Mert, odasının kapısını sertçe kapattıktan sonra arkasını döndüğünde göğsünde patlamaya hazır bir öfke taşıyordu. Odanın içindeki her eşya, içinden geçen fırtınaya kurban gitmeye adaydı. Yumruklarını sıktı, birkaç adım attı, durdu. Duvardaki tabloyu yerinden almak, lambayı kırmak istedi ama kendini tuttu.
Derin bir nefes aldı. Bar dolabına yöneldi.
Kristal şişeden bir kadeh doldurdu, sertçe içti. Boğazında yanan içkinin ateşi bile içindeki isyanı bastıramıyordu. Boş bardağı elinde çevirdi birkaç saniye. Sonra…
“Çat!”
Tüm gücüyle fırlattı duvara. Cam tuzla buz oldu. Kırıklar zemine saçıldı.
Ama içindeki kırılma çoktan gerçekleşmişti.
Ailesine karşı sorumluluklarını yıllardır sırtında taşıyordu. Ağa çocuğu olmak, soyadının ağırlığı, ailenin itibarı, geleneği…
Hepsi onun üzerinde birer zincirdi.
Ama artık nefes almak istiyordu. Gerçek bir hayat. Seçim yapabileceği bir hayat.
Ve bu kez, olmayacaktı.
Bu kez sessiz kalmayacaktı.
Sabah aşağı indiğinde evin her zamanki düzeni içindeydi ama havadaki gerginlik elle tutulacak kadar yoğundu. Geniş yemek masasının başında annesi, tespihsiz ama tavizsiz duruşuyla oturuyordu. Yanında ise babası; bastonuna yaslanmış, yıkılmaz ve hâlâ heybetli.
İki kız kardeşi Esma ile Fatma da masadaydı. Başları önlerinde, sessizce tabaklarına bakıyorlardı. Hiçbiri konuşmaya cesaret edememişti. Onlar da biliyordu: Fırtına yaklaşıyordu.
Mert sandalyesini çekip yerine oturdu. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra sesi odayı kesti:
“Baba... Bu sefer olmaz.”
Herkes başını kaldırdı. Babasının kaşları çatıldı. Annesi dudaklarını birbirine bastırdı.
“Bu sefer kalbimin sesini dinleyeceğim.”
Mert’in sesi net, güçlü ve ilk kez geri adım atmıyordu.
“Evet, yıllardır kaçtığım o görevi kabul edeceğim. Ailenin işlerini, adını, sorumluluğunu... hepsini devralacağım. Ama…”
Bakışlarını tek tek herkesin gözlerine çevirdi.
“Bu sefer kendi hayatımı da seçeceğim. Kimi sevdiğimi, kiminle nefes almak istediğimi ben belirleyeceğim. Bu evlilik... olmayacak.”
Odadaki hava buz kesti.
Babası bakışlarını kaçırdı, annesi derin bir nefes aldı ama tek kelime etmedi.
Mert, ilk kez sırtındaki zincirlerden birini çözdüğünü hissetti.
Mert’in sözleri yemek masasının etrafında yankılanırken, bir süre sessizlik hüküm sürdü. Herkes onun çıkışının ardından göz ucuyla babasına döndü. Ağanın yüzü ifadesizdi. Ama gözlerinde fırtınalar vardı. Birkaç saniye sonra bastonunun ucunu yere vurdu, yavaşça ayağa kalktı. Gözlerini oğlunun gözlerine dikti.
“O zaman,” dedi ağır ama net bir sesle,
“Ne yapman gerektiğini biliyorsun.”
Bu bir onay mıydı, bir sınav mı? Anlamak zordu. Ama Mert babasının bu kadar kısa cümleyle konuştuğu nadirdi.
Ağa, başını çevirip kimseye bakmadan merdivenlere yöneldi. Bastonunun her adımda çıkardığı tok ses, evin her duvarında yankılanıyordu.
Tam herkes nefes alacakken, Hanımağa ayağa kalktı. Yüzünde öfkenin donmuş bir maskesi vardı. Sesini yükseltti, ama tonu her zamanki gibi buyurgan, sorgulanmazdı:
“Unut bunu!” dedi.
“Benim sözüm sözdür! Bu iş olmayacak!”
Masadaki herkes dondu kaldı. Mert’in kız kardeşleri nefes bile alamıyordu.
“Derya ile evleneceksin. Aile içinde olan, aile içinde kalır. Bu lafı bir kez söyledim mi dönmem. Sütümü sana helal etmem, Mert!”
Ve kararlı adımlarla odadan çıkmak üzere döndü.
Tam o anda Mert, annesinin arkasından yüksek ama sakin bir sesle seslendi:
“Göreceğiz bakalım ana...”
Hanımağa, bir an durdu. Ama arkasını dönmeden yürümeye devam etti.
Evdeki her şey yerli yerindeydi belki, ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı