3. BÖLÜM

3192 Words
Evden dışarı adım attığımda soğuk hava bir hançer gibi yüzüme çarptı. Hırkamın ince kumaşı, rüzgârın acımasızlığını durdurmaya yetmiyordu. Ürpererek kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturdum ve Kürşat Üsteğmen’in yanıma gelmesini bekledim. O, evin hemen yanındaki dükkâna girmişti. "Gel, içeride bekle," demişti nazikçe, ama içerideki yabancı adamların bakışlarına maruz kalmaktan çekindiğim için kapının dışında kalmayı tercih etmiştim. Rüzgârla birlikte gelen soğuğun tenime işlediği o kısa bekleyiş anında, sabırsızca ayağımı yere vururken onun hızlı adımlarla bana yaklaştığını gördüm. Ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyordu. “Çok soğuk,” dedi sesinde hafif bir uyarıyla. “Bu yüzden seni arabayla gezdireceğim. Hasta olmanı istemem.” Başımı sallayarak arabaya doğru yürüdüm. Kapıyı açtığında, mecburen ön koltuğa oturmak için eğildim. Karnımdaki ağırlığa dikkat ederek, yavaşça yerleştim. Kürşat, kapıyı kapattıktan sonra arabanın etrafını dolaşıp direksiyonun başına geçti. Araba çalıştığında motorun hafif uğultusu, içimdeki gerginliği biraz olsun dağıttı. Gözlerim, sokağın gündüz halini incelemeye başladı. Evlerin alçak duvarları ve birbirine yakın pencerelerinden yayılan yaşam izleri, mahalleye huzurlu bir hava katıyordu. Pencerelerden bize bakan iki kadın fark ettim; dikkatle izliyorlardı. Onların bakışlarındaki merakı tebessümle karşılayarak el salladım. Kadınlar, içtenlikle karşılık verdiler. O kısa an, içimdeki huzursuzluğun üzerine bir yorgan gibi serildi. “Kürşat Üsteğmenim?” Gözleri bir an bana döndü. “Efendim?” dedi tok bir sesle. Bir süre sustum, kelimeleri seçmeye çalıştım. Sonunda endişemi dile getirdim. “Hamile bir kadın… Kocası yok… Mahallede sorun olur mu?” O an bakışları sertleşti, kaşları çatıldı. Direksiyonu sıktığını fark ettim, ellerindeki damarlar belirginleşmişti. “Neden sorun olsun?” dedi, sesi alışılmadık bir şekilde sertti. “Bebeğinin babası, vatanını korurken şehit oldu. Kimsenin bir şey demeye hakkı yok. Bu mahallede kimse başkalarının arkasından konuşmaz. Herkes birlik içinde yaşıyor. Korkma.” “Ben size laf gelmesini istemiyorum,” diye mırıldandım, gözlerimi yere indirerek. “Afra, ne lafı? Sen hamilesin diye neden bize laf gelsin? Aklından geçen kötü düşünceleri at lütfen. Annem seni komşularla tanıştırdığında korkularının yersiz olduğunu anlayacaksın.” Başımı eğdim, sesim neredeyse duyulmayacak kadar kısılmıştı. “Umarım öyle olur,” dedim. Ama zihnim, geçmişteki anıların yükünü taşımaya devam ediyordu. Dedemin öfkesi, hamile kaldığımı duyduğunda söylediği acımasız sözler hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. O, beni öldürmeye hazırdı. Onun elinden kaçarak kurtulmuştum ama bu anılar kalbimde derin yaralar açmıştı. Şimdi ise Kürşat Üsteğmen ve annesinin çevresi, bu mahalledeki insanlar… Onların da böyle düşünmediğine inanmak istiyordum. Kalbim yeterince kırılmış, ruhum yeterince yorulmuştu. Bebeğimle birlikte geçmişin yaralarını taşıyorduk. Daha doğmamışken bile, acılarımızı sırtına yüklemişti bu küçük varlık. İkimiz de dokunsalar ağlayacak bir haldeydik; kötü bir bakış, yanlış bir söz bizi paramparça edebilirdi. Bunları istemezdim. Hiçbirini. Ama olmuştu. Hayat beni bu yola sürüklemiş, bebeğimin babası şehit olmuştu. Kimsesizdik. Bu dünyada sadece birbirimize tutunarak, güçlü olmaya çalışıyorduk. Ama her şeye rağmen içimde bir umut vardı; belki bu yeni mahalle, bu yeni insanlar, yeniden hayata tutunmamıza izin verecekti. Belki de burada, yavaş yavaş kendimizi yeniden inşa edecektik. Soğuk hava, içimdeki ürpertiyi daha da derinleştirirken, Kürşat Üsteğmen’in güven veren varlığıyla yanımda olduğunu bilmek, bu kasvetli duyguyu biraz olsun hafifletiyordu. Evin yanındaki muhtarlık ve sağlık ocağını gösterdiğinde, sözleri ciddi ve kararlıydı. “Kaydını buraya aldırdığımızda sağlık ocağına gelirsin. Sen belgelerini bana ver, kayıt edeyim seni.” Ama içimde hâlâ, geçmişin hayaletlerinden kurtulamayan bir korku vardı. “Şimdi etmeyelim,” dedim çekinerek. “Dedemin adamları peşimdeyken bir süre daha gizli durayım.” “O adam sana bir şey yapamaz. Benim yanımda kimse sana dokunamaz.” Yine de ısrar etmedim. Bir süre daha beklemem gerektiğine inanıyordum; geçmişin gölgeleri hâlâ üzerimde dolaşıyordu. Ardından beni markete götürdü. Arabayı park edip kapımı açtı; inmem için elini uzattığında hafifçe tereddüt ettim. “Marketten bir şeyler alalım. Evde yiyecek azalmış,” dedi sıcak bir gülümsemeyle. İçeri girdiğimizde, o nereye giderse ben de arkasından yürüyordum. Marketin raflarında ağır ağır dolaşırken, aldığı her ürüne dikkatle bakıyordum. Et, tavuk, sebze, meyve… Fazla fazla alıyordu. Bir yandan bunun gerekliliğini sorgularken, bir yandan da ona itiraz etmeye çekiniyordum. “Canının istediği bir şey var mı?” diye sordu aniden, sesindeki tatlı ısrarla. “Yok,” dedim çekinerek. Ama bakışlarındaki inat beni teslim aldı. “Tamam ya,” dedim sonunda, hafif bir gülümsemeyle. “Meyveli pasta.” Yüzündeki ifade değişti, hafif bir alayla karışık sıcak bir tebessüm yayıldı. “Aha, cimcimenin canı pasta çekmiş. Annesi de söylemiyor, doğsun seni ona şikâyet edeceğim,” dedi. “Çok komiksin.” Pastaların bulunduğu bölüme geçtiğimizde, vitrindeki tatlılara kayıtsız bakamıyordum. Dudaklarımı ısırarak iç çektim. Yedi ay boyunca, canımın çektiği birçok şeyi elde edememiştim. Askerlere telefon açıp bir şeyler istemekten utanmış, çoğu gece tatlı ihtiyacımı bastırmak için şekerli su içmiştim. Bu düşünceler gözlerimi doldurdu. Yanağımdan süzülen yaşları silmeye çalışırken, Kürşat Üsteğmen’in bana buruk bir ifadeyle baktığını fark ettim. Göz göze geldiğimizde bir şey söylemedi, sadece kenara çekilip yol verdi. Onun o suskun bakışları, aslında her şeyi hissettiğini ve elinden gelenin fazlasını yapmak istediğini anlatıyordu. Ama bilmeden bile fazlasını yapıyordu; sadece varlığı bile içimde bir umut yeşertiyordu. Market alışverişini tamamladığımızda, poşetlerle arabaya döndük. Poşetleri yerleştirdikten sonra sessizce yola koyulduk. Evin önüne geldiğimizde, kapıyı açmak için elimi koltuğun yanına uzattım, ama o, elini kapının üzerine koyarak beni durdurdu. “Her ağladığında bebeğin de ağlıyor,” dedi sakin bir tonda. “Onu üzme, Afra.” Elimi çekip başımı eğdim. “Elimde olan bir şey değil,” dedim fısıldarcasına. “Yaşlar kendiliğinden akıyor.” Derin bir nefes aldı ve direksiyondan gözlerini çekmeden devam etti. “Gökhan gitti, geride sen ve bebeğin kaldı. Hayata tutunmak için güçlü olmalısın. Acını anlıyorum, ama kendini ve bebeğini bu kadar üzmeni anlamıyorum. Henüz doğmadan annesinin bütün acılarını hissetti kızın. O doğduktan sonra onun karşısında güçlü durmazsan, senin gibi mutsuz olur. Üzme kendini.” “Sorun Gökhan’ın gitmesi değil,” dedim, sesimde biriken kırgınlığı saklayamadan. “O yaşasaydı bile belki bizi istemezdi.” Kaşlarını çatarak yüzünü bana çevirdi. “Sorun ne o zaman?” “Yedi ayda yaşadıklarım gözümün önüne geliyor,” dedim kısık bir sesle. “Kaçak gibi bir evin içinde saklandım. Dedem her an bir yerlerden çıkıp beni bulacakmış gibi hissediyorum.” Bir süre sustu, sonra sesi tekrar yankılandı. “Bulamaz. Sen burada güvendesin. Emin ol, seni bulup sana zarar vermesine asla izin vermem. O yüzden üzülme, her ağladığında daha fazla üzülüyor bebeğin.” Arabadan indi ve bir süre arkasından bakakaldım. Gidişi, omzundaki sorumluluğun ağırlığını taşıdığını gösteriyordu. Kendi yükümle yetinmeyip, onun hayatını da karıştırıyordum. Onu da endişelendiriyor, onun da üzülmesine neden oluyordum. Ama elimde olmadan, bu duygusal fırtınanın içindeydim. Ve Kürşat’ın varlığı, bu fırtınanın ortasında beni sığınacak bir liman gibi sarıyordu. Odaya girer girmez kendimi yatağa attım. Hırkamı çıkarıp bir köşeye bırakırken içimde biriken tüm duyguların ağırlığını hissettim. Yorganın sıcaklığına sığınarak gözlerimi kapadım, ama lanet olası gözyaşlarının özgürce akmasına engel olamadım. Kürşat Üsteğmen ve annesinin içeriden gelen konuşmaları, odanın sessizliğini hafifçe delip geçerken yorganı avuçlarımın arasında sıkıyordum. Neden bu kadar perişan haldeydim? Beni bu kadar derinden sarsan neydi? Evlenmeden hamile kalmış olmak mıydı? Yoksa sevdiğim adamın beni sevmediğini öğrenmenin verdiği o dayanılmaz gerçek mi? Belki de hepsi birden… Ya da hiçbiri… İçimde büyüyen bu acının kaynağını dahi bilmiyordum. Bildiğim tek şey, durmaksızın içimi oyan bir sızıydı. Dedem, küçüklüğümden beri beni sevmezdi. Annem kız çocuğu doğurduğu için onu hiçe sayan bir adamın beni sevmesi mümkün müydü? Onun varlığını özlemiyordum. Yanımda olmamasının getirdiği bir eksiklik hissetmiyordum. Ama yine de, kalbimin derinlerinde bir acı vardı. Sebebini dahi bilmediğim bir hüzün, içimde yankılanıyordu. Kapıya vurulan bir sesle irkildim. Gözyaşlarımı hızla silip, boğuk bir sesle “Efendim,” dedim. “Afra, arkadaşımla eşi bize gelecek. Seninle tanışmak istiyorlar,” dedi Kürşat. “Arkadaşın?” diye sordum, sesimde hafif bir endişeyle. “Talha Üsteğmen ve eşi Azra.” Gözlerimi kapattım, başımı yastığa yasladım. Talha Üsteğmen… Şule’nin sevdiği adamdı. Şule bana onun karısı hakkında kötü şeyler söylemişti, ama Talha Üsteğmen’in eşini ne kadar sevdiğini biliyordum. Gökhan’ın şehit olduğu gün, Talha’nın eşini kaçırmışlardı. O anki feryadı hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Televizyonlar her akşam onun eşini arayışını, gözyaşları içindeki yüzünü gösteriyordu. Azra’yı bulduğu haberini aldığımda içimde bir rahatlama hissetmiştim. Onun mutluluğu, bir anlık da olsa kendi acımı unutmama yardım etmişti. Ama şimdi buraya geliyorlardı. Bana kötü sözler söylemezler umarım. Şule’nin iddiaları hâlâ zihnimi meşgul ediyordu. Gökhan’ın Talha Üsteğmen’in kardeşini sevdiğini söylüyordu. Eğer bu doğruysa, Gökhan’ın beni hayatına neden dâhil ettiğini hiç anlayamayacaktım. Ah, Gökhan… Neden başka bir kadını severken bana yaklaştın ki? Neden hayatıma girip beni yalnızlığa mahkûm ettin? Bu soruların cevabını hiçbir zaman alamayacağımı bilmek, içimdeki acıyı kat kat artırıyordu. Onun gölgesi hâlâ üzerimde dolaşıyor, varlığı kadar yokluğu da beni boğuyordu. ** Elleriyle oynayıp duruyordu Afra. Parmakları arasında dönüp duran bu hareketsizlik, aslında içindeki fırtınayı gizleyen bir perde gibiydi. Derin iç çekişleri odanın sessizliğine karışıyor, karşısında oturan yaşlı kadının gözlerini dolu dolu dolduruyordu. Kadın, genç kadının her gözyaşında kendi yüreğinin de parçalandığını hissediyor, "Sarılıp, 'Ağlama kızım,' demek istiyorum," diye geçiriyordu içinden. Ama Afra'nın kırılgan sessizliği, onun da kelimelerini bir düğüm gibi boğazında tutuyordu. Afra'nın bu hali, yaşlı kadının yorgun yüreğini acıtıyordu. Bahçede ise Kürşat Üsteğmen sigarasını içerken adımları gergin bir şekilde gidip geliyordu. Gözleri, yerdeki toprakta anlamsızca bir noktaya takılmıştı. “Afra’nın mutlu olması için ne yapabilirim?” Bu soru, kafasının içinde yankılanan bir ezgi gibi, onu yoruyor, başını ağrıtıyordu. Hamile bir kadının üzülmemesi gerektiğini biliyordu. Eşiyle genç yaşta yaptığı evlilikten öğrendiği bir şey vardı; sevmesen bile değer verebilir, onun mutluluğunu koruyabilirdin. Kürşat da elinden geldiğince Afra’ya bu güveni vermek istiyordu. Ama yine de, onun ağlayışıyla kendi yüreği de sızlıyordu. Afra bir köşede gözyaşlarını dökerken, Kürşat’ın da içi kanıyordu. Bahçede duran arabayı görünce sigarasını söndürüp hızlı adımlarla araca doğru ilerledi. Kapıdan inen uzun boylu adamı görünce yüzüne bir tebessüm yayıldı. "Hoş geldin, Talha kardeş," dedi, sıcak bir sesle. "Hoş buldum, Kürşat," dedi Talha. Kürşat, ardından arabadan inen Azra’nın elini de sıkarken, "Hoş geldin yenge," diye ekledi. "Hoş buldum," diye karşılık verdi Azra, utangaç bir gülümsemeyle. "Buyurun içeri geçelim, dışarısı soğuk. Yenge hasta olmasın," dedi Kürşat. Talha, karısının elini tutarak bahçeye girdi. Kürşat’ın iki katlı evinin demir kapısından geçip, onun öncülüğünde merdivenleri çıktılar. Evin içine girdiklerinde, onları Kürşat’ın annesi ve çekingen bakışlarla duran Afra karşıladı. Azra ve Talha, yaşlı kadının elini öpüp, ardından başlarını hafifçe eğerek Afra’ya selam verdiler. İkisi de genç kadına nasıl yaklaşacaklarını bilemiyordu. Sessizlik aniden Talha’nın boğazını temizlemesiyle bozuldu. "Merhaba," dedi, sesi nazik ama biraz gergindi. "Ben Talha Aslan. Gökhan’ın Üsteğmeni, aynı zamanda abisiydim." Afra’nın gözleri doldu, dudakları titreyerek, "Biliyorum," dedi kısık bir sesle. Onun hali Azra’nın yüreğini burktu. Dolan gözlerini saklamak için başını eğdi. "Gökhan sizden çok bahsederdi," dedi, sesi hüzünle boğulmuştu. Afra, kendini tutamayıp hıçkırıklarla ağlamaya başlayınca, bu sahne odadaki herkesi etkiledi. Azra’nın ve yaşlı kadının gözlerinden de yaşlar süzülürken, Kürşat, başını yere eğip yumruk yaptığı ellerini sessizce sıktı. Afra’nın bu hali, odadaki herkesin kalbine bir ağırlık bırakmıştı. Azra, Afra’nın göbeğine koyduğu ellerine bakarken kendi kendine düşündü. "Eğer Talha şehit olsaydı, ne yapardım? Nasıl dayanırdım?" Bu düşünce zihninde yankılanırken, gözlerini kaçırmaya çalıştı. Kürşat, kalın ve otoriter bir sesle konuştu. "İçeri geçelim," dedi. "Afra, sen de yüzünü yıka." Onun bu haliyle daha fazla ortada kalmasını istemiyordu. Afra, hafifçe başını sallayarak lavaboya yöneldi, diğerleri ise salona geçtiler. "Kabanlarınızı alayım, çocuklar," dedi Kürşat’ın annesi. Çift üzerlerindeki kabanları çıkarıp kadına uzattıktan sonra koltuklara oturdular. Azra’nın dolan gözlerini fark eden Talha, onun elini tutup iç çekti. Hafifçe başını eğerek fısıldadı: "Ağlama, bal gözüm." Talha, ardından Kürşat’a döndü. "Burada güvende olacağına emin misin?" diye sordu. Kürşat, kararlı bir sesle cevap verdi. "Eminim. Bir Allah’ın kulu cesaret edemez ona dokunmaya. Burada annemle beraber kalacak, alt kattaki evde ben kalacağım. Merak etme, güvende olacak." Talha başını salladı. "Biraz dışarıda konuşalım mı?" "Gel," dedi Kürşat ve birlikte kapıya yöneldiler. Talha, karısına dönüp, "Tek kalman sorun olur mu?" diye sordu. Azra hafifçe gülümsedi. "Olmaz hayatım, git sen," dedi. Talha’nın arkasından merdivenlere yönelmesiyle Azra, Afra’nın hâlâ gelmediğini fark etti. "Ağlıyordur," dedi Kürşat’ın annesi. "Sabahtan beri gözyaşları durmadı. İstersen yanına git." Azra, biraz tereddütle başını sallayarak yerinden kalktı. Lavabonun önüne geldiğinde, kapıya iki kez vurdu. İçeriden ses gelmeyince bir kez daha vurdu. Kapı açıldığında, Afra’yı gözleri kıpkırmızı olmuş hâlde buldu. "Merhaba," dedi Azra yumuşak bir sesle. Afra, biraz çekingen bir tonda karşılık verdi. "Merhaba." "Ben Azra," dedi kendini tanıtarak. Afra, çekinerek elini sıktı. "Biliyorum," dedi kısık bir sesle. Azra’nın yüzüne kısa bir şaşkınlık yerleşti. "Nereden biliyorsun?" diye soracakken Afra, sözlerini bölerek devam etti. "Şule bahsetti senden," dedi. Bu isim, Azra’nın kaşlarının çatılmasına neden oldu. Şule neden benden bahsetmişti? diye düşünerek genç kadının gözlerindeki hüznü okumaya çalıştı. Afra derin bir nefes aldı ve gözlerini Azra'ya dikerek, “Konuşalım mı?” dedi. Azra, teklifini kabul edercesine başını salladı ve birlikte onun için ayrılan odaya geçtiler. Sessiz adımlarla yatağın kenarına oturdular, aynı anda gözleri birbirlerinin belirginleşmiş şiş göbeklerine kaydı. Geçen beş ay boyunca Azra, Talha’sız bir hücrede esirken, Afra ise Gökhan’sız bir mezarın gölgesinde yaşamıştı. Afra’nın zihni, içindeki acıyla bir keşkeye takılı kaldı: “Keşke,” diyordu içinden, “Keşke ben de bir hücrede olsaydım da, beş ay sonra Gökhan beni kurtarsaydı.” Azra sessizliği bozarak, “Yedi aylıkmış sanırım?” diye sordu. Afra, soruya cevaben sadece başını salladı ve elini göbeğinin üzerinde gezdirdi. “Cinsiyeti ne?” dedi sesindeki merakla. “Kız,” dedi Afra, sesi bir fısıltı kadar hafifti. Azra’nın yüzünde sıcak bir tebessüm belirdi. “Benimki de erkek,” dedi, oğlunun varlığını hissederek. Bu paylaşım, bir an için aralarındaki duvarları hafifçe kırar gibi oldu, ama Afra’nın içindeki kırılganlık hâlâ yerli yerindeydi. Afra, gözlerini kaçırarak, “Bana kızabilirsin,” dedi. “Kötü kadın olduğumu söyleyebilirsin. Lütfen benimle arkadaş olur gibi konuşma.” Azra kaşlarını çatarak karşı çıktı. “Seninle neden dediğin gibi konuşayım? Sen kötü bir kadın değilsin.” Afra, titreyen elleriyle gözyaşlarını silerek, “Öyleyim,” diye mırıldandı. “Şule bana kötü kadın olduğumu, abimin yatağına giren ucuz birisi olduğumu söyledi.” Sözler boğazından döküldükçe daha da küçük bir çocuk gibi görünüyordu. Şule’nin zehirli dili, Afra’nın yüreğinde derin izler bırakmıştı. Azra ise içindeki öfkeyi bastırmaya çalışıyordu. Şule… O kadından nefret ediyordu. “Zehirli bir dilden başka bir şey değilsin,” diye düşündü Azra, yumruklarını sıkarak. Afra, sanki ruhunu boşaltır gibi devam etti. “Gökhan’ın hayatında birinin olduğunu bilmiyordum. Yalnızdım, çaresizdim. Hayatıma hızlı bir şekilde girdi ve çıktı.” Sözleri arasında nefessiz kalacak kadar ağlamaya başlamıştı. Azra, ona sarılarak başını göğsüne yasladı ve yumuşak hareketlerle saçlarını okşadı. “Sakin ol,” diye fısıldadı. “Sen kötü bir kadın değilsin. Kötü olan Şule. Lütfen kendine böyle şeyler söyleme.” Afra, hıçkırıkları arasında, “Ama…” diye itiraz etmeye çalıştı. Azra, Afra’nın gözlerine baktı ve sesine güven dolu bir ton ekleyerek konuştu. “Senin hiçbir suçun yok. Güneş de seni suçlamıyor. Onlar hiçbir zaman tam anlamıyla sevgili olmadı. Gökhan, bir kadını kandıracak bir adam değildi. Sana oyun oynamazdı.” Afra’nın gözleri dolu dolu, dudakları titriyordu. “Çikolatalı pastayı çok seviyorum diye her gün bana alırdı. Uyurken korkuyorum diye gece evime gizlice girip yanımda kalırdı. Hasta olduğumda başımda oturur, ateşim düşene kadar beklerdi. Bana böylesine iyi davranan adamın bana oyun oynamasına inanmak istemiyorum. Ama Şule, onun sevdiği kadın olduğunu, benim aralarına giren kötü kadın olduğumu söyledi.” Azra, Şule’nin bu sözlerini duydukça içindeki öfke kabarıyor, yumruk yaptığı elini istemsizce sıkıyordu. Ama kendini toparladı ve Afra’nın yanağına bir öpücük kondurarak, “Bak,” dedi. “Seni Güneş’le konuşturacağım. Yanıldığını ondan duyacaksın. Şule kötü biri. Seni üzmek için ne söylediyse yalan.” Afra, titreyerek iç çekti ve Azra’nın gözlerine baktı. “Bana, senin Talha Komutan’la arasına girdiğini de söyledi,” dedi. Azra’nın yüzüne keskin bir ifade yerleşti. Dişlerini sıkarak, “Yalancı o,” dedi aralıksız bir öfkeyle. Afra, sesindeki inançla, “Yalan söylediğini biliyorum,” diye mırıldandı. “Seni kaçırdıkları zaman eşinin etrafa saldırışını, bağıra bağıra ağlamasını televizyonda gördüm. Seni böylesine seven bir adam, hayatına başka bir kadın almaz.” Bu sözler, Azra’nın gözlerine yaşlar doldurdu. O anları tekrar hatırlamak istememişti, ama Afra’nın cümleleri, zihninde tüm o görüntüleri yeniden canlandırdı. Talha’nın ağlaması, her bir çığlığı… O anları düşünmek bile içini parçalarken, Afra’nın gözlerinde büyük bir boşlukla, “Ama Gökhan beni sevmemiş,” dediğini duydu. “Meğerse Güneş’i unutmak için bende teselli bulmuş.” Aralık kalan kapıdan içeriye Talha’nın sesi doldu. “Hangi Güneş?” diye sordu, meraklı bir tonla. Azra, Talha’yı karşısında gördüğünde bir an yutkundu. Sorduğu soruya verecek bir cevabı yoktu. Kendini toparlamak adına ellerini karnının üzerinde gezdirip, "Ah," dedi, sanki bir sancı hissediyormuş gibi. Bu sahte anlık tepki, Talha’nın panik dolu bir şekilde yanına gelmesine yetmişti. "Ne oldu?" dedi Talha, sesi endişeyle titriyordu. Azra, eşinin telaşını görünce hafifçe tebessüm etti. "Ufak bir sancı girdi karnıma, ama iyiyim hayatım," dedi nazik bir sesle. Talha'nın kaşları çatıldı ve bu açıklamaya pek de ikna olmuş gibi görünmedi. "Hastaneye gidiyoruz," dedi kesin bir ifadeyle. "Çabuk değiştir şu elbiseyi, oğlumuz içine sıkıştı. Dedim ben sana bu kadar dar giyinme diye!" Azra, eşinin yanaklarına ellerini koyup onu sakinleştirmeye çalıştı. Gözlerini devirmemek için kendini zor tutarken, "Oğlumuz böbreğimin arkasında gayet rahatmış hayatım," dedi. "Sıkıntı yok, rahat ol sen." Afra, onları izlerken istemsizce gülümsedi. Bu ikilinin arasındaki aşk ve bağlılık o kadar gerçek ve güçlüydü ki, bir başkasının aralarına girmesi imkânsızdı. Şule’nin Talha’yı geri alacağım demesine rağmen, bu iki aşığın arasına kimsenin giremeyeceği çok açıktı. Sessizce odadan çıkarken Kürşat’la göz göze geldi. Onun yüzündeki tebessüm, Afra’nın içindeki sıkıntıyı biraz olsun dağıttı. Kürşat, Afra’nın yüzündeki gülümsemeyi fark edince hafifçe rahatladı. "Ha şöyle," dedi, şakacı bir tonda. "Ağlama bak, vallahi cimcimeye şikâyet edeceğim seni." Afra gözlerini devirerek gülümsedi. "Senin yüzünden kızım bana kızacak," diye cevap verdi. "O zaman sen de ağlama." Afra kaşlarını çatarak sesini yükseltti. "İspiyoncu mu olacaksın sen?" Kürşat omuzlarını silkerek hafif bir gülümsemeyle, "Evet," dedi. Afra’nın gözleri büyüdü, sesi hafif yükseldi. "Şaka değil mi?" "Yo, gerçek," dedi Kürşat ciddi bir şekilde. "Sen böyle ağlarsan ben kızına her şeyi anlatırım." Afra, hemen yakındaki Kürşat’ın annesine doğru yürüyüp, şikâyet edercesine seslendi. "Oğlunu duydun mu teyze? Beni kızıma şikâyet edecekmiş." Teyze, hafifçe gülümseyerek başını salladı. "Duydum kızım, ama biraz da haklı. Ağlama ki, bebeğinle biz de üzülmeyelim." Afra, karnını tekmeleyen kızını sakinleştirmek için ellerini göbeğinin üzerinde gezdirirken Kürşat, onun karnına takılı kalan bakışlarını farkında olmadan yutkundu. Kendi oğlu bir anda zihninde belirdi. Beş aylıktı… Beş aylık oğlunu toprağın altına koymak, Kürşat’ın hayatında açılan en derin yaraydı. Dışarıdan ne kadar güçlü ve sert bir adam gibi görünse de, o acı yumuşak kalbini her fırsatta kanatıyordu. Talha ve Azra salona geldiklerinde Kürşat onlara oturmalarını işaret etti. Talha sıkıntıyla, "Biraz duralım, sonra gideriz," dedi. "Azra’nın sancısı var." Kürşat, endişeyle bakarak, "Hastaneye gidelim," dedi. Talha başını iki yana salladı. "Diyorum ama Azra yok diyor." Azra, hafifçe tebessüm ederek, "İyiyim ben Kürşat abi," dedi. Sözlerindeki sakinlikle Afra’ya göz kırptı ve yanına oturdu. Ancak az önce oynadığı oyun başına iş açarsa diye bir tedirginlik içinde olduğunu gizleyemiyordu. Bir süre daha oturduktan sonra çift, vedalaşıp evlerine döndü. Kürşat’ın annesi de rahatsız olduğunu söyleyerek odasına çekilmişti. Salonda yalnız kalan Afra ve Kürşat, sessizce televizyon izliyorlardı. Kürşat, gözlerini ekrandan ayırmadan bir yandan meyve yiyor, Afra ise hareket eden karnını okşuyordu. Kızı, sürekli hareket halindeydi. Afra, bir an için kızına seslendi. "Bebeğim," dedi fısıldayarak. Kürşat, bu sesi duyunca bakışlarını ona çevirdi. Afra’nın kızına olan sevgisini ve ona konuşmasını izlerken yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. "Neden bu kadar hareket ediyorsun, annem?" Kürşat hafifçe gülümseyerek cevap verdi. "Annesi ağlamıyor ya, o yüzden." Afra başını kaldırarak ona baktı. "Beni mi izliyorsun?" dedi, sesi hafif bir merakla doluydu. Kürşat, bu sözler karşısında hafifçe bozularak gözlerini yere indirdi. "Yoo,” dedi gözlerini kaçırarak. Afra, Kürşat’ın mahcup olduğunu fark etti ama ona yanlış anladığını söylemeden, Kürşat meyve tabağını alıp sessizce salondan çıktı. Onun arkasından bakan Afra, gözyaşlarını tutamadı. O gece bir kez daha, hem kendi acısı hem de Kürşat’ın acısı için ağladı. Her ikisi de, farklı yüklerle ama aynı derinlikte yaralanmış ruhlardı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD