Bölüm 19-Beşdeğirmen Şelaleleri

770 Words
Kahvaltı masasındaki gerginlikten sonra, Mert arabayı avludan çıkardı. Müge, hâlâ biraz şaşkın ama derinlerde huzursuz hissediyordu. Yolda geçen uzun dakikaların ardından, yemyeşil bir vadiye girdiler. Kuş sesleri ve suyun şırıltısı arabaya kadar ulaşıyordu. — “Burası Beşdeğirmen Şelaleleri,” dedi Mert, arabayı gölge bir noktaya çekerek. — “Mardin taşlarıyla, sessizliğiyle bilinir. Ama işte böyle saklı cennetleri de vardır. Buraya gelen, derdini unutur.” Müge çevresine baktığında gözlerine inanamadı. Yüksek kayalardan süzülen sular, beyaz köpükler halinde dereye karışıyor; etraf yemyeşil ağaçlarla kaplanmıştı. Şehirde geçen günlerin gerginliği, bir anlığına üzerinden kalktı. Çimenlerin üzerine serilmiş küçük bir kilim, yanlarında getirdikleri yiyeceklerle minik bir piknik sofrasına dönüştü. Güneş gövdenin üstünde yükselirken, Müge ayakkabılarını çıkarıp çimenlere bastı. Ayaklarının altında serin toprak hissetti, suyun serin kokusu yüzüne vurdu. Mert, onun yüzüne bakarak derin bir nefes aldı: — “Müge, sana anlatmam gereken çok şey var. Bu topraklar, bu sular kadar temiz bir hayatım olmadı. Çocukluğumdan beri hep yüklerle büyüdüm. Babamın tek erkek evladı olmak, ağalık soyunu sürdürmek… hiç kolay değildi.” Gözlerini yere indirdi, parmakları çimenleri koparıp bıraktı. — “Ailem istedi diye evlendim. Sevmiyordum. Ama ‘ağa evladı sevmez, evlenir’ dediler. Kendi kanımdan olan biriyle aldatıldım. O gün bu kalbi mühürledim.” Şelalenin sesi, onun boğazındaki düğümü saklar gibiydi. Müge sessizce dinledi, gözleri onun ellerinde kilitlendi. Mert devam etti: — “İçimdeki çocuk hiç şen gülmedi, Müge. Hep sorumluluk, hep gölge… Sen çıkana kadar. Seninle bakarken, ilk kez yük değil, umut gördüm. İlk kez kalbim kendisi gibi atıyor. O yüzden söylüyorum, ben senin elini bırakmam. Sen de bırakma.” Müge, gözlerini şelaleye dikti. Yüzüne vuran serin damlalarla birlikte kalbinde karmaşık hisler birikti. — “Ben… sana güvenmekten korkuyorum,” dedi sessizce. Mert ellerini avuçlarının içine aldı: — “Ben senin korkularını taşırım, yeter ki sen bana güven. Bırakmazsın değil mi elimi?” O an gökyüzü kızıla dönmeye başlamıştı. Akşam karanlığı yaklaşırken şelalenin sesi daha da yükseldi. Müge’nin yanaklarından süzülen yaşları Mert fark etti. Ve cevap fısıltı gibi geldi: — “Hayır, bırakmam…” O an, yeşilliklerin ve suyun ortasında, ikisinin de kalbi ilk defa aynı ritimde çarptı. Akşam karanlığı şehri yavaş yavaş sararken, Mert arabayı şelalelerden çıkarıp köy yoluna sürdü. Yol dar, taşlı ama iki yanda uzanan tarlalar manzarayı büyülü kılıyordu. Müge hâlâ sessizdi, gözleri Mert’in az önce elini tuttuğu anı düşünüyordu. Bir süre sonra yol kenarında toplanmış birkaç köylü belirdi. Aralarında yaşlılar, gençler, kadınlar vardı. Bir eşek yükünü taşımakta zorlanıyor, çocuklardan biri ağlıyordu. Arabayı durduran Mert camı indirdi. Köylüler onu görünce hemen etrafını sardı. — “Ağa oğlu, hoş geldin!” dedi yaşlı bir amca, elini göğsüne götürerek. — “Yollar taş oldu, traktör bozuldu, mahsul kaldı öyle…” diye dert yanmaya başladı başka biri. Mert hemen arabadan indi. Müge onun tavırlarını hayranlıkla izliyordu. Sanki bir anda ağırbaşlı, çözüm odaklı bir başka kimliğe bürünmüştü. — “Hele sakin olun,” dedi Mert, tok ama yumuşak bir sesle. “Yarın sabah Serhat’ı yollarım, traktörü de ustayı da getiririz. Kimse mahsulünü yolda bırakmaz, merak etmeyin.” O sırada ağlayan küçük bir kız çocuğu Mert’in eline yapıştı. Mert eğilip onu kucağına aldı. — “De hele, sen ne istersin bakalım?” diye sordu gözlerinin içine bakarak. Küçük kız biraz nazlandı, dudaklarını büzüp başını yana çevirdi. Sonra usulca, çekinerek, — “Çukulata…” dedi. Mert kahkaha atıp çocuğu kucağında salladı. — “Tamam, senin çikolatan benden, söz!” dedi. Müge bu sahneyi tebessümle izliyordu. “Bu ilk defa yapmadığı belli… Demek ki Mert çocuklara da böyle sıcacık davranıyor.” diye geçirdi içinden. İçinde tarifsiz bir sıcaklık yayıldı. Mert sonunda köylülere dönüp, — “Hadi sizi eve bırakayım. Bu vakitte yolda kalınmaz.” dedi. Arabaya doluştular. Köy meydanına geldiklerinde muhtar, Mert’i görünce hemen yanlarına koştu. — “Ağa oğlu, buyrun hele! Sofra hazır, misafirsiz olmaz.” diye ısrar etti. Mert önce nazlansa da muhtarın ısrarı karşısında kabul etti. Evde hazırlanan sofrada köylüler ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardı: taze tandır ekmeği, tereyağında kavrulmuş otlar, bulgur pilavı, sac böreği, cevizli çörekler… Yüzlerinde zoraki bir gerginlik değil, samimi bir memnuniyet vardı. Müge bunu fark etti. Bu saygı korkudan değil, yıllardır gösterilen yardımlardan, kazanılmış bir güvenin saygısıydı. Mert sofrada ağırbaşlıydı ama sıcak da davranıyordu; herkesle hal hatır soruyor, şakalaşıyor, sorunlarını dinliyordu. Çocuklara söz verdiği çikolataları almak için ertesi gün bakkala uğrayacağını bile hatırlattı. Müge gözlerini Mert’ten alamıyordu. “Onun sadece kendi yaralarını taşıyan bir adam olmadığını… İnsanların yükünü de taşıdığını… Ve aslında en çok da bu yüzden güçlü olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.” diye düşündü. Gece ilerledi, sohbetler uzadı. Kahkahalar, çay bardaklarının şıngırtısı, samimiyetle dolu bir akşam… Müge kalbinin içinde artık inkâr edemediği o duyguyu buldu: Sevgi. Mert’e bakarken içinden tek bir cümle geçti: “Ben bu adama âşık oldum.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD