GÜNEŞİN KIZI
Güneş
Köyde herkes bana “Güneşin kızı” derdi. Saçlarımı güneşin ışıklarından aldığımı söylerlerdi, gözlerime baktıklarında ışık gördüklerini anlatırlardı. Babamın en kıymetlisi, annemin nazlısı, köydeki çocukların neşesi bendim. Bu topraklarda kız çocukları pek kıymet görmezdi ama ben farklıydım. Çünkü babam, Yusuf Yaman, beni el üstünde tutardı. O bana değer verdiği için köydeki herkes beni severdi.
“Sevgi enerjin var senin, Güneş. İnsanlara dokunuyorsun, ışık saçıyorsun,” derdi en yakın arkadaşım Hilal, her fırsatta.
Ama sevgi enerjim, babamın bir katil olmasını engellemeye yetmemişti.
Her şey bir gecede değişti.
O gece, her zamanki gibi evimizin avlusunda oturmuş, annemin pişirdiği mis kokulu ekmekleri bekliyordum. Babam, köyden yeni dönmüş, ayaklarını uzatmış halde annemin demlediği çayı içiyordu. Gözlerindeki yorgunluğa rağmen, bana gülümsemekten geri durmamıştı. O gülümsemeyi hâlâ hatırlıyorum… Çünkü o gece, babamı son kez böyle görmüştüm.
Gece yarısı kapımız sertçe çalındığında, içime bir ürperti düştü. Annem korkuyla babama baktı. Babam ise her zamanki ağır duruşuyla yerinden kalkıp kapıyı açtı. Kapının ardında köyün en yaşlı adamlarından biri olan Reşit Dayı vardı. Nefes nefese, yüzü bembeyaz olmuştu.
“Vahap Beyoğlu öldü, Yusuf!”
Babamın gözleri büyüdü. Annem olduğu yere yığılacak gibi oldu. Ben ise ne olduğunu anlayamamıştım. O anın, hayatımızı altüst edeceğini bilmiyordum.
***
Sabah ezanı okunmadan önce, jandarmalar kapımızı kırarcasına çaldı.
Kendimi annemin kollarında buldum. Onun titreyen bedeni, yüreğime daha büyük bir korku saldı. Babam kapıyı açtığında, içeriye postallarıyla giren jandarmaları gördüm. Sert bakışlı komutanın sesi evimizin duvarlarında yankılandı:
“Yusuf Yaman, Vahap Beyoğlu’nu öldürmekten tutuklusun!”
Dizlerimin bağı çözüldü. Babam bir adım bile geri atmadan, dimdik durdu. Ama gözlerinde öyle bir ağırlık vardı ki...
“Babam yapmadı!” diye bağırdım. “O asla birini öldürmez! Yalan söylüyorsunuz!”
Komutan bana acıyan gözlerle baktı. “Kızım, babanın gömleği kan içinde bulundu. Vahap Beyoğlu’nun cesedinin hemen yanında.”
Duyduklarıma inanamadım. Babamı tutup sarsarak konuştum. “Baba! De onlara, sen yapmadın de! Yalan söyleyin de!”
Babam, gözlerini benden kaçırdı.
O an içimde bir şey koptu.
Jandarmalar babamı çekiştirerek götürmeye çalışırken, annem onun ayaklarına kapandı. “Yusuf, bir şey söyle! Yapmadığını söyle!”
Ama babam suskun kaldı.
Kapının önünde toplanan köylülerin mırıldanmalarını duyuyordum. Kimi inanmıyor, kimi başını üzüntüyle sallıyordu. Oysa benim içimde fırtınalar kopuyordu.
“Benim babam katil değil!” diye haykırdım. “Ben buna inanmayacağım!”
Ama kimse beni dinlemiyordu. Babam, gözlerimin önünde götürüldü.
***
Günlerce köyde dedikodular dinmedi. Bir gün, annemle ekmek yoğururken, avlunun kapısı tekrar çalındı. Bu defa gelen, Vahap Beyoğlu’nun oğlu, Şahin Beyoğlu’nun adamlarıydı. Ellerinde bir mektup vardı.
Annem titreyen elleriyle kağıdı açıp okudu. Gözleri büyüdü, dizlerinin bağı çözüldü.
“Ne yazıyor, anne?”
Gözlerinden yaşlar süzülerek yüzüme baktı. “Seni istiyorlar, Güneş.”
“Ne? Kim?”
“Şahin Beyoğlu… Babasının kanı yerine, seni istiyor.”
Donup kaldım.
“Olmaz! Ben babamı bırakmam!” diye bağırdım.
Annem titrek bir sesle, “Babanı yaşatmanın tek yolu bu,” dedi. “Eğer gitmezsen… Onu öldürecekler.”
Dünya başıma yıkıldı. Babamı görmeden, onunla konuşmadan böyle bir şeyi asla kabul etmeyecektim!
O gece kaçmayı planladım. Babamı görmeli, ona ne olduğunu öğrenmeliydim. Ama daha ben bir adım bile atmadan, köyün çıkışında Şahin Beyoğlu’nun adamları önümde belirdi.
Kaçmama izin vermeyeceklerdi.
Sabah olduğunda, siyah bir araba kapımıza geldi. Şahin Beyoğlu’nun adamları içeri girip beni zorla çekiştirerek götürmeye çalıştıklarında, annem feryat figan oldu.
“Dokunmayın kızıma! Zorla götüremezsiniz!”
Ama götürdüler.
Bağırdım, tekme attım, kurtulmaya çalıştım. Ama ellerim kelepçelenmiş gibi sıkıca tutuldu.
Ve o an anladım.
Benim ışığım, onun karanlığına mahkum olmuştu.
" Kes sesini yoksa baban ölür, " diyen adamla neye uğradığımı şaşırdım.
.
.
.
Şahin
Beyaz kefeni andıran sabah sisi dağılırken, gökyüzü Güneş’in kızıl ışıklarıyla aydınlandı. Ama ben, o ışığın bana ne getirdiğini çok iyi biliyordum.
Kendi ayağıyla gelmeyeceğini biliyordum. O yüzden adamlarımı göndermiştim. Güneş Yaman, tırnaklarıyla kazıya kazıya, çığlıklarıyla yırtına yırtına geldi konağıma.
Beni ilk gördüğünde gözlerindeki öfke, nefret, hatta korku, hepsi iç içeydi. Ama en çok da çaresizlik vardı. O çaresizliği görmek, damarlarıma işleyen intikam ateşini biraz olsun hafifletti.
“Babam nerede?” diye sordu, sesi titriyordu ama güçlüydü.
Yavaşça ayağa kalktım. Masanın kenarına yaslanarak ona baktım. Bu kız, gerçekten Güneş’ti. Saçları, babamın yıllardır anlattığı o lanet adamın kızı olamayacak kadar parlaktı. Ama soy, kan, kader… Bunlar, insanın kaçamayacağı şeylerdi.
İçimi kemiren bir dürtüyle yaklaştım ona. O ise geri çekilmedi, gözlerini kaçırmadı.
“Babam yaşıyor mu?” diye tekrar sordu.
Başımı yana eğdim. “Sen gelmeseydin yaşamayacaktı.”
Yüzü bembeyaz oldu. O an içinde kopan fırtınayı, babasına duyduğu sevgiyi, korkuyu, çaresizliği gördüm. Bir anlığına içimdeki zehirli nefretin bile bir anlamı kalmadı. Ama bu duygu fazla uzun sürmedi.
Gözleri bir an bile tereddüt etmeden bana baktı. “Şimdi ne olacak?”
Gülümsedim. Soğuk, sert ve acımasız bir gülümseme.
“Berdel olacak,” dedim. “Sen benim kadınım olacaksın, Güneş. Babamın kanının bedeli, senin hayatın.”
Başını kaldırdı. Çenesini sıkıp dişlerini kenetledi. “Sana asla boyun eğmem.”
Eğmeyecekti de. Ama bu umurumda bile değildi. Çünkü artık o, benimdi.
İstese de, istemese de.