapların ve birçok saklama alanının bulunduğu bir dolap yatağın bulunduğu köşenin karşısındaki köşeye, çalışma masasının sol tarafındaki duvara doğru yerleştirilmişti.
“Yeterince iyi. En azından bir süre kalmaya yetecek kadar iyi.” O sırada bakışlarımı Monica’ya çevirdim ve onun odadan çıkan Muhafızlara doğru baktığını fark ettim. Kulaklarımda konuştuklarımızın gizli kalacağını hissettiğim kapının kapanma sesi yankılandığında ona bakmayı sürdürüyordum. Artık o da bana bakıyordu.
“Sen bir süre olduğuna inanıyor musun?” O sırada vücudunu bana doğru döndürdü.
Bakışlarımı ondan çekerek yatağın yanında bulunan ayna ve yanındaki geniş komodine çevirdim bakışlarımı. “Hayır.” Duraksarken ona döndürdüm tekrar bakışlarımı. “Ben kimsenin buradaki toplantı ile kalacağını sanmıyorum. Ustalarımıza çekilmiş bir vaziyette bunca sene çalışırken, insanların düşüncelerinden uzak kaldık. Belki de bizim bilmediğimiz başka şeyler de döner?”
Monica beni onaylarken bir şekilde başını salladıktan sonra konuştu. “Sakin kalmaya çalışalım ve mümkün olmadığı sürece konuşmayalım. Konu eğer taraf tutmaya gelirse duruma göre çevredekileri tartarak olacaklara bakarız.”
O sırada kulaklarımıza ilişen kapının sesi ile başımızı çevirdik. Gelen Golden Gardiyan ile vücudumu kapıya doğru çevirmeye karar verdim. “Leydilerim, toplantı odasına bekleniyorsunuz.” Sesi her zamanki gibi her an sırıtmaya hazır bir şekilde çıkıyordu ve kesinlikle altın kaplama ve gözlerini asla göremediğimiz zırhı, zihnine girmemize engel oluyordu. İliklerime kadar güvensiz olduğumu hissediyordum bu devasa kalede ama yine de bozuntuya vermeden duruşumu olduğundan daha da dikleştirdim. Gergin dudaklarımı ıslatmakla yetindim gözlerimdeki ifadesizliği korumaya çalışırken ve Monica’nın adımlarını beklemeden ilerlemeye başladım. Golden Gardiyan önümüzden ilerlerken Muhafızlar çoktan içinden çıktığımız odanın kapısını kapatarak bulunduğumuz koridorun kapısını açmışlardı ve ardından diğer koridorun kapısını… Golden Gardiyan’ı takip ederken aynı zamanda bizim bulunduğumuz kattan taht odasında bulunan ayrı bir kapıya açılmış koridora ilerleyen Baron’ları görebiliyordum. Muhtemelen birinin Tarian Bölgesi’nin Baron’u Tiberias Avalon, diğerinin ise Devenport Bölgesi’nin sahibi ve aynı zamanda Kral’ın erkek kardeşi olan Baron Edward Arilon olduğunu tahmin ettiğim kişiler hızlı adımlarını ilerletiyordu. O sırada bakışlarımı indiğimiz merdivenlere doğru düşmemek için iliştirdiğimde, konuşmadan edemedim. “Toplantı konusu hakkında başka bir bilgi var mı Gardiyan?”
Gardiyan hafif başını çevirirken bana baktı ve ardından önüne döndü. Çoktan sonlanmış olan merdivenlerin ardından konuşmaya başladı. “Hayır Leydim. Toplantının konusu Baronlar için gönderilmiş olan bildirge harici bir konu içermiyor.” Onu başımla onayladım fakat beni görmediğine emindim.
Uzunca koridorun olduğu görkemli kapıdan içeriye girdiğimizde Golden Gardiyan ilk kapının yanında durarak, bize içeriye girmemizi teşvik eder biçimde yol gösterdi. Monica ile yavaş adımlarımızı ilerlettik, kapıdan içeriye girdiğimizde gözüme ilk çarpan koca salonun ortasındaki görkemli harita oldu; bu harita Arilon Krallığının görkemli haritasından başka bir şey değildi. Bölgelerin keskin çizgiler ile çizilmiş olduğu girdiğim kapıdan belli olurken, kendimi alı koyamayarak ilerledim. Adımlarımı ilerletirken aynı zamanda etrafta bizi görmüş olup başı ile selam veren insanlara solda başlayarak sağa doğru gözlerimi gezdirerek hepsine hafifçe başımla selam verdim, muhtemelen Monica’da onlara aynı şeyi yaparken etraftaki hafif gergin havanın kokusunu almamak mümkün değildi. Herkesin yüzündeki sırıtmayı bekleyen o alaycı tavır bir tek sol tarafta masanın köşesinde duran Eldham Bölgesi’nin Baron’u Von Folheim’in yüzünde yoktu. Onun yüzünde daha çok Eldham şehrinin başına gelmiş olan işgalden dolayı suçlayacak birini aramanın telaşı ve öfkesi bulunuyordu. Sanki hıncını birinden almak ister gibi keskince verdiği nefesleri, kısa ama açık kumral saçlarının arasından alnına süzülen soğuk terleri ve herkesin görebildiği sabırsızca ayağını sallamanın telaşı… Hepsini açık edecek kadar fazla sinirlenen Folheim karşısında az sonra olacakları tahmin etmek çok zordu. Her şeye rağmen içimde yanıp tutuşan o öfkeli bakışlarımı dindirmenin bir yolunu bulmaya çalıştım, neredeyse Folheim’in tarafını tutup Kral’a karşı gelebilecek kadar fazla yürek yemeye yakındım fakat bu buradaki tüm amaçlarımızı yok etmemiz için yeterli bir bakış olurdu, ayrıca bu kalede kimseye körü körüne bir güven duymak doğru olmazdı. Bu yüzden, bunca sene kontrol altında tuttuğumuz öfkeyi bir süre daha dizginlemek zorundaydık.
Monica ile düz ilerleyerek muhtemelen bize ayırmış oldukları yer olan, haritaya ters bakan tarafta yerimizi almıştık. Herkeste bakışlarımı tekrardan gezdirmeye başladığımda gözlerime karşı çaprazımda duran ve Baron’lardan olmadığımı tahmin ettiğim benim gibi gece karası saçlı, kemikli yüzü yapısı bulunan ve muhtemelen sert bakışları ile düşüncelerini hissettirmemekte kararlı kişiye çevirdim kısa bir süreliğine. Ardından ondaki bakışlarımı uzun zamandır kendisini görmediğim Tiberias’a çevirdim, aynı şekilde sessiz ve kısa sarı saçlarını düzeltmekle meşgul bir şekilde cüssesi ile aramızdaydı, yine de bu cüssesi Edward Arilon’u geçemeyecek kadar sıska duruyordu. Edward Arilon belki de benim daha önce kimsede görmediğim kocaman cüssesi ile ne kadar yaşı ilerlemiş olsa da genç suratını koruyor, etrafa bakmadan kendi halinde uzun beyaz saçlarını topluyordu o sırada. Herkesten daha az gergin olan suratı sanki toplantının ana temasının neye dayandığını en iyi şekilde bilip nasıl sonuçlanacağını görür gibiydi. Görkemli vücudunun arkasında gölgeleri kontrol edebildiği çok güçlü bir güç yatıyordu; yani kimse ona bulaşmak istemezdi, sanırım biz hariç; sonuçta onun zihnine girmemizle her şey biterdi. Bakışlarımı etraftan çekerken Monica’ya doğru yan gözle baktım, Kral ile karşı karşıya kalacak olmanın verdiği siniri Monica’nın bedeninde hisseder gibi oluyordum sürekli ve bu toplantının gidişatı konusunda daha fazla endişelenmeme sebep oluyordu.
Çok geçmedi, arkamızdaki kapı daha önce muhtemelen dikkat etmediğimden duymadığım tiz ama kısa bir gıcırdama sesi çıkartarak açıldı. Bununla birlikte herkes vücudunun kapının olduğu tarafa doğru döndürdüğünde aynı şekilde Monica ve bende hızlı bir şekilde vücudumuzu kapıya doğru çevirdik. Grileşmeye yüz tutmuş saçları ve sakalı ile ne kadar yaşlı bir adam olsa da tüm ihtişamı ile Kral’ın görünmesi ile birlikte, karşısında muhtemelen odada eğilmeyen bir tek biz kalmışken hızlı bir şekilde başımı keskince eğdim ve dizlerimi kırarak karşısında tek dizimin üzerinde eğildim. Ne olursa olsun, babamızı elimizden suçsuz yere almış olan Kral’ın önünde diz çökmek zorundaydık; acı verse de bir yandan öfkemizi tazeleyen şey buna mecbur oluşumuzdan başka bir şey değildi. Vicdanın körelecek. Kral’ın tek bir hamlesi ile huzurlu bir aileyi devirebiliyor olduğunu küçükken düşünmek mümkün değildi fakat başımıza gelince, düşünmek bir yanaydı… Aklımızdaki tüm planlar insanlığımızın üstüne gölge düşürecek. Aklımdaki sesleri susturmam gerekiyordu aksi takdirde sıkmaya başladığım dişlerim kasılan çene kemiğim ile beni ele verecekti. Ne olursa olsun, Kral yaşlı bir adam olsa da oldukça uyanık bir adamdı ve bu yüzden daha dikkatli olmak zorundaydık, çevresindeki gözlerden bahsetmiyordum bile.
Kral sert ve hızlı adımlarını ilerleterek konuştu. “Kalkın, başlayalım.”
Herkes sözleri ile ayaklanırken masaya doğru vücudunu döndürmüş bir şekilde yerini aldı. Kral tam karşımızda dururken rahat duruşumu sergilemekte zorlanmadan odağımı toplantıya vermeye karar verdim, ne olursa olsun her şeyden önce biz birer Baronduk. Ellerim beton masanın kenarında yaslı dururken aynı zamanda gözlerimi insanlarda gezdirdim. Masanın etrafında olup yüzünü anımsayamadığım tek kişi Kral’ın bana göre sağında duran, siyah saçlı ve uzun görkemli boyu olan kişiydi. İster istemez tek kaşım hafif kalkarken kim olduğunu aynı zamanda zihnimi zorlayarak çözmeye çalışıyordum. Masanın etrafındaki tüm Baron’lar yerini almıştı oysaki. Kendimce bunu daha fazla sorgulamamaya karar vererek bakışlarımı etraftakilerde teker teker gezdirdim tekrardan.
“Evet, Folheim; ba-”
O sırada Kral’ın sözünü kesen sert ve arsız sesin sahibi Folheim’e aitti. “Bildiğin üzere Kral Raiva, topraklarımın çoğu büyük oranda hasar almış durumda. Tabi bunu duymak senin için şaşırtıcı olmasa gerek. Gönderdiğin donanmadan bakılırsa, bu işi ciddiye almıyor olmalısın.”
Kral’a çevirdiğim bakışlar ile mimiklerini çözmeye çalışıyordum. O ise sinirini gizlemeden kaşlarını çatıyordu. “Öncelikle Baron Folheim, üslup. Eldham konusuna gelirsek, zaten bugün burada toplanmamızdaki yegâne sebep bu.” Derin bir nefes alarak devam etmek için bakışlarını Folheim’den çekti ve haritaya yönlendirdi. “Bana durumdan detaylıca bahsetmenizi istiyorum.”
Folheim tekrardan söze girmeden önce boğazını temizledi. “Özellikle tarım arazisi olarak kullandığımız Wendi ve çoğu yerleşim bölgesinin bulunduğu Penrich tehlike altında. Ordu, elinden geleni yapmış bulunmakta fakat Roah Krallığı’nın ordusunu yine de geriye savurabilecek bir donanma elimize geçmedi. Ordunun durumu ve cephaneleri konusunda ise bahsetmek üzere sözü General Aedan’a bırakıyorum. O daha detaylı bilgi verecektir.” Geçen isimle birlikte kaşlarımın kalkmasına engel olamayarak bakışlarımı daha önce anımsayamamış olduğum General’e doğru çevirdim. Bakışlarım gözlerinde takılı kalırken kendisi sırtında bulunan ceketini kibirli ifadesini gizlemeden dik duruşu ile düzeltti ve boğazını temizledi. Bu sırada nedenini bilmediğim bir şekilde gözlerimi onun nefsinden ayıramadığımı fark etmemle birlikte kendime gelmeye çalışma zahmetinde bile bulunmamıştım.
Başlamadan önce herkeste gözlerini gezdirirken tek kaşı havada bir şekilde onunla göz göze gelişimin vermiş olduğu tuhaf hissi görmezden gelmeye çalıştım. Masmavi gözlerinin ardında yatan kibirli ifade arkasındaki çoğu şeyi gizler gibi bir süre yüzümü incelerken kendimi rahatsız hissettiğimi belli eder bir şekilde hem kaşlarımı çattım hem de boğazımı temizledim kusursuz sessizlikte. Ardından bendeki gözlerini hepimizde gezdirmeye karar vererek söze girdi. “Düşman birliklerine bir yarma saldırısı yapmayı uygun gördük fakat Folheim’in askerlerinin çok yorgun düşmesi ve cephane sıkıntısından dolayı takviye gelmeden saldırıyı gerçekleştirmemiz mümkün değil.” Ses tonundaki soğukluğunu tüm konuşması boyunca koruyan General’deki bakışlarımı çekmeyi başararak Kral’a doğru baktım.
“Ordu ve cephane takviyesi yapmayacağım.” Kararlılığı ve mantıksızlığı o kadar sinirimi bozmuştu ki bakışlarımı kaşlarımı çatmış bir şekilde Folheim’e çevirmeden edemedim fakat sinirim kesinlikle ona değildi.
General Aedan’ın tınısını kulaklarımda hisseder gibi oldum fakat Folheim’in dikkat dağıtan öfkesi onun sözlerini tamamen baskıladığı için muhtemelen karşı gelişinin bir anlamı kalmamıştı. Folheim de aynı şekilde kaşlarını çatmış bir şekilde Kral’a bakarken sinirle elini beton masaya vurdu. Masa ne sallanmıştı ne de bir ses çıkmıştı. “Eskide kalmış ve yaşamış olduğumuz olayların üzerine topraklarını kaybetmeyi tercih mi ediyorsun Raiva?! Önce donanma göndermiyorsun, şimdi de takviye yapman gereken yerde takviye yapmayı mı reddediyorsun?”
“Ne yapacağıma karışamazsın Folheim.” Kral’ın sesindeki uyarıyı hissetmemek mümkün değildi.
“Yapman gereken şeyi söylüyorum! Oturduğun yerden emirler yağdırmak kolay olsa gerek.”
Söze girmek için dudaklarımı araladığımda Kral’ın el hareketi beni durdurmaya yetti. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Golden Gardiyan’ın Folheim’in yanındaki yerini alması uzun sürmemişti. O sırada Monica’nın yüz ifadesini tartmak için bakışlarımı anlık olarak ona çevirdim. Aynı şekilde bakışlarını bana doğru çevirdiğinde onun da olduğu yere çivilenmiş gibi hissettiğine yemin edebilirdim.
Bakışlarımızı Folheim ve Golden Gardiyan’a doğru çevirirken tırnaklarımı beton masaya doğru geçirmekten kendimi alı koyamadığımı fark ettim. Ardından Folheim’in dediklerine karşı kapatmış olduğum algım ile Golden Gardiyan’ın kendisine has özelliği olan ellerindeki deforme pençeler Folheim’in omzundaki yerini aldığında konuştu. “Sakin olmazsan olacaklardan ben sorumlu değilim Baron Folheim.” Bu konuşması ile Folheim’i beton masaya yaslamıştı sert bir şekilde yüz üstü olarak.
Folheim ise onu dinlemiyordu. “Bana mı zarar vereceksiniz şimdi de? İstediğini yapabilirsin Raiva, ben düşüncelerimin hiçbirinden vazgeçmeyeceğim!”
Gardiyan’ın, Kral’a bir şeyden izin ister gibi baktığını fark ettiğimde gergin bakışlarımı Kral’a çevirmeden Folheim’e bakmaya devam ettim. “Senden korkmuyorum!”
Her şey aniden gelişti. Gardiyan Folheim’i çok güçlü bir hamle ile beton masaya yaslamış olduğu vücudunda, pençelerinin omzunda kırmızı sıvıları açığa çıkarttığı görünemeyecek gibi değildi. Bir Krallığın içindeki çaresiz isyanın bastırılması için Kral’ın her zamanki gibi başvurduğu yöntem olan acı… O sırada Folheim acı içinde bir bağırmayı dudaklarının arasından çaresizce odada yankılanmasına izin verir halde dururken onu daha çok bağırtan şey Gardiyan’ın acımasızca sol gözünü yuvarından çıkartması olmuştu. Folheim acı içinde yere doğru kendini bırakırken oluk oluk akan kandan gözlerimi ayırıp yüzümü buruşturmayı tercih ettim, acı içindeki bağırışı kalenin taş duvarları içerisinde uğuldayarak titreşim yaratmıştı sanki. Bunu daha fazla izlemek hem beni Kral’a karşı daha fazla dolduruyor hem de daha fazla öfkelenmeme sebep oluyordu. Ne olursa olsun, donanma göndermemiş ve takviyesini eksik etmiş bir Kral’a karşılık olarak elindeki toprakları kaybetmeyi göze almak istemeyen bir Baron’dan söz ediyorduk; Kral bunu yaparak neyi elde etmeye çalışıyordu? Sadakatsizliği mi? İsyanı mı? Yoksa Baron’ların gerçek yüzlerini görmeyi mi?
“Götürün şunu.” Kral’ın sakin ses tonuna karşılık olarak buruşturmuş olduğum surat ifademi Kral’a çevirdim. Çok geçmeden Gardiyan Kral’ın dediğini yaparak iki Muhafız ile birlikte arkamda gıcırdayan kapıdan dışarıya çıktı.
Yüz ifademi düzelterek bakışlarımı ifadesizleştirdim ve öfkemi kontrol altına almaya çalışırken Kral’a doğru baktım. Bu yaşlı bunak ne yapmaya çalışıyordu?
“Garcia’lar.” Kral’ın keskin sesi düşünmeme izin vermeden beni kendime döndürürken dikkat kesildim. “Cisrance Bölgesindeki ordunun büyük bir bölümünü Eldham Bölgesine en kısa zamanda göndermenizi istiyorum.” Ardından doğrularak duruşunu dikleştirdi. “Toplantı burada bitmiştir, gerekirse devamı başka bir tarihte tekrarlanacaktır.” Doğrulduğu yerden tek bir kelime bile söylememize izin vermeden toplantı odasının çıkışına doğru ilerlemeye başladı.
Şaşkın bakışlarımı Monica’ya çevirirken bakışlarım artık şaşkınlıktan çok öfkeyi temsil eder bir halde elimi yumruk yaptım ve hafifçe beton masaya doğru vurdum. Orduya en çok ihtiyacımız olduğu bu zamanda bize tahsis ettiklerini elimizden alıp, kendi ordusunu göndermeyi reddederek mahrum bırakmak ne gibi bir mantığı içeriyordu? Hiçbir şey o orduyu Eldham’a göndermemizi sağlayamazdı, çok büyük bir desteğin haricinde hiçbir güç o ordudan vazgeçmemizi sağlayamazdı -normal şartlarda- fakat ne olursa olsun, Kral’ın emri bunu yapılması zorunlu kılıyordu. Roah ile savaşacak olan Eldham’daki ordunun halinin ortada olduğunu bile bile Arirum’da bulunan kendi, işe yaramaz, askerlerini kullanmak yerine bizim iş gören askerlerimizi ölüme gönderiyordu. Ya Kral gerçekten bunamıştı ya da aklında daha başka planları vardı. Her ne olursa olsun, planlarını bizim bölgemiz aracılığı ile gerçekleştirmesine izin vermek deliceydi. Benim topraklarım ve benim ordum diye savunduğu tüm şeyleri yönetenler biz Baron’lar ve kazanılmış ya da kaybedilmiş olan tüm zafer ve yenilgiler General aracılığı ile gerçekleşiyordu. Folheim’in dediği gibi; Oturduğu yerden emirler yağdırıp üste çıkmak Kral için hem çok kolay hem de çok korkakça bir hamleydi ama işine gelmediğinde benim topraklarım ve benim ordum diyebilecek kadar da üstünlük sahibi olmayı başarabiliyordu. Sessiz kalmaktan başka yapabilecek bir şeyimizin olmadığı gerçeği ile yüzleşmeye çalışmak, kellemizi korumak açısından kolay olsa da nefsimizin dayanıklılığı için imkânsız hale gelmeye başlamıştı.
Vicdan… Diye fısıldadı içimdeki sesin ince bir tınısı. Öfke mi, vicdan mı?
Olduğum yerde rahatsız bir nefes alıp verdiğimde Monica’ya baktım. Bana bakmıyor, gözlerini ayırmadan haritaya odaklanmış bir şekilde kafasındaki taşları yerine oturtmaya çalışıyor gibiydi. “Bunu yapması ne kadar doğru?”
Dediklerinden dolayı etrafa kısa bir göz gezdirme ihtiyacı hissetmeden edemedim. Arilon Krallığının küçük bir bölümünü kapsayan Tarian Bölgesinin Baron’u Tiberias Avalon ile General Aedan bakışlarını ikimizin üzerinde gezdiriyordu. General’in gözlerine doğru baktığımda gözlerindeki çoğu duyguyu çözemeyecek kadar kendisini iyi koruduğunu fark etmemle gözlerine daha çok bakma isteğini kendimden uzaklaştıramadım. Mavinin mor ile harmanlanmış gözlerinin güzelliği ve derinlerinde saklı olan duygularının vermiş olduğu bilinmezlik beni kendisine çekerken gözlerini gözlerimden ayırdı ve beni kibirli ifadesinin arkasına gizlenerek detaylı bir şekilde süzmeye başladı. Kaşlarımı derin bir şekilde çatarak yan gözle bakmayı bıraktığım yüzüne doğrudan bakmaya başladığımda yerimde rahatsız olduğumu belirtir bir şekilde kıpırdanmayı ihmal etmedim. Gözleri bu hareketim ile tekrar gözlerime doğru dönünce bakışlarını hafif yüzümde gezdirdi ve ardından Monica’ya doğru baktı. Bir şey demesini, belki de sesinin tonundaki bilmeceleri zihnime kazımak için en azından Monica’nın kurmuş olduğu cümlenin arkasına bir laf eklemesini bekledim, fakat o konuşmamayı tercih etti. Olduğu yerden doğrulurken tüm hareketlerini izlediğimi fark ettiğimde bu sefer etkisinde kaldığım bu anlamsız atmosferden kurtularak bakışlarımı haritaya çevirmeye karar verdim.
“Baron’lar içinde bir karışıklık yaratmak için iyi yol.” Tiberias’ın dediklerine karşılık olarak bakışlarımı ona çevirdim.
Başımı iki yana sallarken konuşuyordum. “Cümlelerini dikkatli seçmelisin.” Ardından bakışlarımı sebepsizce Aedan’a doğru çevirdim. Bakışlarını bana odaklamış bir şekilde bakarken bakışlarımızın buluşması ile bu çekimi aramızdan koparttı.
Monica’nın bana baktığını hissedebiliyordum. “Bunun kritiğini aramızda yapmayacağımızı zannedecek kadar aptal olduğunu düşünmüyorum.” Öfkesi onu konuşmaya zorluyordu.
Yapma, Monica.
İstediği gibi bakışlarımı ona doğru çevirirken gözlerindeki yoğun yeşillere odaklandım. Beni duyduğunu biliyordum. İçimizdeki kutsal gücün vermiş olduğu telepati sadece kendi zihnimizde işe yarıyordu, haricinde insanların sadece zihninde birtakım olaylar gerçekleştirebiliyorduk. Fakat bu hem yorucu hem de zahmetli bir olaydı.
O sırada Aedan doğrulduğu masanın başından uzaklaşarak hızlı adımlarını arkamdaki kapıya doğru yöneltirken, “İyi günler, Garcia’lar.” Dedi. Dönüp bir şey demek için kafamı çevirdiğimde aralanmış olan dudağım geri kapandı ve gıcırdayarak kapanan kapının ardından öylece bakakaldım.