5. BÖLÜM

3747 Words
Talha abi çantamı almış, ağır adımlarla merdivenleri iniyordu. Arkamdan gelen Azra’yla beraber onu takip ederken, sanki her adımda içime dolan ağırlık biraz daha artıyordu. Ama asıl zorluk, hemen arkamdan gelen Kürşat’a dönüp bakmamak için kendimi zor tutmamdı. Onun yüzüne bakarsam, belki de yürümeye devam edemeyeceğimi biliyordum. Bu yüzden başımı öne eğdim ve sadece ayaklarımı ileriye doğru sürükledim. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Tek istediğim, kendimi güvenli bir odaya kapatmak ve sadece bebeğimi hissetmekti. Onun hareketleri, varlığımı doğrulayan tek şeydi artık. Kürşat’ı yalnız bıraktığım için içim burkuluyordu. Bu vicdan azabı göğsüme bir diken gibi batıyordu. Ama yapabileceğim başka bir şey yoktu. Birkaç saat önce söylediği kelimeler hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu: Evlen benimle. O an, dünyam başıma yıkılmıştı. Benimle evlenmek mi istiyordu? Karnımda Gökhan’ın bebeği varken… nasıl? Gökhan… Bir kere sevmiştim. Bir kere kalbimi açmıştım. Ama o beni yarı yolda bırakmıştı. Paramparça etmişti. Bir daha hayatıma birini almak… birini sevmek… böyle bir ihtimal yoktu. Sevemem. Kalbimde hâlâ kanayan bir yara varken, bir başkasını sevmenin mümkün olmadığını biliyordum. Arabanın yanına vardığımızda Kürşat’ın derin bir iç çekişi duyuldu. Arkama dönmemek için dişlerimi sıktım. Bugün, bu acılı günde onu bırakıp gitmek yanlıştı. Ama akrabalarının bana düşmanca bakan gözleri altında daha fazla kalamazdım. Daha fazla dayanamazdım. “Tekrar başın sağ olsun, Kürşat. Bir ihtiyacın olursa, ara beni. Gelirim.” “Sağ olasın, Talha.” Talha Abi, Azra’yı arabaya oturtmak için kapıyı açarken, Kürşat bana doğru birkaç adım attı. Durdu. Gözlerini sıkıca kapattı. Sessizdi. Ama sessizlik, bir çığlık kadar yüksek geliyordu. Gözlerini açtığında, yanağına süzülen bir damla yaşı hızla sildi. O hareketi görmek, yüreğime ağır bir taş gibi oturdu. “Gitme,” dedi sonunda. Sesi, kırılgan bir dua gibi yankılandı. “Afra, lütfen gitme.” Başımı iki yana salladım. Dudaklarımı ısırıyordum, çünkü konuşursam sesim titrerdi. “Beni yanlış anladın,” dedi tekrar. Sesi titriyordu. “Asla sana ya da bebeğine zarar vermem. Asla.” Sözleri, içimde bir yerlere dokundu. Ama bu dokunuş yarayı iyileştirmek yerine, daha da derinleştiriyordu. Bir şey söylemek için ağzını açtı, ama Azra’nın sabırlı ama net sesi araya girdi: “Hadi, Afra.” Arabanın kapısını açtığım an durup Kürşat’a baktım. “Kendine dikkat et,” dedim fısıldar gibi. “Etmeyeceğim,” dedi gözlerini benden kaçırarak. Sesi boğuk ve karanlıktı. Bu iki kelime, içimdeki tüm dengeleri yerinden oynattı. Gözlerimden süzülen yaşları sildim ve arabaya bindim. Koltuğa oturduğum anda, sanki Kürşat’ı orada, o an terk ederek yalnızlığa ittiğimi hissettim. Onu yaralı bir kuş gibi bırakıyordum. Ama başka bir çarem yoktu. Talha abi, direksiyonun başında döndü ve hafifçe gülümsedi. “İyi akşamlar,” dedi. Ama sesi, gökyüzündeki gri bulutlar kadar ağırdı. Arabayı çalıştırdı. Gözlerimi kapadım. Göz kapaklarımın ardında Kürşat’ın yüzü vardı. Çaresiz gözleri… O bakışlar. Ona yardım edememek beni içeride bir yerlere hapsediyordu. Onu yalnız bırakmanın kötülüğünü her hücremde hissediyordum. Ama başka ne yapabilirdim ki? Evden ayrılmak zorundaydım. Aklımda bir girdap dönüp duruyordu: Evlenelim, demişti. Beni, bu çıkmaz sokağa sokmuştu. Ve ben, bu karanlık sokakta yolumu bulamıyordum. Telefonum çalıyordu. Gözlerimi ağır ağır açıp telefonu elime aldım. Azra’yla Talha abi, önde kendi aralarında konuşuyorlardı. Sesleri, gecenin sessizliğinde fısıltı gibi yankılanıyordu. Arkaya dönüp bakmadıkları için elimdeki telefona sessizce baktım. Ekranda Kürşat yazıyordu. Kalbim, bu ismi görür görmez sarsıldı. Nefesimi tuttum ve hemen cevapladım. “Efendim.” Telefonun diğer ucundan Kürşat’ın titreyen sesi geldi. “Afra… Özür dilerim,” dedi. “Yemin ederim kötü bir niyetim yoktu. Kalbime düşmüşsün, farkında olmadan sevmişim seni. Seni uzaktan izlerken sevmişim. Her ağladığında gözyaşını silmek istediğimde sevmişim. Ne olur, geri gel. Asla sana zarar vermem. Yine eskisi gibi yaşayalım. Annem gitti, sen de gitme. Lütfen…” Bu sözler, göğsümde bir yankı gibi çarpıp duruyordu. Dudaklarımı ısırdım ve derin bir nefes aldım. Ama içimdeki ağırlık, bu nefesi ciğerlerime hapsetti. Kelimeler bir düğüm gibi boğazıma oturdu. Sözlerini titreyen bir hıçkırığa benzer bir sesle sürdürdü: “Sol yanım ol Afra. Seni uzaktan severim, kızına abi, amca, istersen baba olurum. Ama lütfen geri gel. Hâlâ arkandan bakıyorum. Gel de… Sana koşarak gelirim. Lütfen gel de…” Gözlerimi sıkıca kapattım. “Yarın konuşalım mı?” dedim, sesim alçak ve titrek çıktı. “Yorgunsun, uyu…” “Uyuyamam ki,” dedi, sesi boğuk ve iç çekişlerle doluydu. “Bugün sevdiğim iki kadın gitti. Biri sonsuza kadar gitti… Diğeri dönmesini canı gönülden beklediğim kadın… Nasıl uyuyayım?” İçimde bir şey kırıldı. Onun bu sözleri, içimdeki çelişkilere bambaşka bir ağırlık eklemişti. “Üzgünüm,” dedim, ama o kadar sessizdi ki, kendi kulaklarım bile duymadı. “Yalvarırım, deme böyle…” diye karşılık verdi. Sesindeki çaresizlik, beni olduğum yere mıhladı. “Nasıl oldu bilmiyorum ama seni çok seviyorum. Lütfen konuşma böyle.” “Hayır,” dedim, neredeyse kendimi inandırmaya çalışır gibi. “Sen sadece acıyorsun. Bana acıyorsun, o kadar. Beni sadece bir aydır tanıyorsun, Kürşat.” “Hayır,” dedi hemen. Sesi keskin bir kararlılıkla doluydu. “Bu acıma değil, Afra. Sana hiçbir zaman acımadım. Hissettiklerim bunun çok ötesinde. Sana karşı çekildim, bu doğru… Çünkü içimde bir şey vardı. Söylemeyecektim. Hiçbir zaman söylemeyecektim. Ama bugün gidiyorum dediğinde… Korktum. Seni kaybetmek istemiyorum, Afra. Seni kaybedersem, bu acıya dayanamayacağımı biliyorum.” Telefonun diğer ucunda konuşurken sesi daha da kırılganlaşıyordu. Talha abi ve Azra birden sessizleşmişti. O an, boğazımdaki düğüm daha da sıkılaştı. Eğer bir kelime daha söylersem ağlayacağımı hissettim. “Kapatıyorum,” dedim boğuk bir sesle. “Biraz daha konuşursak… olmaz.” “Tamam,” dedi ama sesi o kadar hüzünlüydü ki, bu tamam sözcüğü bile kırılmış bir cam parçası gibi içime battı. “Birkaç gün kafanı dinle. Sonra konuşuruz, tamam mı?” Telefonu kapattım ve elimde hâlâ telefonla başımı cama yasladım. Dışarıda, gece sessizdi. Ama içimde kopan fırtınalar o sessizliği büsbütün boğuyordu. Bugün yaşadıklarım, bir dağ gibi üzerime çökmüştü. Menekşe Teyze ölmüştü. Kürşat ise bana sevdiğini söylemişti. Beni sevdiğini… Bu zamana kadar kimse tarafından sevildiğimi hissetmemiştim. İlk kez biri beni sevdiğini söylüyordu. İlk kez biri, beni değerli hissettirecek bir şey söylüyordu. Ama… ama bu sevgiye karşılık veremezdim. Çünkü içimdeki yaralar, bunu mümkün kılmıyordu. Çünkü geçmişim, geleceğime iplerini dolamıştı. Ve ben… ben o geçmişten kaçamıyordum. O geçmişin karanlığında Kürşat’ı geride bırakıyordum. Belki de ilk kez birine ait olabilirdim. Ama o ilk fırsatı, kendi ellerimle paramparça ediyordum. Araba durduğunda gözlerimi ağır ağır açtım. Uyuyamamıştım, ama bir anlık dalgınlık bedenimin ağırlığını hafifletmiş gibiydi. Camdan dışarı baktım. Yolun kenarına park ettiğimiz o sade eve doğru gözlerim istemsizce kaydı. İçimden bir ses burada kalmam gerektiğini söylüyordu, ama daha güçlü bir ses gitmem gerektiğini haykırıyordu. “Geldik, canım,” dedi Azra arkasına dönerek. Sesindeki yumuşaklık, geceye yayılan sessizlikten sıyrılıp beni sarıp sarmalamak ister gibiydi. Tam arabadan inecekken Talha Abi hemen dışarı çıktı ve Azra’ya yardım etmek için kapısını açtı. Onun inmesine yardım ederken bana dönüp kapıyı açtı. Elimi tuttu, nazikçe destek verdi. “Teşekkür ederim, abi,” dedim kısık bir sesle. “Hadi, eve yürüyün hemen. Hava çok soğuk,” dedi ellerini ceketine sokarak. Azra’yla beraber eve doğru yürürken, arkamızdan arabayı kilitleyip geldi. Azra kapıyı açtı, kenara çekilip bana tebessüm etti. Ben de ona hafifçe gülümseyerek içeri girdim. Ama adımımı atar atmaz, karşımdaki bakışların ağırlığı beni adeta durdurdu. Fotoğrafından tanıdığım o kadın… Güneş. Gökhan’ın bir zamanlar sevdiği kadın. O, hemen karşımda duruyordu. Gözleri, karnımda büyüyen çocuğa, yani Gökhan’ın kızına bakıyordu. Gözlerindeki ifade beni rahatsız ediyordu, sanki bir şeyler soruyordu ama kelimelere dökmüyordu. Kollarımı içgüdüsel olarak karnıma sardım. Onun bu sessiz sorgulaması karşısında içimde yükselen gerginliği bastırmaya çalıştım. Azra elini belime koyup nazikçe beni kendime getirdi. “Siz içeri geçin,” Talha abi. “Ben Buğra’nın yanına gidip geleceğim.” “Tamam canım,” diyen Azra’nın gözleri hâlâ üzerimdeydi. Talha abi kapıyı kapatarak yanımızdan uzaklaşırken, Güneş bana doğru birkaç adım attı. O an bakışlarımı yere indirmek istedim, ama daha başımı eğmeden sesiyle beni durdurdu: “Eğme başını.” Ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece olduğum yerde dikiliyordum. Bacaklarım sanki kök salmıştı. “Gel, oturalım Afra,” dedi, sesi yumuşak ama içinde bir ağırlık taşıyordu. “Ayakta durma, otur biraz.” “Azra, ben gideyim,” dedim aniden. Sesim aceleci çıkmıştı, çünkü burada daha fazla kalmaya dayanamayacağımı hissediyordum. “Kürşat’ı tek bırakarak ayıp ettim. Annesi öldü… Bir aydır bana yardımcı olan adamı yalnız bırakmak bana yakışmaz.” “Yarın gidersin, ” dedi sakin ama ısrarcı bir tonla. “Şimdi geç oldu.” “Yok, yok,” dedim ve cebimdeki telefonu çıkarıp hemen Kürşat’ı aradım. Gözlerimi Güneş’ten ve Azra’dan kaçırıyordum. Özellikle de Güneş’ten. Telefon açılır açılmaz Kürşat’ın sesi duyuldu. “Afra?” dedi, sanki bir umut kırıntısına tutunuyormuş gibi. “Beni alır mısın?” dedim boğazımdaki düğümle savaşarak. “Geliyorum. Hemen geliyorum,” dedi. Sözlerindeki ümit öylesine belirgindi ki, elim kalbime gitmek istedi, ama yapmadım. Kendime izin veremezdim. Asla ona ümit vermek istemezdim. Çünkü benden ona eş olmazdı. “Kalsaydın, Afra,” dedi Azra araya girerek. “Talha üzülecek.” “Ayıp olur, Azra,” dedim, ama sözlerim havada asılı kalmış gibiydi. O sırada Güneş bir adım daha atarak sessizliği bozdu. “Benim yüzümden gidiyorsun,” dedi. Sesi sakin ama yük doluydu. “İnan bana, sana kızmıyorum. Gökhan’la son zamanlarda görüşmüyorduk. Biz onunla sevgili bile olmadık. İkimiz de abimden çekindiğimiz için uzaktan sevdik birbirimizi.” Sevmişlerdi… Gökhan beni hiç sevmemişti. İçimdeki yara bir kez daha kanamaya başladı. “Aslında sevgi de diyemem,” diye devam etti Güneş. “Ben Gökhan’ı aramasam o beni aramazdı. Kıskanır, karışırdı, ama hep uzak dururdu. Abimden korkardı. Ama… seven insan korkar mı? Sevdiği için savaşmaz mı? Gökhan iyi biriydi, bir kadını nasıl sevmesi gerektiğini bilmiyordu. Bilmiyorum sana nasıl davranıyordu. Tek bildiğim, Gökhan asla bir kadınla oynamaz. Eğer oynamak isteseydi, benimle oynardı.” Sözleri geçmişimin gölgelerini daha da belirginleştiriyordu. “O seni çok sevmiş,” dedim, istemsizce. “Yanılıyorsun,” dedi başını hafifçe sallayarak. “Hayır,” dedim, başımı kaldırarak. “O seni çok sevmiş. Seni unutmak için benimle olmuş. Benimle her fırsatta buluşuyordu. Çalıştığım okuldan çıkmamı istedi. O istiyor diye hep evde duruyordum. Ama şimdi anlıyorum ki… seven insan sevdiğini sıkmaz. Sevdiği insanın mutluluğu için elinden geleni yapar. Gökhan ise… beni sevmedi.” İçimdeki anılar, onunla geçirdiğim o son geceyi gözlerimin önüne getirdi. O gece, gözlerindeki pişmanlığı görmüştüm. O an, bizim hikâyemizin bittiğini anlamam gerekirdi. Ama anlamamıştım. “Yanılıyorsun,” dedi tekrar. Elimi kaldırıp onu durdurdum. “Lütfen,” dedim, yorgun bir sesle. “Lütfen daha fazla konuşmayalım. Gökhan şehit oldu. Gittiği yerde umarım rahattır. Bana kızımı bıraktı. Onun emanetine gözüm gibi bakacağım. Geçmişte yaşananlar… yaşandı ve bitti.” Güneş bir adım geri çekildi. Gözlerinden kaçırdım bakışlarımı. O sırada dış kapı vuruldu. Azra hemen kapıyı açtı ve karşımdaki kişiyi görünce derin bir nefes aldım. Kürşat’tı. Ne çabuk gelmişti. “Gidelim mi?” Onun geldiğini hissetmiş gibi karnımdaki kızım hareket etmeye başladı. Elimi karnıma koyup onu sakinleştirmeye çalıştım. “Gidelim,” dedim sessizce ve Azra’ya dönüp sarıldım. “Geleceğim bir gün,” “Keşke kalsaydın,” “Söz,” dedim. “Geldiğimde kalacağım. Talha Abi’ye selam söyle.” Kürşat, kapının önünde duran çantamı alıp yürüdü. Ben de peşinden ilerledim. Gözlerim ona takıldı. Giderken dolu dolu olan o gözler, şimdi hafifçe parlıyordu. İki yaralı insandık biz. Birbirimizden başka kimsemiz yokmuş gibi yürüyorduk bu yolun sonunda. Evin önünden uzaklaştığımızda, başımı camdan çevirdim ve istemsizce Kürşat’a baktım. O da aynı anda bana dönüp bakıyordu. Bakışlarımız bir an havada buluştu, ama benim gözlerimdeki kararsızlık ve onun gözlerindeki ağırlık hemen aramıza bir duvar ördü. “Akrabaların hâlâ evde mi?” diye sordum sessizce. “Hepsi gitti,” dedi kısa bir duraksamadan sonra. Sesi derindi, ama kararlıydı. “Onları kafana takma. Kimse sana laf söyleyemez. Şimdi dinlen. Eve gidince konuşuruz.” Başımı sallayıp koltuğa yaslandım. Kasıklarıma vuran sancılar, düşüncelerimi bulandırıyordu. Doğuma bir ay kalmıştı. Bebeğimin gününde gelmesini istiyordum. Ama üzerimdeki stres, üzüntü, sıkıntı… hepsi birleşip beni yoruyordu. Bebeğim için güçlü olmam gerekiyordu, ama kendimi bu yüklerin altında ezilmiş hissediyordum. Evin önüne vardığımızda, Kürşat benden önce inip arabanın etrafından dolaştı. Kapıyı açtığında, bir an ne yapacağını bilemez gibi bana baktı. Gözlerindeki endişeyi hissettim. Ellerimi karnımda sıkıca kenetlemiştim. Tek başıma inmek istemiyordum, çünkü düşmekten korkuyordum. Kasıklarımda sancılar vardı ve bu benim cesaretimi kırıyordu. Parmak uçlarımla onun eline dokunduğumda, hemen elimi avucunun içine aldı. O an, avuçlarının sıcaklığı benim titreyen ellerime yayıldı. Hiçbir şey söylemeden, sıkıca tutarak arabadan inmeme yardımcı oldu. Dışarı çıkınca bir an hareket edemedim. Yorgundum ve bedenim isyan ediyordu. Kürşat, elimi bırakmadan yanımda durdu. “İyi misin?” diye sordu, sesi endişeyle doluydu. “Sancım var,” dedim, hafifçe eğilerek. “Hastaneye gidelim,” dedi hemen, sesi daha ciddi bir tona bürünmüştü. “Yatsam geçer,” dedim inatla. “Bütün gün ayakta durdum.” “İçim rahat değil, Afra. Hemen gidelim,” diye ısrar etti. Başımı iki yana salladım. “İyiyim Kürşat. Eve gitmek istiyorum.” Birkaç saniye daha tereddüt etti, ama sonunda pes etti. “Peki,” dedi, ama sesi hâlâ ikna olmamış gibiydi. Elimi hâlâ bırakmadan kapıyı kapattı. Arka koltuktan çantamı aldı. Elimi hızlıca çektiğimde, gözleri ellerimize kaydı. Ama bir şey söylemeden toparlandı ve eve doğru yürümeye başladı. Benimle beraber adımlarını yavaşlatarak ilerliyordu. Evin kapısından içeri girdiğimizde, Menekşe Teyze’nin kokusu hemen burnuma çarptı. O koku, bir an için her şeyi durdurdu. Sanki bir odadan çıkıp bize “Hoş geldiniz,” diyecek gibiydi. Gözlerim doldu, ama gözyaşlarımı zorla tuttum. Bakışlarımı Kürşat’a çevirdiğimde, onun da gözleri dolmuştu. Kim bilir içi nasıl yanıyordu… annesini kaybetmişti. Sessizce karşılıklı koltuklara oturduk. Konuşmadan birbirimize baktık. Sessizlik, ikimizin arasında yankılanıyor gibiydi. Bir süre sonra sessizliği bozdu. Sesi hem kırılgan hem de hafifçe gülümseyen bir tondaydı. “Annem burada olsaydı kesin bir yerde ‘Kız doğdu,’ derdi. Sessizliği hiç sevmezdi o.” Bu sözler içimi büsbütün dağıttı. Dudaklarımı ısırıp dolan gözlerimi sildim. “Mekânı cennet olsun,” dedim usulca. “Âmin,” dedi gözlerini kısarak. Bir an sustu, sonra ekledi: “Eğer bu akşam gelmeseydin, bütün geceyi zor geçirirdim.” Gözlerimi kaçırdım. Ne diyeceğimi ne konuşacağımı bilmiyordum. Bu ev, bu an… her şey üzerime kapanıyordu. “Sana söylediklerimi düşün, Afra,” dedi. Sesi daha yumuşaktı bu kez. “Eğer istemezsen, bir daha bu konuyu açmam. Annem hasta olduğu için burada kalıyordum. O gitti, artık kalmam. Alt katta kalırım, seni rahatsız etmem. Evi istediğin gibi kullanabilirsin.” Başımı hızla kaldırıp ona baktım. “Burası senin evin,” dedim, neredeyse şaşkınlıkla. Başını iki yana salladı. “Senin,” dedi. Sonra gözlerindeki kararlılığı yumuşatıp ekledi: “Eğer evlenirsek, ikimizin evi olur.” Hırkamı avuçlarımın arasında sıktım ve derin bir nefes aldım. “Ben sevemem, Kürşat,” dedim sonunda. Sesim alçaktı, ama her kelimesi bir gerçeği taşıyordu. “Bebeğimin babası… ne kadar beni sevmemiş olsa da, ben onu sevdim. Sana minnettarım. Bir aydır benimle sürekli ilgileniyorsun. Ayakkabımı, kabanımı giydiriyorsun. Dolap dolu olmasına rağmen benim için sürekli bir şeyler alıyorsun. Kızıma aldıklarını söylemiyorum bile. Ama ben seni mutlu edemem.” Gözlerini benimkilerin içine dikti. O gözlerde bir yalvarış vardı. “Denemeden bilemezsin,” dedi, kelimelerinin her birine bir umut iliştirerek. “Ayrıca, sen mutlu olursan ben de mutlu olurum.” Ona hayır demek o kadar zordu ki… Yüzüne, o yalvaran bakışlarına bakmaya dayanamıyordum. Kalbini kırmak istemiyordum. Ama kalbimin kırıklığıyla onu da üzmekten korkuyordum. Biz, bu odada iki yaralı insandık. Ve o yaralar, birbirimizi iyileştirecek mi yoksa daha da mı derinleştirecek, bilmiyordum. Derin bir nefes alıp kelimelerimi tartarak, “Sen iyi bir adamsın,” dedim. Gözlerimi kapatıp açtım. Söyleyeceklerimi düşünmeden daha fazla bekleyemezdim. “Bebeğim için seninle evlenirim. İşini yapar, kıyafetlerini ütülerim.” Bu sözler, odaya bir gök gürültüsü gibi yayıldı. Kürşat gözlerini kocaman açmış, nefesini tutmuş bir halde bana bakıyordu. “Evlenirim mi dedin?” diye sordu, sanki duyduklarına inanmakta zorlanıyormuş gibi. Başımı hafifçe aşağı yukarı sallayıp, “Evlenirim,” diye tekrarladım. Sözlerim, onun yüzünde bir umut ışığı gibi parladı. Derin bir nefes aldı, ama sesi hafifçe titriyordu. “Teşekkür ederim,” dedi. “Seni asla üzmeyeceğim. Bebeğini kendi çocuğum gibi seveceğim, söz veriyorum. Seni mutlu edeceğim. Ama lütfen, benimle evlendiğinde hiçbir şey yapmak zorunda olduğunu düşünme. İşimi yapmana gerek yok. İkimiz beraber yaparız. İstersen çalışırsın, istersen çalışmazsın. Nasıl mutlu oluyorsan, öyle yaşarsın.” Karnıma peş peşe tekmeler atan kızım, sanki Kürşat’ın söylediklerini duymuş gibi mutlu olmuştu. Ne zaman onun sesini duysa, hemen hareketleniyor, kendini hatırlatıyordu. Elimi karnıma koyup, içimden kızımla konuşur gibi fısıldadım: Bu karar, umarım hepimiz için hayırlı olur… Üçümüz için. Odada yankılanan gök gürültüsünün sesiyle uyandı Kürşat. Gözlerini aralayıp sersemlemiş bakışlarla odanın içinde dolaştırdı. Annesinin odasındaydı. Gece boyunca ışığı kapatmadan yatağın üstünde oturmuştu. Duvardaki çerçeveye takıldı gözleri. Annesinin ona gülümseyen fotoğrafı, içindeki boşluğu daha da büyütüyordu. Sessizce, kimseye hissettirmeden ağlamıştı. Şimdi dışarıda, şiddetle yağan yağmur ve gök gürültüsü sanki onun içindeki fırtınayı yansıtıyordu. Odasının kapısından çıktı. Sessiz adımlarla koridorda ilerlerken, bakışları Afra’nın odasına kaydı. Kapıyı aralık bırakmıştı, Afra’nın rahatsızlanması durumunda hemen duymak için. İçinde, onu yalnız bırakmanın korkusuyla adımlarını daha sessiz, daha temkinli attı. Kapının aralığından, odanın loşluğunda Afra’yı gördü. Uyuyordu. Yüzü huzurluydu ama aynı zamanda yorgundu. Karnında taşıdığı kızlarıyla beraber, hayatında gördüğü en güzel manzaraydı bu. Onu izlerken, kalbi bir kez daha deli gibi çarpmaya başladı. Afra’ya baktığında içindeki her şey değişiyordu. İlk kez onu gördüğünde, yıllardır buz tutmuş olan kalbinde bir kıvılcım çakmıştı. O kıvılcım, her geçen gün büyümüş ve içini ısıtan bir yangına dönüşmüştü. Her baktığında, içinde kıpır kıpır olan hisleri bastırmak istiyor, ama durduramıyordu. Durdurmayı da istemiyordu. Afra’nın hüzünlü gözleri… Kürşat’ın kalbindeki bütün ağırlıkları alıp başka bir duyguyla dolduruyordu. Sarılmak, onu teselli etmek, onun her acısını kendisi çekmek istiyordu. Ama nasıl? Afra’yı kaybetmekten korkuyordu. Şehit olmuş bir adamı kıskanacak kadar çok seviyordu onu. Derin bir iç çekerek salona ilerledi. Yorgun bedenini koltuğa bıraktı. Başını ellerinin arasına aldı. Bu karmaşanın içinde bir yol bulmaya çalışıyordu. Afra ile olan bu bağ, içindeki her şeyi altüst etmişti. Ama aynı zamanda ona bir amaç da vermişti. Doğuma çok az kalmıştı. Ve Kürşat, nikâh işlemlerini bir an önce halletmek istiyordu. Bir düğün yapamazdı, bunu biliyordu. Ama Afra’ya gelinlik giydirmek istiyordu. Onun o beyazlar içinde huzurlu bir şekilde gülümseyişini görmek, bu kaosun içindeki en büyük isteğiydi. Annesi yanında olsaydı, ona yardımcı olurdu, ne yapacağını söylerdi. Ama şimdi, her şeyi tek başına düşünmek zorundaydı. Ve bu düşünceler onu yavaş yavaş çıldırtıyordu. Ellerini saçlarının arasına götürdü, derin bir nefes aldı. Kalbinden geçen bir dua ile gözlerini kapadı. Allah’ım, bu kadın ve bu çocuk bana emanet. Onları koruyacak gücü bana ver. "Günaydın," dedi yumuşak bir ses. Afra’nın sesi, düşüncelere gömüldüğü sessizliği delip geçmişti. Başını kaldırıp ona baktı. Gözlerinde belli belirsiz bir şaşkınlık vardı, sonra hemen toparlandı. Yavaşça ayağa kalktı, sanki Afra’nın varlığı onu bulunduğu yerden kaldırmış gibiydi. “İyi misin? Erken kalktın.” Afra koltuğa doğru ilerlerken, Kürşat gözlerini ondan kaçırmaya çalışıyordu. Ama her defasında başarısız oluyordu. Afra’ya bakmamak zordu. Her ne kadar bakışlarını yere indirse de, kalbi onun hareketlerini takip etmekten vazgeçmiyordu. Onu saatlerce izleyebilirdi, ama yanlış anlaşılmaktan korktuğu için hemen başka bir yöne dönüyordu. Afra göbeğini okşayıp bebeğiyle konuştuğunda, Kürşat'ın kalbi daha hızlı çarpmaya başlıyordu. Onun bu küçük anlarını görmek, içinde tarifsiz bir huzur yaratıyordu. Ama Afra’nın bakışlarını fark ettiğinde, hemen salondan çıkmayı tercih ediyordu. Ona rahatsızlık vermekten korkuyordu. “Bugün hastaneye gidelim mi?” dedi Afra, nazik bir tonla. “Gidelim,” dedi hızlıca. “İstersen şimdi gidelim, yüzün solgun duruyor.” Afra hafifçe başını eğdi. “İlk defa bu kadar ağrım oldu. Gidelim dersen, şimdi gidelim.” Kürşat’ın elleri istemsizce yumruk oldu. Onu rahat ettirmek için elinden geleni yapıyordu, ama Afra’nın her defasında çekinerek konuşması canını sıkıyordu. Afra’nın ondan bir şey istemesi bu kadar zor olmamalıydı. İsterken çekinmemeliydi. Kürşat, onun bu korkusunu kırmak istiyordu, ama nasıl? Ayağa kalktı ve kısa bir nefes aldı. “Gidelim,” dedi kararlı bir şekilde. Afra, “Üstümü değiştirip geliyorum,” dediğinde, Kürşat başını salladı. “Tamam,” dedi ve beklemek için yerine oturdu. Hastaneye vardıklarında, Doktor Afra’yı muayene etti. Kısa bir sessizlikten sonra doktorun rahatlatıcı sesi odaya yayıldı: “Herhangi bir sağlık sorunu yok. Sadece biraz yorgunluk. Bol bol yürüyüş yapmanız iyi gelir.” Kürşat, doktorun sözlerini aklına kazıdı. O günden sonra her gün Afra’yla yürüyüş yapmaya kararlıydı. Doktorun odasından çıktıklarında, ikisi de konuşmadan arabaya yöneldiler. Daha sonra bir restorana gidip kahvaltı yaptılar. Kahvaltı sırasında, ikisi de birbirine bakmaktan çekiniyordu. Kürşat, sessizliğin boğuculuğuna daha fazla dayanamayarak bardağı masanın üzerine bıraktı ve derin bir nefes aldı. “Afra,” dedi sonunda. “Bugün nikâh işlemlerini halledelim mi? Doğuma üç hafta kaldı.” Afra başını salladı. Kürşat’ın teklifinde mantık vardı. Hem bebeği doğmadan nikâh kıyılması, hem Kürşat için hem de Afra için en doğrusu olacaktı. Aynı evde kalıyorlardı ve bu durum, etraftan laf söz gelmesine sebep olabilirdi. Afra’nın komşuları onu üzmezdi, ama Kürşat’ın akrabaları… Onların iğneleyici sözlerini duymaktan korkuyordu. *** Kahvaltının ardından belediyeden nikâh evraklarını aldılar. Normalde iki gün sürecek işlemler, Kürşat’ın araya tanıdık sokmasıyla hızlandırılmıştı. Üç gün içinde nikâh kıyılmış olacaktı. Kürşat, bu düşünceyle heyecanını bastırmaya çalışarak mahalleye döndü. Ama içindeki dalgalanmayı kontrol edemiyordu. Afra’nın inmesini beklemeden arabadan indi ve hızla kapıyı açıp ona yardım etti. Genç kadının arabadan inmesine destek olurken, ellerinin sıcaklığını hissetti. Bu his, içinde yanan bir kor gibiydi, ama o bu koru hep bastırmaya çalışıyordu. Birlikte eve doğru yürüdüler. İkisinin de söylemek istedikleri vardı, ama kelimeler aralarında bir engel gibi duruyordu. Kürşat konuşmak istiyordu, ama Afra’yı sıkmaktan korktuğu için sustu. Onun düşündüğünü, kendince bir şeyleri yoluna koymaya çalıştığını biliyordu. Bu yüzden şimdilik geri planda duruyordu. Evin içine girdiklerinde, Afra yorgun olduğunu söyleyip odasına çekildi. Kürşat montunu çıkarıp cebindeki telefonunu aldı. Çocukluk arkadaşı Serhan’ı aramak için numarayı tuşladı. Telefon açılır açılmaz, Serhan’ın enerjik sesi duyuldu: “Kardeşim?” “Nasılsın, Serhan?” “İyiyim kardeşim. Senin dükkândayım.” “Geliyorum.” Telefonu kapatıp ayağa kalktı. Afra’nın odasının kapısına vurdu. “Dükkâna gidiyorum,” dedi kısık bir sesle. “İstediğin bir şey var mı, alırım.” Afra’nın yanıtı kısa ve mesafeliydi. “Sağ ol. Uyuyacağım.” Kürşat, gözlerini kapattı ve alnını kapıya yasladı. Afra’nın bu soğuk tonu, yüreğinde bir bıçak gibi kesik açıyordu. Çok erkendi, bunu biliyordu. Ama onun ses tonunun yumuşak çıkması için her şeyini verebilirdi. Dükkâna vardığında, çalışanlara “Kolay gelsin,” diyerek odasına geçti. Serhan oturduğu yerden kalkıp ona sıkıca sarıldı. “Nasılsın, Kürşat?” “İyi olmaya çalışıyorum Serhan’ım. Asıl sen nasılsın? Seni dün bir kere gördüm, sonra kayboldun.” Serhan yerine oturup, elindeki çay bardağıyla oynamaya başladı. Bir sıkıntısı olduğu belliydi. Kürşat onun bu hâlini hemen fark etti. “Ne oldu oğlum?” diye sordu kaşlarını hafifçe çatarak. Serhan bir an durdu, sonra gözlerini Kürşat’a dikti. “Abi,” dedi. “Bu gece Feray’ı kaçıracağım.” Kürşat bir an donup kaldı. “Saçmalıyorsun,” dedi sonunda. “Hayır, abi. Saçmalamıyorum. On kere gittim istemeye, her defasında yaşım büyük diye kapıdan çevirdiler beni. Ama biz birbirimizi seviyoruz! Yaş farkı kimin umurunda? Ben onu seviyorum, o beni seviyor.” Kürşat bir an sustu, sonra Serhan’ın omzuna dokundu. “Her ne olursa olsun, kardeşim,” dedi yavaşça. “Arkandayım.” Ama o anda aklına bir şey geldi: Afra’yla aralarındaki yaş farkı. Serhan’ın söylediği her kelime, Kürşat’ın kendi içindeki korkularını tetikliyordu. Afra’yla arasında geçen hiçbir konuşmada yaş farkı konusu açılmamıştı. Ama bundan sonra açılmasını da istemiyordu. Çünkü Afra onun karısı olacaktı. Yaş farkı, ne olursa olsun, bunu değiştiremezdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD