Korkunç Kaza

3303 Words
Alaybeyin kehaneti Kasımoğullarında kumandan olan Altemur ve kardeşi Ayvaz’ın içine bir dert düşürdü. Ya gerçekten ihtiyarların işaret edip kehanet bulundukları kumandan İsmail değilse. Ya gerçekten Alaybey haklı ise. Kaidan bu durumdan muzdaripti. Muzdariplik onları bir şeyler yapmaya sevk etti. Bu hallerini ortadan kaldırmak için Alaybey’in işaret ettiği kıza ve ailesine eziyet etmeye başladılar. Kızın kendinden küçük iki kız kardeşi daha vardı. Amcaların ve halaların amacı aileyi şehirden çıkarmaktı. Daha on üç yaşlarında olan küçük kızın başta babası olmak üzere bütün ailesini çok zalimce bir baskı altına almaya başladılar. Bazı günler kızın babasının yolunu kesen ağabeyleri ve yeğenleri onu öldüresiye döver ve hatta öldü diye bir yol kenarına atarlardı. Adam döner gelirdi. Gidecek ve sığınacak hiçbir yerleri olmayan bu gariplere bu zulüm ihtiyar bir adamın ortaya attığı bir söylenti ile başladı, her gün artarak devam etti. Ayvaz’ı yanına çağıran Alaybey, “Ne yaptınız Ayvaz?” diye kızı sordu. Ayvaz, “Abim senin söylediklerinin deli saçması ve bunaklığından ileri geldiğini söylüyor,” dedi. Bunları duyan Alaybey sert çıktı. “Madem söylediklerim saçmalık o zaman niçin kızın babasına bu kadar zulümediyorsunuz? Demek ki siz de inanıyorsunuz doğru olduğuna.” “Bak Alaybey, bizim ailemizde bir kumandanlık savaşı yok. Sen kendi sülalene bak. Necati senin fistanlı oğluna kumandanlığı vermez.” Ayvaz bu cümleyi bitirince birisi seslenerek oldukları yere geldi. “Sözlerine dikkat et Ayvaz. Babam doğru der. Sülalenizde biri bütün ailelerin başına bela olacak. Onun da kim olduğu belli.” Ayvaz bir anda ortaya çıkan bu adama tuhaf tuhaf baktı ve “Alaybey! Kimdir bu arkadaş? Sözümüze girme cüretini nereden bulmuştur?” dedi. Alaybey, “Bu senin fistanlı dediğin oğlumdur. Onu ruh doktorları tedavi etti. Şimdi geri geldi,” dedi. Ayvaz duruma çok şaşırdı. Tuhaf tuhaf bir adama bir de Alaybey’e baktı. Söze giren adam, “Ayvaz babam sizi dört sene önce bu kız için uyardı ama siz hâlâ bir şey yapmadınız,” dedi. Ayvaz, “Senin baban bizi aslında beş sene önce de uyardı. Biz de ona inanıp gereğini yaptık. On altı yaşında bir çocuğu suçsuz yere ortadan kaldırdık. Bacak kadar çocuğa yirmi beş kurşun vurduk bir de ölmez diye korkup dereye attık. Kusura bakma ama baban bunadı. Artık sözleri itibar görmüyor. Üç sene önce bana siz yanlış kişiyi öldürdünüz de dedi. Ne yapalım şimdi! Babanın deli zırvası mavallarına inanıp on dört yaşındaki bir kıza da mı vuralım yirmi beş kurşun?” diye konuştu. Adam, “Babam yanlış söylemedi Ayvaz. Eğer o çocuk yaşasaydı size kumandan olacaktı. Ama babam diyor ki herkese kumandan olacak biri gelecek. Hem size hem bize hem de Tahiroğullarına,” diye cevapladı. Bu konuşmalar Ayvaz’ın canını iyice sıktı. Sesini yükseltti. “Ne kadar komedi bir kehanet bu böyle. Bu bile başlı başına bunaklığın işaretidir. Bizden ya da her neredense bir kız çıkacak ve namları yedi düvele yayılmış olan üç ailenin de kumandanı olacak öyle mi? Bu ailelerden biri de Tahiroğulları. Kumandanı kim? Kotol[1]. Size bir şey söyleyeyim mi? Bunu sakın başka yerde söylemeyin. Sakın. Hele ki sizi yallayan Tahiroğulları hiç duymasın. Çünkü onların yalladığı köpeklerin bile onlara göre itibarı vardır. Böyle söylediğinizi duyarsa sizin itibarsız birer şarlatan olduğunuzu söylerler. Sizi yallamazlar aç köpekler gibi geberir gidersiniz. Tahiroğullarının kovduğu köpeği biz de kapımıza bağlamayız ve yallamayız. Anladınız mı ulan! Bir daha bize ne yapmamızı söylemeye kalkarsanız canınız yanar haberiniz olsun.” Adam sakince neler olduğunu anlamadan dinledi ve sonra, “Ayvaz! Haddini aşma. Eğer babam haklı çıkar da sizden biri bize musallat olursa emin ol ki ilk senin kafanı ben keserim,” diye çıkıştı. Ortam çok gerilmişti. Tabii şartlarda Şomonoğulları bu sözlerden çok daha ağırını duysa da ses çıkaramazdı. Çünkü onları aslında bu iki aile besler. Bu duydukları Ayvaz’ın hoşuna gitmedi.  “Lan sen kimsin ki daha dün fistan giyip bugün bize racon kesiyorsun! Asıl haddini sen bil. Alaybey! Bu çocuğa edep ve adap öğret. Bu âlemde olacaksa kimlere saygı göstereceğini bilsin. Benim de adımın Kasımoğlu Ayvaz olduğunu iyi bellesin.’’ Olanlar Alaybey’in hoşuna gitmedi. “Tamam. Tamam. Herkes işine baksın. Ayvaz nasıl istiyorsanız öyle yapın. Ama söylediklerimi dikkate alın.” Ayvaz oldukça hiddetli bir şekilde yanlarından ayrıldı. Hemen abisi Altemur’un yanına gitti ve olan biteni bir bir anlattı. “Alaybey’in fistanlı oğlu geri gelmiş. Israrla kız diyorlar.”  “Sen ne dedin?” diye sordu Altemur.  “Siz delirmişsiniz. Bu mümkün değildir dedim. Fakat oğlu haddini aştı bana açık açık racon kesti.”         “O gelen gerçekten Alaybey’in oğlu mu dersin?”        Ayvaz bu söze çok şaşırdı. Abisinin ne demek istediğini anlamadı. Şaşkın şaşkın abisine baktı.        Altemur cevap vermeyen Ayvaz’a bakıp “Alaybey’in oğlunu en son dört yıl önce gördüğümde halanın kızı Melike’den, ne sesi ne de güzelliği farklıydı ki Melike sülalenin en güzel kızıdır. Doğru mu?” dedi.        Ayvaz başını sallayarak “Doğru,” dedi.        Altemur devam etti. “Vallahi de billahi ondan bile kat be kat güzel olduğunu söylerdiler. Sana racon kesen o kadar güzel miydi?”        Ayvaz abisinin ne demek istediğini anlamaz bir halde, “Abi nasıl yani?” diye sordu.        Altemur Ayvaz’a bakıp “Bir hikâye duydum,” dedi.        Ayvaz meraklı meraklı, “Nedir abi?” diye sordu.        Altemur anlatmaya başladı. “Alaybey elindeki kumandanlığı kaybedeceğini anlayınca ve kardeşi Necati üzerine gidince durumun iyi olmadığını anladı ve hemen oğlunu ortadan kaldırdı. Yani onu öldürttü. Bu çocuk ise aslında gerçekten oğlu mu değil mi bilmiyor kimse. Alaybey bu çocuğu bu zamana kadar sakladı. Biliyorsun büyük ailelerde ki erkek çocuklar her zaman kumandanlığa namzet görülür. O yüzden onların düşmanı çok olur. Alaybey de bu çocuğu bu zaman kadar saklayıp şimdi gerektiği için getirip öbür çocuğun yerine koydu. Kimse ona, bu o çocuk değildi diyemez. Çünkü onu tedavi ettirdiğini, kız iken erkeğe çevirdiğini söyleyerek herkesi susturacak. O adamın sana bu kadar diklenmesinin tek sebebi Şomonoğullarında gücü ve kontrolü eline aldığı gerçeğidir. Dahası ise “Bu burada kalmayacak bundan sonra ben de varım. Gerekirse hem sizinle hem de Tahiroğulları ile savaşırım,” diyor.’’ “Bu çok aptalca olur. Kim ki o?” diye küçümser bir eda ile sordu Ayvaz. “Hiç bilmiyoruz. Geldiği yerde neydi, kimlerle bağlantısı var hiç bilmiyoruz.” “Biz bu durumda ne yapacağız? Kıza kafayı takmışlar.” Altemur, “Bana göre Alaybey yalan söylüyor. Annesinin işaret ettiği kişi bizden biri değil. Bizden herkese başkaldıracak biri çıkmaz. Sadece bize kumandan olacak biri çıkabilir. Ama o da bir kız olamaz. Buna kalkan birinin akıbetini az çok kestirebiliyorsun. Hakkı ve ailesi herhalde bir ibret olmuştur herkese. Artık biz varız Ayvaz. Sarsılmaz bir imparatorluğun imparatorları bizleriz. Tahiroğlu Kotol iyice yaşlandı. Ölünce yerine geçecek bir erkek çocuğu yok. İki kızı var ikisi de ne kumandan olabilir ne de bu işlerin meraklısı. Yani Tahiroğulları kalmayacak yakında. Tek ve yegâne güç biz olacağız. Bunu anlamıyor musun? İnsanların bize yaklaşmasından, konuşmasından, davranışlarından anla ki hükümranlığımız her geçen gün daha da sağlamlaşıyor. Biz yine de kızı boş bırakmayalım. En azından şehirden çıkaralım. Ama öldürmeyelim. Bu çok dikkat çeker devlet yakamıza yapışır,” dedi. Ayvaz bir müddet düşünür sonra abisine manalı bakışlar ile sözüne devam etti. “Abi bu hikâyenin aynısını Kotol için anlatırlar. Onun da meçhulde bir çocuğu olduğunu eski karısının çocuğu alıp kaçtığını ve bir daha bulunamadığını söylüyorlar.” “O iş biraz karışık. Kotol’un eski karısı başka bir adamla kaçtı. Kotol adamı öldürttü. Karısı o zamanlar Hamileymiş ama Kotol’dan mı yoksa diğer adamdan mı bu belli değil. Yani Kotol’un bir çocuğu varsa bile bunu kendi ölmeden bulup getirip aynı Alaybey gibi ailenin başına geçirmesi gerekiyor ki bu da olası bir durum değil şu an için. Ayvaz güç artık bizde. O yüzden ne bir şeyden kork ne de geri dur. Yıkılmaz ve sarsılmaz bir imparatorluğun hükümranlarıyız bunu böylece bil.” Güç ve iktidar sarhoşluğu dedikleri budur belli ki. Söyledikleri doğruydu bir yere kadar. Kasımoğulları gerçekten çok güçlenmişti. Onlara karşı tek güç Tahiroğulları ki onlarda da gelecek kaygısı vardı. Çünkü Kotol’un erkek çocuğu olmaması ve ailede doğan erkek çocuklarını ya öldürmesi ya da ülkeden çıkarması ortaya ciddi bir sorun çıkarmıştı. ***        “Dağda gezen aslana nerelisin diye sorulur mu hiç? Bana da sorulmaz. Çünkü ben Maveraünnehir’den maveraya koşanlardanım,” dedikten sonra başladı anlatmaya. Kimine göre kan saçan bir tetikçi, kimine göre Kasımoğullarının yanaşması, kimine göre de halefi olan kişi. Onun hakkında ki en doğru hikâye budur ve bu hikâye doğrulanmıştır. Kendisi de aynen böyle anlattı.        “1997 yılının Ekim ayı. Samsun’dan İstanbul’a eski model arabam ile yaptığım yolculukta, iyice yorulmuştum. Devam edecek takatim kalmamıştı, Tosya’ya yaklaşmıştım. Birkaç saat uyumazsam yola devam edebilecek durumda değildim. Saat gecenin ikisini geçmişti. Biraz uyuyup sabah İstanbul’a varmayı planlıyordum. Yapılacak işlerim, çözülecek meselelerim vardı. Çözülecek çok büyük sorunlarım var. Biraz uyumak için arabamı düz bir arazinin kenarında sessiz bir tarafa çektim. Sessiz ve karanlık gece kör eden bir sisin esiri olmuştu. Gece ürkütücüydü. “Külüstür arabanın içinde bu ıssız yerde uyumak pek akıllıca değil,” diye düşündüm. Sonra, “Yapacak bir şey yok. On metre gidecek halim kalmadı. Beni kesseler de dinlenmekten başka çarem yok,” dedim kendi kendime ve koltuğu yatırıp uykuya hazırlandım. Uzun aralıklarda hızla geçen arabaların, kamyonların sesi olmadığı anlarda, gecede en küçük bir “Çıt” bile çıkmıyordu. Bir karınca katarının ayak sesleri bile duyulabilecek kadar sessizdi gece desem, yeri. Arabamın camını içerisi havasız kalmasın diye hafifçe açık bırakmıştım. Yaz denilebilecek bir hava vardı dışarıda ama geceye sis hâkimdi. Zalim bir hükümdar zorbaca hükmünü sürüyor gibiydi geceye ve içindekilere. Gözlerim belki daldı dalmadı olacak ki tuhaf sesler duymaya başladım. Birini boğuyorlar ya da biri boğuluyor gibiydi de can havli ile bir yerlere elleri ve ayakları ile vuruyordu. “Kafayı bu Aydın’dan gelen adamlara taktım, tuhaf sesler duyuyorum,” diye düşündüm. Sonra sesi yine duydum, kafam takıldı. Ses ara ara geliyordu, dayanamadım. Kalkıp bakacaktım. Silahım ve fenerim vardı. Feneri alıp arabanın yakınlarına göz attım, ses kulağıma yine geldi. Arabanın kapılarını kilitleyip düz tarlaya doğru yürüdüm. Sisten kör olmuş gecede önünde bembeyaz duvarlar var ve sen ilerledikçe önünden, arkandan, sağ ve solundan bir adım açılıp sana yol verir gibiydi de bir adımdan ne ilerisi ne gerisi görünüyordu. Sessizlik korkutucuydu. Karanlık ulaşabileceği en ihtişamlı anındaydı. Bu bile tek başına ürkütücüydü. Sis ve gece, iki uyumlu arkadaş İki büyük savaşçı, dik kafalı isyancı. Başkaldıracaklardı fecre ve aydınlığa, benim başkaldırdığım gibi korkuya ve korkaklığa. Yalan söylüyorum. Silahım vardı ama it gibi korkuyordum. Korkuyordum ama geceye ve sise belli etmiyordum. Korkmaktan daha beterdir bunun anlaşılması. Yüz metre kadar yürüdüm ki sesin nereden geldiğini anladım. Gecenin karanlığından ve amansız sisinden olacak ki yoldan çıkan bir araba tarlaya uçmuştu. Belli ki birkaç takla atmış sonunda lastikleri üzerine çamurlu tarlaya gömülmüştü. Tavanı çökmüş, hava yastıkları patlamış, kapıları sıkışmış bir haldeydi. İçinde, ikisi önde biri arkada üç kişi vardı. “Demek sesler bunlardan geliyordu,” dedim kendi kendime. Ne yapacağıma bir türlü karar veremedim. Sonunda hemen arabaya koşup, telefonumu alarak cankurtaran çağırmanın en doğrusu olduğuna karar verebildim. Ben tam gidecekken, önde duran adam yarı ölgün sesiyle bir şeyler anlatmaya çalıştığını fark ettim. Hızlı hızlı nefes aldığı için ağzından kanlar sağa sola saçılıyordu. İçeridekilerin durumlarının hiç iyi olmadığı zifiri karanlık ve üstüne üstlük bu kör eden siste bile anlaşılıyordu. Şoför koltuğundaki adam bir şeyler anlatıyordu ona kulak verdim. “Yardım et bize!” “Elbette. Hemen arabama gidip telefonumu alıp cankurtaran çağıracağım. Jandarmayı da arayacağım. Merak etmeyin, arabam hemen yol kenarında çok kısa sürede yardım gelir.” Adam panikleyerek “Hayır! Dinle beni, gerek yok. Sakın kimseyi arama.” Adam öyle deyince çok şaşırdım ve “Niçin? Size ciddi yardım lazım, kan kaybediyorsunuz. Arkadaki arkadaşınızın durumu çok daha kötü, kaburga kemiği kırılıp dışarı çıkmış, ciğerleri görünüyor. Şimdi yaşıyor ama hareket ederse ölür,” dedim. “Bırak, sadece beni dinle. O adamın yanında bir torba var, gördün mü? Şimdi o torbayı al ve ağzını aç.” Ben ısrar ettim. “Zaman kaybediyoruz. Benim önce cankurtaran çağırmam lazım o yüzden telefonumu arabadan almam lazım.” O da ısrarcıydı. “Hayır, telefon… Telefon torbanın içinde, torbayı al ve içini aç.” “Tamam.” “Şimdi, telefon kapalı, onu aç bana ver. Sonra sen de torbayı al ve git.” Torbanın içinde bir telefon vardı. Tabii şartlarda buralarda telefon çekmiyor ama bu telefonlar çok kaliteli telefonlardı. Telefon bir “ASELSAN1919[2]” marka telefondu. Her yerden çekerdi hem çok sağlam hem de hafifti. Biz, Türklerin, o yıllarda başarabildiği, geleceği çok parlak güzel bir projeydi. Benim de telefonum bunun aynısıydı. Sonraki yıllar ne oldu ise bu telefon bir anda ortadan kalktı. “Mühendislerinin zehirlenerek öldürüldüğü” yaygın bir söylentiydi. Neticede “ASELSAN1919” yok oldu gitti. Fakat torbada sadece telefon yoktu. Yarım torba dolusu da para vardı. Bu para benim meselelerimi çözebilecek paranın en az beş katı daha fazlaydı. Yani benim arabadan en az iki yüz tane rahat rahat satın alınırdı. Yapmam gereken telefonu açıp adama vermek, torbayı alıp gitmek ve bütün meseleleri halletmek. Bu durum “Kulun sıkışıklığında Hızır’ın yetişmesiydi.” Bu adamlar tekin insanlar değildi bunu anladım ama onlara yardım edecektim bunun karşılığında hakkımı alacaktım “Bunda ne kötülük var ki!” diye düşündüm. Duvar kırmaktan ellerim nasır tutmuş, dilim dilim çatlak içindeydi. Talih yüzüme güldü, telefonun açma tuşuna bastım, telefon açılıyordu. Şifre istedi, adama sordum, “Şifreyi söyle çabuk.” “İki üç, üç, altı.” “Tamam, açıldı kimi arayacağım?” “HRM15 onu.” “Tamam. Kim bu?” “Sorma, bir an önce ara ve telefonu bana ver.” “Tamam, arıyorum rehberde ismi.” “O telefon rehberinde toplasan beş kişi kayıtlı. Neyi arıyorsun?” İçim rahat değildi. Allah insanı, en hassas olduğu mevzulardan imtihan edermiş ve yapmam dediği her ne ise onu karşısına çıkarırmış. Bu gece, benim imtihanım bu para galiba çünkü en hassas olduğum durum bu diye düşünüyordum. Çok yanılmışım çok. Bunu anlamaya, kendi arabamın içinde uyurken duyduğum o sesi tekrar işittiğimde başladım. İmtihanın büyüğü daha başlamamıştı bile ve kesinlikle emindim ki ses bu adamlardan gelmiyordu. Ben, bir anda telefon ile uğraşmayı bıraktım gelen seslere yoğunlaştım. Birisi bir yeri tekmeliyordu, yardım isteyip aman diliyordu. Ses aracın bagajından geliyordu. Öndeki adama dönerek sordum. “Bu ses nedir?” “Bana bak, ara şu adamı ve al torbayı defol git!” diye sinirli bir şekilde karşılık verdi. Ben onu umursamadım, “Bagajdan geliyor! Biri mi var orada?” “Hayır.” “Bu ses ne?” Adam daha da sinirlenerek ve alnından sızan kanın ağzına girmesiyle konuşurken kan püskürerek “Allah’ın belası şey sana tekrar söylüyorum ara şu numarayı telefonu bana ver ve defol git sakın başka işlere karışma!” Ben iyice tedirgin olmuştum. Bagaja doğru yürüdüm. Korkuyordum, silahıma mermi sürdüm. Elim tetikte. Burada neler dönüyordu böyle? Bagajı açmak için elimi uzattım, bagaj sıkışmış, açılmıyordu. Son sürat arabama gittim, uzun bir levye aldım. Arabamda işim gereği bu tarz şeyler hep bulunur. Hızlıca kaza yapan arabanın yanına geldim. İçeride biri can havli ile sağı solu tekmeleyip yardım istiyordu. Geç kalırsam havasızlıktan ölebilirdi. Bir an önce bagajı açmam gerekiyordu. Öndeki adam yine konuşuyordu. “Dinle beni, sakın o bagajı açma! Şu aramayı yap ve şu parayı al git! Nasıl bir işin içindesin bilmiyorsun.” “Önce şu bagajı açalım sonra bakarız. Siz niçin cankurtaran çağırma mı istemediniz?” “Sana ne, bizi ne sanıyorsun sen?” O konuşurken biraz zorlanarak olsa bagajı açtım ve açtığım gibi dondum kaldım. “1Dedim ya benim için bu gece imtihan kesinlikle para değildi. Bunu çok daha net bir şekilde anladım. İmtihan senden kaçsa da sen ondan kaçamazsın. Kilitli sandıklara saklansa da açar bulursun. Burada da durum buydu. Bagajda küçük bir kız çocuğu belki on belki biraz daha büyük yaşlarda. Eli, ayağı ve ağzı bağlıydı, havasızlıktan yüzü mosmor olmuştu. Gözleri atmaca gözü gibi keskin bakıyor ve bir o kadar güzel görünüyordu. Yüzü gözü yara bere içindeydi. Kendi kendime “Rabbim, benim çocuklara ne kadar hassas olduğumu biliyorsun, merhametine sığınıyorum,” diye dua ettim. Bagajı açınca o kadar hızlı nefes alıp vermeye başladı ki saymak ne mümkün. Beni donduran sadece orada bir çocuk olması değildi. Çocukla birlikte arabanın kaza yapması sonucu, patlayan poşetlerden bagajın içine saçılmış olanlar... Bu durum beni delirtmişti. Kan dolaşımım şiddetlendi. Damarlarıma kan pompalayan kalbim önce damarları patlatıp sonra kendi bir atom bombası misali patlayacak ve dünyada ne kadar bunlar gibi domuz eniği varsa hepsini yok edecek gibi atıyordu. Bu nasıl bir insanlık, bu nasıl bir haysiyet ya da şeref? Bunlara verecek bir ad yok. Bunlar domuz desem domuzlar bir ordu kurar, bunları kendi pisliklerinde boğar. Bunlar en aşağı mahlûktan daha aşağılık insanlar. Bunlara cehennemin en aşağılık zebanisi desem, bütün zebaniler cehennemden çıkar ve ne kadar yeryüzünde yaşayan insan varsa hepsini cehennemin en dibine atar. Bunların günahı, bütün insanları cehennemde haddiyle yakmak için yeter de artar. Bunlar ne ki o zaman? Bagajda elleri ayakları bağlı bir çocuk ve sağa sola saçılmış, üzerinde açık saçık çocuk resimlerinin bulunduğu bir sürü resim. Paranın kaynağı çocuk ticaretinin her çeşidi. Paranın kaynağı çocuk eti ya da organı, bu belli oldu. İğrenç ve rezilce, adi ve kahpece. Bagajı açınca günlerce su içmemiş bir insanın, suya saldırıp su içmesi gibi zavallı çocuk nefes alıp veriyordu. Bu bir oyuncak bebek değildi. Etten ve kemikten canlı bir varlıktı. Masum zavallı bir insandı. Fakat durum içler acısıydı. Hemen çocuğu bagajdan çıkardım, ellerini ve ayaklarını çözdüm. Terden tamamen ıslanmış, tuvaletini öylece yapmak zorunda kalmıştı. Gömleğimin kolu ile yüzünü gözünü sildim. Korkudan güç bela konuşuyordu, nefes ala ala ve titreyerek söylüyordu kelimeleri, “Amca. Amca Amca bunlar…” “Evet kızım bunlar?” dedim. Çocuğun nefes alıp vermesi hiç durmayacak sandım. Sonra “Adın ne senin kızım?” diye sordum. Titremesi ve korkusu dinmek bilmiyordu. Ben tekrar, “Sakın korkma. Sakın. Sadece bana anlat. İstersen jandarmayı hemen ararım,” dedim. Allah biliyor ki ne jandarma ne de cankurtaran aramayı kesinlikle düşünmedim o andan sonra. Sadece çocuğu teselli etmeye çalışıyordum. Çünkü devlet bu adamlara çok merhametli. Ben öyle değilim. Çocuk titrek sesi ile “Bunlar beni… Beni… Kaç… Kaç... Kaçırdılar.” “Kim bunlar?” “Bilmiyorum.” “Peki annen baban var mı?” “Var. Annem var. Onu ararsam gelir alır beni.” Bu duymak istediğim bir cevaptı. Kızı ailesine teslim eder, sonra da adamları devletin merhametli ellerine bırakmak zorunda kalmam. Biliyorum devlet bana kızacak. Onları kendi merhametine bırakmadığım için bana çok merhametsiz davranacak, bunu da biliyorum. Olsun göze alıyorum. “Numarasını biliyor musun?” diye sordum çocuğa. “Biliyorum,” diye cevap verdi. İşler istediğim gibi gidiyordu. Buna içten içe seviniyordum. “Tamam, şimdi yol kenarında duran bir lacivert araba var ona git. Al bu anahtarı. Kapısını aç. İçeride benim telefonum var. İçeri girince kapıları içeriden kapat. Arabanın içinde su var. Önce bolca su iç ama sakın dışarı çıkma. Çıkmadan içeride ellerini yüzünü yıka. Sonra o telefon ile anneni ara ona “Tosya sanayisinden on kilometre İstanbul yönüne doğru ilerideyim,” de. Tamam mı?” dedikten sonra ben, “Tamam,” dedi kız. “Yapabilir misin?” “Yaparım, sen ne yapacaksın?” “Benim bu amcalar ile az işim var kızım, sen dediğimi yap ve sakın korkma. Tamam mı?” Kız, “Tamam,” dedikten sonra hızla yola doğru koştu. On adım attıktan sonra sisin içinde kayboldu. Kız arabaya gitti fakat öfkem beni aşmıştı. Bu öyle bir öfkeydi ki bütün Tosya’yı bu gece yakabilirdim. Bu öyle bir şiddet ki bütün şehir üstüme gelse durduramazdı. Bu gece beni tek durdurabilecek Allah’tır ve ben Yüce Allaha güveniyorum. Bu gece beni değil, zalimi durduracak. Pek tabii durdurmuştu. Bunun haricinde hiç bir güç beni durduramaz. Setlerini yıkmış bir barajdan boşalan sular, nasıl ki durdurulamaz ise ben de bu gece durdurulamayacaktım. Nasıl ki o patlayan sular, önündeki bütün şehirleri tarumar eder ise benim de bu adamları, “Tarumar” gecem olacaktı. Onlara yapacaklarımı, tasvir ve tasavvur melekeleri çok ileri seviyede olan bir muhayyel bile kesinlikle hayal edemeyecekti. Son derece iyi bir belagate sahip bir hatip, onlara yaptıklarımı anlatacak bir kelime bulamayacaktı. Elindeki kalemi, yazarken rakkase gibi çeviren, en maharetli kalemkeşin kalemi, donup kalacak. Hatip hitabetinden, müellif, divitinden, şair şiirinden utanacak kadar âcizane hale düşecekti. [1] Kotol: (yöresel argo) Parmakları ya da bir kolu olmayan. Umumiyetle olumsuz anlamda kullanılır. Küt. [2] ASELSAN1919: Ülkenin Askeri Elektronik Sanayisinin zamanın şartlarına göre ürettiği başarılı bir cep telefonu. Patent ve telif gibi bahaneler ile üretimi aniden durdurulmuş bu mühim projeye, türlü türlü bahaneler ile son verilmiştir.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD