Bölüm 11— Papatyalar ve Bir Akşam

908 Words
Müge eve geldiğinde ayakkabılarını çıkarıp çantasını kanepeye bıraktı. Günün yorgunluğu omuzlarına çökmüştü ama karnında dolaşan kelebekler bu yorgunluğu bastırıyordu. “Ne oluyor bana? Adamı doğru düzgün tanımıyorum bile… Hem tanısam ne olacak? Yine kalbim kırılacak belki de…” Yatağın kenarına oturdu. Aklına Mert’in bakışları geldi — o keskin ama aynı zamanda güven veren gözler. “Ya bu gözler… O günkü gibi bakar mı acaba? Ne o günkü gibi? Daha önce ne zaman böyle bakıldığını hatırlıyorsun ki?” Gözlerini kapattı. İç sesi alaycı bir tonla sordu: — Güveniyorsun ona, farkında mısın? — Saçmalama, daha iki hafta oldu tanışalı. — Ee? Kaç haftada güvenilecek? Takvim mi tutuyorsun? — Hayır ama… — Aması yok. Sadece kendine dürüst ol. İçin rahat çünkü onun yanında güvendesin. Derin bir nefes aldı. Ayağa kalkıp gardıroba yöneldi. Askılar arasında eli geziniyor, her elbiseye bakıp anında fikir değiştiriyordu. — Çok mu iddialı? Yok, bu fazla sade… Ah, bu elbiseyi giyersem “fazla mı hazırlandım” der mi? Dolabın köşesindeki lacivert elbiseyi eline aldı. Omuzları hafif açık, zarif ama abartısızdı. — Tamam işte. Bu, “uğraştım” der ama “fazla uğraştım” demez. Saçlarını serbest bıraktı; omuzlarına dökülüşünü beğendi ama makyajı abartmadı. Takı kutusunu açıp baktı. Küpe takarsam fazla özenli görünür. Bileğine sadece ince bir gümüş bileklik taktı. Aynada kendine son kez bakarken mırıldandı: — “Tamam. Bu, ‘çok uğraşmadım ama yine de iyi görünüyorum’ kıvamı.” Aynı saatlerde Mert, arabasının torpido gözünde küçük papatya buketini kontrol ediyordu. Gül almamıştı. Bilerek. Kırmızı gül klişe olurdu, fazla iddialı… Oysa papatya sade, güçlü ve fark edilmeden güzelliğini gösterirdi. Tıpkı senin gibi, Müge. Direksiyonda kendi kendine gülümsedi. Bunu böyle söylersem kesin ‘reklam metni gibi’ der. Yolda aklından küçük bir senaryo geçti: — “Yemek teklifim hâlâ geçerli. Kabul etmezsen, papatyaları geri alırım.” Apartmanın önünde arabayı park etti, papatyaları eline aldı. Zile basmadan önce derin bir nefes aldı. Bakalım bu akşam ‘Müge Hanım’ mı çıkacak karşıma… yoksa sadece ‘Müge’ mi… Kapı zili çaldığında kalbi bir an hızlandı. Aynada son kez kendine baktı. — Tamam. Derin nefes. Bu sadece bir yemek… — Tabii tabii… Sadece bir yemek. Kapıyı açtığında Mert, üzerinde siyah bir gömlek, elinde küçük bir çiçek demetiyle duruyordu. Gözleri, onu baştan aşağı süzerken dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı. — “Hazırlanman için zaman tanıdım ama sanırım beklediğime değdi.” Kapı açıldığında Müge karşısındaydı. Lacivert elbisesi omuzlarına zarifçe düşüyor, sade ama çekici bir görünüm veriyordu. Mert, elindeki çiçeği hafifçe kaldırdı. — “Gül getirmedim,” dedi omzunu silkeleyerek. “Klişe olurdu. Papatya daha samimi, daha sen gibi…” Müge istemsizce gülümsedi. — “Şimdiye kadar duyduğum en iyi bahane olabilir bu.” — “Bahane değil,” dedi Mert, papatyaları uzatırken. “Teslimat.” Müge çiçekleri aldı. Gözleri yumuşamıştı ama sesi hâlâ kontrollüydü: — “Birazdan döneceğim. Sadece çiçek teslimi içinse bu…” — “Hayır,” dedi Mert, göz kırparak. “Seni kaçırıyorum. Deniz kenarında küçük bir yer. Güvendesin, söz.” Arabayla sahil yoluna düştüklerinde camlar hafif aralıktı. Radyoda hafif caz tınıları çalıyordu. Müge dışarıyı izliyordu ama arada bakışları Mert’e kayıyordu. Mert ise direksiyon başında, arada espri yapmadan duramıyordu: — “Düşünsene, veteriner olarak gizli gizli balıklara sempati besliyorsan bu akşam biraz vicdan azabı çekebilirsin.” — “Yani balıklarla empati kurmamı beklemiyorsun herhalde?” — “Yok, ama ‘şunun yüzgeç yapısı ne güzelmiş’ dersen garipseyebilirim.” Balıkçı mekânına vardıklarında Müge küçük bir şaşkınlık yaşadı. Sahile sıfır, ahşap iskeleli, deniz kokusunun içeri dolduğu, eski ama tertemiz bir yerdi. Kapıda yaşlı bir çift karşıladı — Ali Amca ve Naciye Teyze. — “Mert’im hoş geldin!” dedi kadın neşeyle. “Bu güzel hanım da kim?” — “Veterinerimiz,” dedi Mert, gözlerini Müge’ye kaydırarak. “Sürünün en değerlisi.” Müge boğuk bir kahkaha attı. — “Yani sürünün çobanı mı oluyorum şimdi?” — “Yok,” dedi Mert, fısıltıyla. “Kalbimin kaçan kuzusu.” Naciye Teyze mutfağa dönerken Ali Amca onları deniz kenarındaki iki kişilik masaya aldı. Yemekler sade ama lezizdi: ızgara levrek, kalamar, meze çeşitleri… Ama esas menü, sohbetteydi. — “Çocukken bir eşekle dostluk kurmuştum,” dedi Müge. “Okula kadar onunla gidip gelirdim. Adı Şirin’di.” Mert kahkahayı bastı. — “Bir veteriner hikâyesi bu kadar şiirsel olabilir mi gerçekten?” — “Sen de anlat bakalım,” dedi Müge, dirseğini masaya dayayarak. “Senin çocukluk kahramanın kimdi?” — “Dedem,” dedi Mert. “Babamdan da önce o vardı benim için. Şapkasını hiç çıkarmazdı. Ben de taklit eder, ceket giyip şantiye gezerdim.” Durdu. — “Belki de o yüzden kalabalık ailelerin içinden kaçıp, küçük samimi yerlere çekilmek istiyorum bazen.” Müge gözlerini kaçırmadı. Sözleri duruydu, içtendi. O anda, onun içinde taşıdığı yalnızlığı biraz daha yakından gördü. Gecenin sonunda arabayla Müge’nin evine geri dönerken ikisi de sessizdi ama bu, rahatsız edici bir sessizlik değildi. Mert arabayı kenara çekip kapattığında Müge dönüp teşekkür etti: — “Beklediğimden çok daha güzeldi. Gerçekten.” Mert eğilerek kapısını açtı, birlikte apartman girişine yürüdüler. Kapının önünde birkaç saniye sustular. Mert gözlerini onun gözlerinden kaçırmadan hafifçe eğildi. — “Bu gece için teşekkür ederim… Sadece bu kadar.” Tam döneceği sırada yanağına küçücük bir öpücük kondurdu. Ne baskındı, ne aceleci… sadece bir iz, bir niyet, bir davet gibiydi. Müge birkaç saniye olduğu yerde kaldı, sonra kapıyı açtı. — “İyi geceler, Mert.” Mert başını eğdi. — “İyi geceler… Müge.” Ve gecenin tatlı serinliği içinde ikisi de, içlerinde artık farklı bir şeye uyanmakta olduğunu hissettiler. Henüz tam adı konmamıştı ama kesinlikle sıradan değildi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD