1
●●●
Timuçin bir saniye kadar bekledi. Ona zaman tanıyor, karar vermesi için bir nefes uzağında bekliyordu. Halbuki verdiği zaman kendineydi. Bu kadını istiyordu. Çapkınca ya da gündelik bir istek gibi durmuyordu karnının hemen üzerinde yer alan bu his. Karanlığında beliren bir ışık gibiydi. Gittikçe yayılıp, o basık havayı dağıtacak gibi görünüyordu. Esmer tenine, o kapkara gözlerine rağmen ona bakarken aydınlık bir geleceğin kendisine bakıyordu sanki. Pürüzsüz tenine kondurulmuş küçük burun ve dolgun dudaklarsa öpülmeyi beklerken, onu tüm günahlarından arındıracak kadar güçlü görünüyordu. Peki gitmek istediği geleceğe çıktığı bu yolculukta neler olacaktı? Şimdi onu öpüp, kolları arasına alırsa, ne olduğunu hep birlikte göreceklerdi...
●●●
Karanlık bir sokakta, sisli geceyi yararak koşuyordu Asya. Etrafta yalnız olmadığını hissettirecek tek ses, O'nun sesiydi. Uzun apartmanlar arasındaki sokaklar dar, karanlık ve sessizdi. Üzerindeki siyah kıyafetleri de sanki bu ürkütücü yolculuk için seçilmişti. Kara gözleri, zorlanan ciğerleri yüzünden irice açılmıştı.Vücudunun tüm gücünü ayaklarına itmişti sanki, deli gibi koşuyordu. Durumun garipliği olmasa asla dayanamaz, kendini bir köşeye atıverirdi. Bazı zamanlar, evinin birkaç yüz metre ilerisindeki parka koşmaya giderdi. Yani hangi noktaya kadar dayanabileceğinin farkındaydı. Ama bu, can'dı. Her insan gibi, o da içgüdülerini kullanarak ölümden olabildiğince hızla kaçıyordu. Yani, ölmek istemiyordu.
Birden ardından gelen o korkunç ayak sesleri kesildi. Yavaşça döndü ve saatlerdir onu takip eden şeyi göremedi. Bir insanın iriliğinden daha geniş bir bedeni vardı ve başına geçirdiği kapşondan dışarıya süzülen uzun bir burun gördüğüne yemin edebilirdi. Her ne kadar izleyip okumayı sevse de, mistik canlılara hiçbir zaman inanmamıştı. Hepsinin koca bir hayal ürünü olduğunu çok iyi biliyordu. Öyleyse aklının sınırlarını zorlayan bu şey de neydi? Hemen ardından kendi güvenliğiyle ilgilenmeye başladı. Başını kaldırıp dağılmış ve keçe haline gelmiş saçlarını geriye attı ve etrafına bakındı. Sığınabileceği bir yer arıyordu. En azından sabahı orada sessizce bekleyebilirdi. Hem terk edilmiş o kadar çok ev vardı ki, tek tek arasa da onu bulamazdı. Tabii ki bu sokağa girdiğini anlamazsa... Belki de izimi kaybettirdim. diye düşündü. Ya da artık vazgeçti. İlk bulduğu virane bir binanın önüne geldi, kapısı zincirliydi. Fazla ses çıkarmadan elleriyle kapıya vurup küfretti. Zaten en lazım olunan zamanda bir şeyler ters giderdi. Hemen yukarıdaki yangın merdivenini görebildi; fakat yabancılar girmesin diye boyunu aşacak şekilde yukarıda duruyordu. Oraya yetişmekte zorlanacağını düşünerek, etrafta ne kadar tahtadan ve kartondan kutu varsa üst üste koydu. Üzerlerine basarak, yangın merdivenine önce ellerini attı ve gücünü kollarına aktararak bedenini yukarı taşıdı. O sırada tahtalar yere devrilmiş, yeterince sessiz olan bu geceye, birkaç yüksek patırtı armağan etmişti. Sırtını hemen duvara yapıştırdı, birkaç saniye kıpırdamadı, gözlerini kapattı, hatta nefes almayı bıraktı. Onu kaybettiğini düşünürken, şimdi nerede olduğunu açıkça göstermişti. Bu kadar aptal olmak zorunda değildi! Canından bu kadar kolay vazgeçmemeliydi! Yavaşça öne eğildi ve aşağıya baktı. Derin bir Oh çekti içinden; çünkü etrafta kimse yoktu. Sessiz ve seri adımlarla merdivenin basamaklarını tırmanmaya başladı. Her bir kattaki pencereyi kontrol ediyordu; fakat nerdeyse beş kat çıkmıştı ve hiçbir pencere açık değildi. Delirmek üzereyim! Bu gece ki adrenalin yeterli değil mi! diye düşündü. Beşinci kattaki merdivene sertçe oturdu. Başını ellerinin arasına aldı ve ona yıllar gibi gelen; fakat sadece birkaç dakika süren boş bakışlarla önüne baktı, baktı, baktı. Kaçamayacaktı... Hiçbir çıkış noktası yoktu. Sabahı geçirebileceği güvenli bir yere kavuşamayacaktı. Üstelik hava öyle karanlık, sisli ve pis kokuyordu ki; bulunduğu o yere yüzyıllardır güneş uğramıyor gibiydi. Bu düşünce, midesinin soluk borusuna kadar yükselmesine neden oldu. Yoksa neden içi kasılır kasılmaz, nefesi kesilmişti? Ya buradan hiç çıkamazsam? Allah'ım ne yapacağım ben! Korku, onun yaşamını elinden alacakmış gibi keskindi. Etrafına göz gezdirirken bir canlı belirtisi bekledi. Ay ve yıldızlar tepedeydi. Gece açıktı. Ama ne bir hayvan sesi ne de bir hareket görebiliyordu. Karanlığın içine sıkışıp kalmıştı! Gözlerine yaşlar batarken ne yapacağını düşünmeye başladı. Başı çaresizliği ve mahvolmuşluğuyla gayriihtiyari yere düşünce, onu gördü. Elinde keskin ve kocaman baltasıyla duruyordu. Gecenin karanlığında bile parlıyordu, Ne kadar keskinim, tahmin bile edemezsin. diyordu sanki.. O, katilin baltasıyla fazla ilgilendim diye düşünmüş olacak ki, gözlerini ona çevirdi ve yüzündeki maskenin bile saklayamadığı, o kana susamış kara gözleri gördü. Karalığı ona sunan gözlerinin çevresindeki beyazlıktı. Yüzü hala sırdaydı ve Asya görüp görmemeyi düşündü. Sonunda görmeyi istedi. Neyle karşılaştığını bilmeliydi. Görmeyi kesinlikle reddetti; çünkü sonucunda çığlıklar atarak ölümü canlandırmayı istemiyordu. Bu sanki daha fazla bela demek olacaktı. Şeyin hareketsizliğinden birkaç saniye öylece baktı. Adrenalinin gözlerine oynadığı bir oyun sandı. Belki de korku halüsinasyon görmesine sebep oluyordu. Belki ayın baltaya vurup ışıldadığı an, belki de burundan gelen sert bir nefesin etkisi, belki de boşta kalan elinin oynayışı... Bunlardan biri tetikledi Asya'yı ve onun gerçekliğiyle savaşmadı. Bir anda fırladı ayağa ve merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya başladı. Hiçbir şey düşünmeden birkaç kat sonra bulunan açık pencereden atladı. Etrafına seri bir bakış attıktan sonra, oda kapılarını tek tek açmaya başladı. Nereye kaçacağını bilmiyordu; ama kaçması gerektiğini kesinlikle iyi biliyordu. İlk açtığı kapının ardı mutfaktı. Burada kendine bir yer edinemedi ve ikinci odaya koşturdu. Burası bir yatak odasıydı. Bir yatak, koltuk, kitaplar, dolap... Burada ne kadar da çok eşya var böyle? Eski bir bina değil mi burası, neden terk edenler eşyalarını bırakıp gitmişler? Aslında bu işime geldi, diye düşündü birden, bedenini yatağın altına tıkıştırırken. Onun hangi pencereden girdiğini görmüştü. İlk işi evi aramak olacaktı. Daireden çıkıp, başka bir eve saklanmayı düşündü; ama zamanının tükendiğinin farkındaydı. Korkuyla düşüncelerine gömüldü. Acaba arkasından gelmiş miydi? Bakmayı nasıl da akıl edememişti? Bu kadar mı korkuyordu ölümden? Aptal gibi hissediyordu kendini! Hem o baltayı görüpte kaçmayan hiç kimse olamazdı herhalde! Off Allah'ım, belki de son dakikalarımı yaşıyorum ve neler düşünüyorum. Hayatımın gözlerimin önünden geçeceğini sanmıştım! Belki ölmem, belki de gelmedi arkamdan, hem niye uğraşsın ki, tamam kovaladı; ama belki başkasını öldürmeye gitmiştir. Ooff! Başkasını öldürecek diye nerdeyse sevineceğim! Düşünceleri, eski tahta kapının gıcırdamasıyla bölündü. Koca botlar yavaş adımlarla odayı gezmeye başladı. Bir konu hakkında düşünceli gibiydi davranışları. Sakince yürüyor, hiçbir yere dokunmuyor, hızlı bir referansla dönüyordu. Korkuyla ağlamaya başlayan ve titreyen Asya birbirine çarpan dişlerine hakim olamayınca elini kaldırarak çenesine yasladı. Kolunu kaldırırken dirseği tahta parkeye sürtününce tuhaf bir ses çıktı. Adımlarını birden kesince genç kadın nefesini tuttu. Eğilip, yatağın altına baktığı anda her şey sona erecekti. Saatlerdir koşmuş, her izini kaybettirdiğinde bir şekilde karşısına çıkmıştı. Ölecekti. Sessiz bir hıçkırık boğazından kaçar kaçmaz gözlerini kapadı ve omuzlarının sarsılmasına izin verdi. Yapabileceği bir şey yoktu. Bağıra bağıra ağlayabilirdi; çünkü artık ölü bir kadındı... Yaratık birden hareketlenip odadan çıkınca ne olduğunu anlamadı. Yaşlarla bulanmış gözlerini kırpıştırarak dudaklarını araladı ve ciğerlerine büyük bir nefes çekti. Sesin başka yerden geldiğini sanarak gitmiş olmalıydı. Kulaklarını kabarttı ve uzaklaşan ayakları duydu. Hemen ardından ev tamamen sessizliğe gömüldü. Derin bir nefes aldı ve özgürce verdi. Gözlerini kapatarak başını kollarına dayadı. Yaşadığı adrenalin ona çok gelmiş olacak ki, birden vücudu yığıldı kaldı. Çok uykusu gelmişti.Yüreği nasıl da atıyordu kaçarken, ölüm korkusu böyle bir şey olsa gerekti. İşte o anda, düşüncelerini yırtarcasına bölen iki koca el, ayak bileklerinden tutup sürükleyerek yatağın içinden çıkardılar onu. Önce nefesi kesildi, ardından ses tellerini zorlayan beceriksiz bir çığlık attı. İkincisine hazırlanırken sırt üstü çevrildi. İşte görmüştü. İri kocaman siyah gözler, köpeğe benzer bir ağız, uzun bir burun ve kocaman bir vücut... Nefes alış verişi sert, gözleri meraklıydı. Sebepsiz yere bu yaratık genç kadına öfkeliydi. Asya cevabı bulamadan eti koparılıyormuş gibi bağırdı. Son gördüğü şey parlayan o devasa baltaydı. Balta havada hızla savruldu ve kafasını bedeninden bir saniye içinde ayırdı.
Terden sırılsıklam olmuş yatağından fırladı. Uzun süredir uğramayan kabuslar tekrar hortlamışa benziyordu. Kötü günlerin geçtiğine inandığı her anda kara bulutlar tepesinde bekliyor ve yağmurlarını üzerine yağdırmak için çabalıyordu. Yine de eskisi gibi değildi hiçbir şey. Asya iyileşiyordu. Kabusun kırıntılarını üzerinden atmak için başını çevirerek pencereden dışarıya baktı. Neyse ki hava aydınlanmıştı da korkulu anlar uykusunu kesmeyecekti. Saate baktı, 07.15'ti. Kendini yatağa bıraktı ve bedeni yumuşak zemine çarptı. İşe gitmeden bir duş alsa iyi olacaktı. Çarşafları makineye, kendini de duşa attı. Gerçekten duş ona iyi geliyordu. Sıcak su, üzerine yapışmış acının isini alıyordu. Keşke dedi içinden keşke aklındakileri de gider deliğinden sonsuzluğa bırakabilseydi.
Asya 27 yaşında, zayıf, esmer tenli, siyah saçlı genç bir kadındı. Ama yaşadığı tüm acılar ve sıkıntılarla bazen ruhunu 50 yaşında hissediyor, saçlarının yakın zamanda beyazlayacağını tahmin ediyordu. Ailesini Türkiye'yi sarsan o büyük depremde kaybetmiş, teyzesi tarafından büyütülmüştü. Muğla'da Üniversite kazandığı için çok sevdiği teyzesinden ve İzmir'inden uzak kalmıştı. Okuduğu Turizm bölümünde de en iyi işin okuduğu şehrin çevresinde olacağına inanarak Muğla'da kalmıştı. Hemen sonra Marmaris'te yeni açılan bir otele işe girmiş, zeki atılımlarıyla hızla yükselmişti. O günlerden kalma ağır görüntüler gözlerine ulaştığında yüzünü akan suyla sertçe sıvazladı. Sıkıntı karnında birikmeye başladığında kurtarıcısı telefonu oldu. Havluyu üzerine geçirdiği gibi, can simidi misali telefonuna sarıldı. Arayan tabii ki en yakın arkadaşı Ali'ydi. Ali ile Üniversite'den tanışıyorlardı. Ailesini küçük yaşta kaybeden ve yetiştirme yurdunda büyüyen genç adamın Asya'ya düşkünlüğü gözden kaçacak gibi değildi. Her defasında ona olan hislerini ortaya döküyor ve genç kadının fikirlerini görmezden gelerek arsız bir bekleyişe geçiyordu. Yine de zorlamıyor ve bunaltmıyordu. Onun kimsesizliği ve korumacı tavırları Asya'da tatlı bir dostluk hissi yaratmıştı. Onu anlayan ve göstermese de neredeyse Ali kadar yalnız olan ruhunu dolduran bu genç adamla birlikte olmak hoşuna gidiyor ve canı sıkıldığında telefonuna uzanıp teyzesinden sonra arayabileceği bir kişi oluyordu. Bu yüzden arkadaşlığını sürdürüyordu. Ailesini küçük yaşta kaybetmiş her çocuğun yaşayacağı travmalardan geçmişti genç kadın. Yakınları olsa da büyük bir boşlukta sallanmak için ideal acılar ve yaşlardı. Kara Talih, adı verilen bir süreçten geçmişti. İyileşmesini geciktiren şey ise, derin hayal dünyasının verdiği zorluklardı. Yine de güçlüydü. Ona bahşedilen yaşamın bir sebebinin olduğunu bilecek kadar düşünceli yıllar geçirmişti. Alınmamış canında bir umut, bir nefes ve elbette yazılı bir kaderin olduğunu hissediyordu. O yüzden karanlığının içinde, kendi yaktığı ışıkla yaşıyordu. Tabii bir de Alin'nin destekleriyle...
Asya gülümseyerek açtı telefonu. "Efendim Ali?"
"Günaydın güzellik. Güne nasıl başladın bakalım?" derken o da güldü; çünkü Asya'nın neşesi ulaştı.
"Sorma Ali ya, yine o kabuslar girdi geceme..." diyerek dert yakındı kendince arkadaşına.
"Bu sefer neydi? Yoksa yine seni vampire çevirmeye çalışırlarken, kurt kız mı oluyordun?"
Güldü Asya. "Sen dalga geç bakalım, kesin bilinçaltıma attığım şeyler var. O kadar korkunçlar ki, rüyalarımı kötü etkiliyorlar işte! Dua et gerçekleşmesin, yoksa vampir olduğumda senin koca kafanı ısırabilirim!"
"Tamam tamam dalga geçmiyorum, yeter ki bana dokunma!" derken kahkaha atıyordu. Gülmesini biraz tutunca, "Ayrıca haklısın. Bilinçaltına ittiğin şeyler olmalı. İzlediğin şu korku filmlerinden geliyor başına ne geliyorsa..."
"Seviyorum ben onları bir kere, dalga geçme benimle! Hem nerdesin sen bakayım?"
Ali'nin dudakları kıvrılırken, bir yandan da gözleri parlıyordu. "Merak mı ettin sen beni bebeğim? Hani sadece arkadaş olarak görüyordun sen beni. Bak randevu defterime bakabilirim hemen, bu gece iki saatliğine yemek için boş vaktim olabilir."
"Ali delirtmesene beni sabah sabah!" dediyse de kendini tutamayıp sessizce güldü. Genç adam, küçük bir kahkaha attı. Nedense Asya'yı kızdırmaktan inanılmaz keyif alıyordu. Nedeni mi vardı, ikisi de biliyordu. Ali, Asya'yı seviyordu.
"Tamam sustum canım, amma da atarlısın bu sabah! İşe gidiyorum; ama şu anda yönümü değiştirdim ve seni almaya geliyorum. Hazırlan bir an önce, şık şeyler giymeyi ihmal etme. Zaten, hep şıksın biliyorum, sen demeden söyleyeyim ben. Siz kadınlar bir yerlerden bir şey bulmayı çok seversiniz. Bugün, yeni patronumuz bizi ziyarete gelecek unuttun mu? Şu İzmirli patron... Gerçi kontrole edecek demeliyiz." diye homurdandı son cümlesini söylerken.
"Çok haklısın Ali, ben her zaman şık olmayı başaran bir kadınım! Üstelik en kısa sürede." diyerek hızlı adımlarla dolabına yürüdü. Ne giyeceğini bilemezken bu cümleyi kurması hayli ironikti. Beş dakika içinde ne giyeceğini bulmalıydı ki, saçlarını kurutup hazırlanabilsin. Yoksa o dolabın önünde dakikalarını geçirecekti ve Ali'nin ağzına laf vermiş olacaktı. Yarım saat sonra otele vardıklarında, genç kadın etrafına bakındı. Gencecik yaşında bu mevkiye ulaşmak için hayli çalışmıştı. Otelin yeni açılması da bunu sağlamıştı, yoksa tecrübesiz birini kimse kolayca işe almazdı. Ali'yle birlikte gece gündüz çalışarak otelin büyümesine yardımcı olmuşlardı. En azından sıcağın en boğucu olduğu Temmuz ve Ağustos aylarında otel doluyordu ve Marmaris'teki otelin kalkınmasına yeterlilik sağlıyordu. Çalışarak ve disiplinle çıktığı bu merdivenlerde sağlam durmak istiyordu genç kadın. Asya her koşulda standartlara uygun bir kızdı işte. Belki de sahip olamadığı tek şey, aşk idi... Yine de bunu çok fazla dert etmiyordu. Sonuçta kariyeri için bir başlangıç yapmıştı. Gündoğan Oteller zincirinin Marmaris şubesinde Önbüro Müdürü olmuştu. Resepsiyon bölümü, rezervasyon bölümü, personelin eğitimi gibi birçok işle o ilgileniyordu ve bunların üstesinden çok iyi geldiğine, ona duyulan saygıdan dolayı emindi. Ali'de onun bir alt kademesinde çalışıyordu. Asya'nın işlerini hafifleten, ona her koşulda yardım eden bir Önbüro Müdür Yardımcısı'ydı. İşleri birlikte yürütüyorlardı. Ayrıca güzel bir dostlukları olduğuna inanıyordu Asya. Tabii, genç adamın ona karşı duyguları biraz daha farklı yöndeydi. Birkaç sorun çıkarmak haricinde bir zararda bulunmamıştı Ali. Asya'nın önceki erkek arkadaşlarıyla arasını bozmak gibi, erkek arkadaş adaylarını korkutmak gibi... Asya, Ali'ye kızmıştı, onunla tartışmıştı; ama onun mahsun bakışlarına yine dayanamamış, onu affetmişti. Zaten hayat onun için yeterince zor olmuştu... Üniversite'den beri arkadaşlardı ve okul bitince ona buradaki iş için referans olmuştu. Böylece yaklaşık sekiz yıldır burada çalışıyorlardı. Otele girdiklerinde, ikisi de müdürün odasına yöneldiler. Oteller zincirinin yüzde yetmişlik hissesi satılmış ve ismi de değişmişti. Bu da, şu an içeride oturan adamı 'Büyük Patron' yapıyordu. Onları, yani otellerinden birini, kontrole gelmişti. Asya, bunu sorun etmedi; çünkü o kendine güveniyordu. İşine gerçekten önem veriyor, sorumluluklarını biliyordu. Şu an hayatında gerçekten önem verdiği şey buydu.
İçeri girdiklerinde, Selçuk Bey, Metin Bey ve Timuçin Gündoğan yan yana oturuyorlardı. Asya, müdür masasının karşısında bulunan koltuklardan birine yayılmış olan Timuçin Gündoğan'a baktı. Adam yılışık bir gülümsemeyle açık mavi gözlerini onlara dikmişti. Bir bileğini diğer bacağının üzerine atmış hafif hafif sallıyordu. Üzerinde koyu mavi bir spor gömlek, açık renkli bir kot vardı. Onlar ütülü takım ve etekler giymek zorunda olabilirdi; ama adamın en azından buna saygı gösterip ciddi iş kıyafetleriyle gelmesini isterdi. Ama zaten İzmir'den Muğla'ya geleceğini duyduğunda adamın otele rahatlık getireceğini de tahmin etmişti Asya. Her daim gece hayatıyla ön planda olan, bir kadından diğer kadına çekinmeden giden bir adamdı o. İşin tuhaf yanıysa, hakkında bu kadar çok şey bildiklerini düşünürlerken, aslında hiçbir şeyden haberleri yoktu. Timuçin Gündoğan ışıklar içindeki karanlıktı... Bakışları adamın yüz hatlarında gereğinden fazla dolaştı. Mavi gözlerini gür kirpikler kaplıyordu. Geniş ve köşeli bir yüzü vardı. Beyaz tenine uygun şekilde kestane rengi ve dalgalı saçları vardı. Yeni tıraş olduğu açıktı; çünkü ona sertlik ve çekicilik katan o dalgalar yoktu. Adam bakışlarını ona çevirince elektrik çarpmışcasına tedirgin oldu Asya. Ne yapacağını bilemediği o anda, adamın kalın dudaklarının kıvrımına bakakaldı. Timuçin bariz halde baştan ayağıya Asya'yı inceliyordu. Değerini ölçerken genç kadını utandırdığından ya habersizdi ya da bu durumu kafasına takmıyordu. En sonunda kadının esmer tenindeki pürüzsüzlüğe ve oradan da siyah gözlerine takıldı. Kadın hakkındaki düşüncesi, lezzetli bir parçaya benziyor, oldu. Selçuk Bey onları tanıştırıp, hemen konuya girmişti. Timuçin Bey'e göre otelin barı küçüktü ve otelin yanında bulunan arsaya küçük bir eğlence merkezi yaptırmak istiyordu. Aslında çok gerekli bir şey değildi bu. Bunun tartışmalarını daha önceden yapmışlardı; ama patron gösterişi seviyordu, magazin programlarındaki hallerinden, takıldığı kadınlardan bu açıktı... O istiyorsa yaparız, diye düşünerek bakışlarını adama dikti. Genç kadın farkında değildi belki de; ama adamı konuşmanın başından beri süzüyordu. Adamın mimiklerini, konuşurken ellerini hareket edişini, alayla güldüğünde gözlerinde beliren nahoş duruşu, ara sıra kollarını göğsünde birleştirip geniş omuzlarını öne çıkarışını... Odanın aydınlığı saçlarına vurmuştu, parlıyordu. Yakışıklı bir yüzü vardı... Yakışıklı mı? Kadınlar için afet kelimesi vardı, erkekler için afet anlamına gelen bir sözcüğü bilmiyordu. Giydiği pahalı kıyafet adamın kalitesini bir kat daha arttırıyordu sanki. Öyle bir duruyordu ki, dünyanın en büyük insanı gibiydi... İçeri girerken ki o yılışık sırıtmanın yerini, ciddi bir ifade almıştı... Bu ciddi ifade onu çekici yapıyordu, yoksa kadın nasıl böyle ona doğru çekilsindi ki? Mavi bakışlarının saçtığı parıltılara kapılacak hali yoktu.
"Asya Hanım?" lafıyla geldi kendine. İrileşen gözleri, açılan ağzıyla insanlara şapşal bir gösteri sundu. Esmer tenine o an şükretti, çünkü teni fazla kızarmıyordu.
"Ee, Buyrun?" diyebildi sadece.
Konuşan Timuçin'di. "Sizin bu konudaki fikrinizi almak istedim. Selçuk Bey ve Metin Bey'den sonra en yüksek mevkiye sahip kişi sizsiniz." Boğazını temizledi, gözlerini adamın suratında bir yere sabitledi."Eğer böyle bir düşünceye sahipseniz, ben gerekli araştırmaları yaparım." diyebildi sadece. Acaba ne demişti adam? Ne dediğini de bilmiyordu ki? Timuçin sadece bir saniye baktı. Dikkatini çeken esmer tenin altında harika bir beyin olduğu söylenmişti ona; ama kadının bakışları haylice derin ve şaşkın görünüyordu. Bu konu hakkında daha fazla düşüncelere dalmaktan vazgeçti ve kendini işine odakladı. O yüzden yönünü müdüre çevirdi.
Asya bir an rahatlasa da, içinde garip bir duygu oluşmuştu. Rezilliğini adamın anlamamış olmasına dualar etse de, belli ki onu utandırmamak adına sesini çıkarmamıştı. Bu durum onu daha da sıkıntıya sürükledi. Ağzının içini dişleriyle hafifçe ısırıp bırakırken, kaçamak bakışlar atmayı da ihmal etmiyordu. Asya geri kalan konuşma boyunca kendini fazla ifade edemedi. Durgunluğunun sebebini dünkü kabus dolu geceye bağladı...