Günler birbirini kovaladıkça bu eve daha çok alışıyordum. Menekşe Teyze’nin yanında olmanın hem bana hem de ona iyi geldiğini hissediyordum. Diyaliz günlerinde onun elini tutarak, bazen sessizlikle bazen de küçük konuşmalarla birbirimize destek oluyorduk. Hastalığı ilerledikçe bedeninin ağırlığını taşımak zorlaşıyor, her adımı, her oturuşu daha sancılı hale geliyordu. Ama Menekşe Teyze güçlüydü, ruhu bir savaşçı gibi dimdik duruyordu. Yanından hiç ayrılmayan Kürşat ise bu gücün ardındaki en büyük destekçiydi. Annesine bir şey olacak korkusu, bakışlarına yerleşmiş bir gölge gibiydi.
Bazen gecenin en sessiz saatlerinde, tuvalete kalktığımda, Kürşat’ı annesinin odasından çıkarken görüyordum. Yorgun ama vakur bir şekilde başıyla selam verir, ardından hiçbir şey demeden kendi odasına çekilirdi. O günden beri benimle neredeyse hiç konuşmuyordu. Sadece gerektiğinde birkaç kelime ediyor, "Bir ihtiyacın var mı?" diye soruyordu. Gözleri ise bir şeyler saklıyordu; ne kadar derine bakmaya çalışsam da onun sustuklarıyla ördüğü duvarları aşamıyordum.
Bana ve karnımdaki bebeğime olan ilgisi hâlâ tazeydi. Hiç beklemediğim bir şefkatle, her dışarı çıkışında kızım için minik elbiseler alıp getiriyordu. “Bu kadar yeter, lütfen bir şey alma artık,” desem de hevesini kırmaya kıyamıyordum. Aldıklarını sessizce dolaba yerleştiriyor, kendi çocuğunu kaybettiği için bu kadar yardımcı olduğunu düşünüyordum. Ama benim için asıl şaşırtıcı olan, o kısa bir ayda, kızım için sıfırdan yaptığı mobilyalardı. Bir yatak, bir beşik, bir dolap… Her biri ellerinden çıkmıştı. Gece gündüz marangozhanede çalışıp yetiştirmişti. Mesleğini bıraktığını anladığımda içten bir dilekle “Hayırlısı olsun,” demiştim, ama bu cümlenin bile yeterli olmadığını hissediyordum.
Saat geceyi üç vurduğunda, yatağımın içinde dönüp durmanın bir fayda etmediğini anladım. Belimdeki ağrı uyumamı zorlaştırıyordu. Doğum yaklaştıkça kasıklarıma ve belime vuran sancılar sıklaşmıştı. Kalkıp evin içinde biraz dolaşmanın iyi geleceğini düşündüm. Ama ne zaman yerimden kalksam, Kürşat da uyanıyordu. Bu gece de öyle oldu. Annesinin odasından çıkmış, bir an için gözlerini endişeyle bana dikmişti. Bakışları sanki bir şey söylemek istiyor, ama ardından hemen kaçıyordu.
Eskisi gibi değildi. Gözleri hâlâ üzerimdeydi, ama artık saklanıyordu. Kırıldığını biliyordum. O gece, yanlış anladığını söylediğimde "Sorun yok," demişti, ama sorun vardı. Hem de derin bir yerde… Söyledikleri değil, sustukları anlatıyordu bunu. Bana bakmıyor gibi yapıyor, ama her hareketimi takip ediyordu. Göz göze geldiğimizde ise, kaçmaya çalışan bir çocuk gibi davranıyordu. Kürşat’ın kırılan yerlerine ulaşmayı o kadar çok istiyordum ki… Belki de, bazen insanın en zor tamir edemediği şey, bir başkasının içine yerleştirdiği yaralardı.
Eli ensesinde, bakışları yerde sabitlenmişti. Derin bir nefes alıp sessizliği bozmamak için kendimi tuttum. Sormak istiyordum: “Ne oluyor Üsteğmenim? Neden böyle çekingen duruyorsun?” Ama kelimeler boğazıma düğümlenmişti.
“Sancın mı var?” dedi, sesi endişeyle örülüydü.
“Biraz,” diye yanıtladığımda başını kaldırdı ve gözlerime baktı. Yüzündeki kaygı beni hem şaşırttı hem de istemsizce bir tebessüm yarattı yüzümde.
“Çok fazla sancım yok, doktor bunun normal olduğunu söylemişti, unuttun mu?” dedim hafifçe gülümseyerek.
“Unutmadım,” dedi, ama sesinde hâlâ sakinleşmeyen bir telaş vardı. “Endişeliyim. Erken doğum olabilir. Çok sancın olursa hemen bana söyle.”
Bu ciddiyeti karşısında gülüşüm biraz daha yayıldı. “Merak etme,” dedim. “Çok sancım olursa çığlığımla evi inletirim.”
Bana katılmak yerine yine o ciddi ifadeyle, “İstersen sezaryen doğum yap,” dedi.
“Neden?”
“Sancın çok olur,” dedi. “Oğlumun annesi sabaha kadar ağlamıştı. Sezaryen olsun dedim ama inat etti, normal doğum yaptı.”
“Sağlıklı olduğu için,” diye karşılık verdiğimde başını hafifçe salladı. “Evet,” dedi. “Ama o inat ettiği için oğlum havasız kaldı. Doktor son anda kurtardı.”
Konuşurken eli göğsüne doğru gitti, sanki kalbinde biriken eski bir acıyı yoklamak ister gibi. Sesi boğuldu: “Beş ay sonra gitti ama.” Omuzları çökmüş, gözleri uzaklara dalmıştı. Daha fazla bir şey demedi; sadece yavaş adımlarla odasına çekildi. Onu ardından izlerken, içimde tarif edilemez bir burukluk hissettim. Evlat acısı... İnsan hangi kelimeyle bu yarayı tarif edebilirdi ki?
Odamda yatağa uzandığımda gözlerimi kapatıp dua ettim: “Rabbim, kimseye evlat acısı yaşatma…” İçimde bir düğüm vardı, çözülmeyen bir düğüm.
Ertesi sabah, Kürşat’ın adımı seslenişiyle gözlerimi açtım. “Afra!” Telaşlı sesini duyar duymaz yataktan fırlayıp odadan çıktım. Nefes nefese Menekşe Teyze’nin odasına girdim ve Kürşat’ın annesini kucağına aldığını gördüm.
“Ne oldu?”
“Hastaneye gidiyorum. Annem çok kötü.” Menekşe Teyze’nin cansız gibi duran bedenini sıkıca kavramış, sanki onu hayatla bağlayan bir ipi tutuyormuş gibi taşıyordu. Odanın kapısından hızla çıktığında, ben de onun peşinden yürüdüm. Koşuyordum ama içimdeki korku bacaklarımı durduramayacak kadar büyüktü.
“Koşma Afra!” diye seslendi. Ama nasıl durabilirdim ki? Menekşe Teyze’ye bir şey olma ihtimali bile beni boğuyordu. Merdivenlerden aceleyle inerken bir kez daha “Dikkatli ol!” diye bağırdı. Sesi çaresiz bir uyarı gibiydi. O an arkamı dönüp ona sarılmak, “Korkma, biz iyiyiz,” demek istedim. Ama onun için iyiyiz diyebilmek mümkün müydü? Kucağında annesini taşırken, sanki herkesi aynı anda korumak istiyor gibiydi. Eğer yapabilseydi, hepimizi kollarıyla sarıp hayatın her türlü kötülüğünden uzak tutmaya çalışırdı.
Arabaya ulaştığımızda, ben kapıyı açıp kenara çekildim. Menekşe Teyze’yi arka koltuğa dikkatlice yatırdı. Ardından diğer taraftan içeri girip onun yanına oturdum.
Titreyen ellerimle Menekşe Teyze’nin saçlarını okşarken gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. İçimde bir ses, bu yolculuğun son olduğunu söylüyordu. O sesi bastırmaya çalıştım, ama Menekşe Teyze’nin solgun yüzü, titrek nefesi, gerçeği gözler önüne seriyordu. Bana güçlükle döndü ve fısıldadı: “Birbirinize sahip çıkın…”
“Anne…” Kürşat’ın boğulan sesi içimde yankılandı.
“Menekşe Teyze…” diye yalvardım, ama hiçbir şey değişmedi. O an, kolu boşluğa düştü.
“Hızlı sür, Kürşat!” diye bağırdım boğazımdaki düğüm çözülerek.
Kürşat, annesinin cansız bedenine baktı, ama hâlâ bir umut arıyordu. “Annem, iyi misin?” diye sorarken sesi çatladı. Başımı eğdim, göz göze gelmekten kaçındım. Annen artık burada değil… demek istiyordum ancak kelimelerden kaçmak daha kolaydı.
Menekşe Teyze nefes almıyordu. Azrail çoktan gelip ruhunu almıştı.
“Menekşe Teyze, neden gittin ki?” diye mırıldandım, içimde kabaran çaresizlikle. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken göğsümden bir hıçkırık koptu. Ellerimi karnıma koydum, bir yandan sancıma direniyor, bir yandan da içimdeki kederi bastırmaya çalışıyordum. “Hani bebeğimi sen büyütecektin? Hani ona sen masallar anlatacaktın?” Sessizlik, cevapsız bir boşluk gibi üzerime çökerken kalbim sanki ağır bir taşın altında eziliyordu.
Hastanenin önüne gelince Kürşat hızlı bir şekilde arabadan inip arka taraftan annesini kucağına aldı. Dikkatli bir şekilde indim arabadan.
“İyi olacaksın, annem. Korkma, ben buradayım,” dedi, sesi kırılgan bir umut taşıyordu. Ama o umudun ne kadar ince bir ipliğe bağlı olduğunu ikimiz de biliyorduk.
Menekşe Teyze’yi sedyeye yatırırken ellerinin titrediğini fark ettim. Onun bu hâlini görmek içimi büsbütün dağıttı. Görevlilerle birlikte hızla acile doğru koştular. Peşlerinden gitmeye çalıştım, ama kasıklarıma vuran sancılar adımlarımı yavaşlatıyordu. Yine de durmadım. Nefesim kesiliyor, bedenim isyan ediyordu, ama o an başka hiçbir şey umurumda değildi.
Acilin kapısına ulaştığımda Kürşat’ı yerde otururken buldum. Başını ellerinin arasına almış, bedeni çökmüş gibiydi. Yanına oturdum, çekingen bir şekilde koluna dokundum. Ve sonra… dayanamadım. Gözyaşlarım onun gözyaşlarına karıştı. O hıçkıra hıçkıra ağlarken, ben de içimde biriken tüm acıyı dışarı saldım.
“Gitti,” dedi, sesi çatlamıştı. “Annem gitti, Afra…”
Ölümün ne olduğunu biliyordum, geride kalanların ne kadar yandığını, ne kadar çaresiz kaldığını… Kürşat’ın yüreğini nasıl bir ateşin kavurduğunu tüm hücrelerimde hissediyordum. Ama bu duyguyu paylaşmak dışında elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Dakikalarca orada, yerde, yan yana oturduk. Ne o kalktı ne ben. Sessizliğin içinde gözyaşlarımız birbirine karıştı. Ama sonra, Kürşat’ın akrabaları gelmeye başladı. Kalkmak zorunda kaldık. Kürşat onlara sarılırken, ben geri planda durdum. Kendimi görünmez kılmak istercesine sessizdim. Ama gözler… o bakışlar… Kürşat’a sarılan kadınların gözleri, bir ok gibi üzerime saplanıyordu.
Çekimser ve sorgulayıcı bakışlarından rahatsız oldum. Gözlerimi onlardan kaçırsam da bakışlarını üzerimde hissetmeye devam ettim. Fısıltılar kulağıma kadar geliyordu. Hakkımda bir şeyler söylüyorlardı, belliydi. Daha fazla dayanamayacağımı hissettiğim anda, Kürşat’ın sesi beni kendime getirdi.
“Afra,” dedi, beni işaret ederek.
“Efendim?” diye yanıtladım hemen. Sesim çatlamıştı, ama yine de güçlü durmaya çalışıyordum.
“Halamlarla birlikte sen de eve geç,” dedi.
“Hayır,” dedim hemen. “Ben seninle burada kalırım.”
Bana kötü kötü bakan kadınlarla aynı evde kalmayı hayal bile edemezdim. Kürşat’ın gözlerinde başka bir şey vardı; belki acının ağırlığı, belki benim için duyduğu endişe. Yanıma gelip alçak bir sesle, “Burada kalma, belin ağrıyor,” dedi. O an içimde bir şey kırıldı. Kendi acısına rağmen hâlâ beni düşünüyordu. Bu düşüncesi, kederimi daha da ağırlaştırdı.
“Seninle kalmak istiyorum,” dedim. Gözlerim dolmuştu. “Eve gitsem de duramam. Yanında kalmama izin ver, lütfen…”
Bir an durdu, derin bir iç çekti. “Peki,” dedi sonunda. O kadar yorgundu ki sesi rüzgarda savrulan bir yaprak gibi inceydi. Yanaklarına bulaşan gözyaşlarını silmek istedim, ellerim kımıldayamadı. Tek yapabildiğim, karnıma bastırdığım ellerimle gözlerinin derinliğine bakmaktı.
Tam o anda, bir kadın yanımıza geldi. Orta yaşlarda, soğuk bir ifadesi vardı. Bakışları bıçak gibi keskin, ses tonu sorgulayıcıydı.
“Kürşat, bu kadın kim?” dedi, beni baştan aşağı süzerek.
Kürşat bakışlarını ondan kaçırmadan, “Hayırdır, hala?” dedi.
Kadın ısrarcıydı. “Bu kadın kim diyorum, a… bu annenin bahsettiği kadın mı yoksa? Kocası ölen...” dedi, sesine alay karışmıştı.
Kürşat’ın sabrı tükenmiş gibiydi. “Hadi siz eve gidin, hala,” dedi, dişlerinin arasından kelimeleri sıkarak.
Kadın lafını dinlemeyişine bozulmuştu, ama “Gidelim,” deyip yanımızdan uzaklaştı. Kürşat gözlerini kapadı, dişlerini sıkarak “Sabır,” diye fısıldadı. O kadar sessiz ama o kadar ağırdı ki, bu kelime yüreğimde bir ağırlık bıraktı.
Acısının içinde boğulurken, ona hiçbir şey diyemedim. Onun çektiği yükü daha da ağırlaştırmak istemiyordum. Ama o kadınların bakışları, fısıltıları, sorgulamaları… içimi kemiriyordu. Sanki bir şey söylemek için fırsat kolluyorlardı. Ve ben, toparlanmaya çalışırken bir kez daha yıkılmaktan korkuyordum.
*
İkindiye kadar Menekşe Teyze’nin cenaze işleri bir bir halledildi. Herkes sessiz, ama sessizlikten daha çok acı konuşuyordu. İkindi ezanı okunurken Menekşe Teyze’yi aile mezarlığında toprağa verdik. Kürşat’ın titreyen elleri, mezarın kenarında bir avuç toprağı güçlükle bırakırken, o toprakla birlikte yüreğinden bir parçanın da gömüldüğünü hissedebiliyordum. Herkes ayrıldı, ama ben dönüp bir kez daha mezara bakmadan edemedim. Hoşça kal, Menekşe Teyze… Sessiz bir veda fısıldadım içimden.
Eve döndüğümüzde, yorgunluktan neredeyse ayakta duramayacak haldeydim. Komşular beni hemen oturtup hiçbir şey yapmama izin vermediler. Ama oturmuş olmam, içimdeki ağırlığı hafifletmedi. Kürşat’ın akrabalarının üzerimde asılı kalan bakışları, sırtımda bir yük gibi hissediliyordu. Kaşları çatık, dudaklarının kenarında bir sorgulama… Başımı eğdim, onların gözlerinden kaçmaya çalıştım. Ama o bakışlar, kaçtığım her yerde beni yakalamayı başardı.
Bugün bu evden bir cenaze çıkmıştı. Ama onlar yas yerine fısıldaşıyor, dedikodunun soğuk diliyle içimi kanatıyorlardı. Bir an kulaklarımı tıkamak istedim. Oysa kelimeler havada yankılanıyor, susmaya yanaşmıyordu.
Tam o anda Gamze Teyze’nin sesi beni bulunduğum karanlıktan çekip aldı. “Azra, burada kızım,” dedi, sesi şefkat doluydu. Başımı kaldırdığımda girişte Azra’yı gördüm.
Gözleriyle beni buldu ve yavaşça yanıma yürüdü. Ayağa kalkmak için hamle yaptığımda elini omzuma koyarak, “Otur,” dedi. Yanıma oturdu, yorgun yüzümdeki çizgilere bakarak derin bir iç çekti.
“Anca gelebildim. Nasılsın?”
“Nasıl olayım ki, Azra? Kimi sevsem gidiyor.”
Elimi tutup derin bir nefes aldı. Ama bu nefes, teselli getirecek kadar güçlü değildi.
O sırada içeriden, boğazımı sıkan başka bir ses yankılandı: “Kız, bu eve tamamen yerleşmiş baksanıza. Odada bebek eşyaları var.”
Bakışlarımı koridora çevirdim. Sözler, bir bıçak gibi kalbime saplandı. Eve geldiklerinden beri kapımı açıp kapıyorlardı. Benim hangi hakla burada kaldığımı sorguluyorlardı. Onların bakışları, sorgulamaları, fısıltıları... Hepsi bana dokunuyordu. Ama hiçbirine cevap vermedim. Suskunluğum, onların sesini daha da yükseltmişti. Sanki sessizliğim sinirlerini daha çok alevlendiriyordu.
Başımı ellerimin arasına almışken Gamze Teyze yanıma geldi. Yumuşak bir şekilde saçlarımı öptü ve kulağıma fısıldadı: “Duyma onları, kızım. Bunlar yıllardır böyleler. Menekşe de sevmezdi onları. Ne derlerse desinler, sakın seni üzmelerine izin verme.”
Dolan gözlerimi sildim. Gamze Teyze’nin sesi, içimdeki o kırık duvarların biraz olsun sağlam durmasını sağladı. Derin bir nefes aldım ve içimde sıkışan tüm kelimeleri tekrar susturdum.
“Afra, hadi bize gidelim mi?” dedi Azra, sesi sakin ama beni teselli etmeye çalışan bir tonla. “Burada kaldıkça canın daha çok sıkılır. İnsanlar birazdan çekilir, o zaman yine geliriz.”
Bir an düşündüm. Belki uzaklaşmak gerçekten iyi olurdu. İçimdeki ağırlığın hafiflemesi için bu evin kasvetinden çıkmam gerekiyordu. Başımı hafifçe salladım. “Olur,” dedim.
“Talha aşağıda. Sen eşyalarını al, ben onu arayayım, hemen çıksın.”
“Tamam.”
Gamze Teyze’nin yardımıyla ayağa kalktım. Ayaklarım bedenim kadar ağır geliyordu, ama kendimi toparlamaya çalışarak salondan çıktım. O sırada içeride hâlâ konuşan kadınların fısıldaşmalarını duydum, ama duymazlıktan geldim. Sözleri, rüzgârda savrulan taşlar gibi etrafımda dolaşıyordu. Onlara kulak verirsem bu taşlar yarama saplanacaktı. Bu yüzden başımı çevirdim ve Gamze Teyze’yle birlikte odaya girdim.
“Bizde de kalabilirsin, yavrum,” dedi Gamze Teyze, elimi tutarak. “Sakın kendini yalnız hissetme. Bu kadınların içi fesat; hep kötülük düşünürler. Onların laflarına sakın kulak asma.”
Güçlükle gülümsedim. Ama içimde başka bir kaygı vardı. “Arkadaşımla gitsem daha iyi olur, Gamze Teyze. Benim yüzümden Kürşat Üsteğmen ailesiyle sorun yaşamasın. Zaten yeterince acısı var.”
“Kızım, bence sen gidersen ailesiyle daha çok sorun yaşayacak. İstersen onunla konuş.”
“Giderken göreceğim zaten,” dedim, ama sesim yorgundu.
“Tamam, yavrum. Nasıl istersen.”
Çantama birkaç parça eşya koydum. Kalbim sıkışıyordu, ama adımlarım beni o odadan çıkarmaya zorluyordu. Azra’yla beraber koridordan çıkışa doğru ilerlerken dış kapının sesi duyuldu. Kürşat içeri girdi. İlk bakışları gözlerime düştü; ardından ellerimdeki çantaya. Gözleri bir anda öfkeyle alevlendi. Kaşları çatıldı ve bakışlarını hemen arkamdaki akrabalarına çevirdi. Öfke dalgası onun üzerinden yayıldı.
“Nereye gidiyorsun, Afra?”
Yutkundum. Gözlerindeki öfke kadar, o öfkenin ardındaki çaresizlik beni allak bullak etti. “Ben… Azra’nın yanında kalacağım,” dedim usulca.
Kaşlarını daha da çattı. “Neden?” diye sordu, sesi alçaktı ama her harfi bir ok gibi çıkıyordu.
“Böylesi daha uygun olur.”
Bir adım attı, elimden çantayı aldı ve sert bir şekilde odama doğru yürüdü. Onu takip ederken ayaklarım sanki beni başka bir yere götürüyor gibiydi. Odaya girdiğimizde çantamı kenara koydu, kapıyı kapattı ve ellerini saçlarına götürdü. Yavaşça saçlarını karıştırdı, sonra bana döndü. Gözlerinde hem öfke, hem hüzün vardı.
“Ne oldu? Ne dediler?”
Gözlerimi kaçırdım. “Kürşat Üsteğmenim…”
“Afra, ben artık Üsteğmen değilim. Bana sadece Kürşat de. Lütfen.”
Başımı eğdim. Omuzlarımı silkip sessiz kalmaya çalıştım. Ama o, çenemi nazikçe tuttu ve başımı kaldırdı. Göz göze geldik. Onun o gözlerindeki karanlık beni içine çekiyordu.
“Bak,” dedi, sesi yumuşaktı, bir o kadar da derin. “Bugün annem öldü. Oturup ağlamak istiyorum, ama etrafımdaki kalabalık buna bile izin vermiyor. Onlar birazdan gidecek ve ben bu koca evde tek başıma kalacağım. Annem yok. Afra yok. Beni yalnız bırakma.” Sesi titredi. “Gidersen çok üzülürüm.”
Gözlerim dolmuştu. Ama hiçbir şey diyemiyordum. Acısı, benim tüm kelimelerimi elimden almıştı.
“Gitme, Afra,” dedi, sesi bu kez fısıltı kadar hafifti. “Sen de gidersen hayatım tamamen biter.”
Şaşkınlıkla ona baktım. Sanki dilim tutulmuştu. Nefes almakta zorlanıyordum.
“Ben sana çok alıştım,” diye devam etti. “Bebeğine çok alıştım. Ne olur beni yalnız bırakma. Sana zarar vermem. Söz veriyorum. Ama gitme.”
“Neler diyorsunuz, Üsteğmenim?”
Bir adım daha yaklaştı. Gözleri benimkilerin içine baktı. “Evlen benimle. Sana eş, bebeğine baba olmak istiyorum.”
Bunu duyar duymaz dizlerim boşaldı ama Kürşat beni sıkıca tuttu. Gözlerim yerinden çıkacakmış gibi ona baktım.
“Gitme,” dedi, bu kez yalvarır gibi. “Yalvarıyorum, gitme. Gidersen çok acı çekerim. Seni ve bebeğini koruyacağım. Hayatım pahasına da olsa. Ama lütfen… gitme.”
Başımı iki yana salladım. “Üzgünüm,” dedim, kelimeler boğazımdan zorla çıkıyordu.
“Afra…” dedi, sesi çatlamıştı. “Ne olursun. Yemin ederim sana zarar vermem. Aynı evde iki dost gibi yaşarız. Ama gitme.”
“Siz gerçekten ne dediğinizi bilmiyorsunuz.”
“Biliyorum,” dedi. Sesi kararlılıkla doluydu. “Bak, doğuma az kaldı. Hâlâ kaydını yaptıramadık. Eğer benimle evlenirsen, soyadın değişir ve deden seni bulamaz. Sana ve bebeğine zarar gelmez. Seni korurum, söz veriyorum. Ama lütfen gitme.”
Bir kez daha, boğazımdan dökülen tek kelime oldu: “Üzgünüm.”