KAZIKLARIN HİKAYESİ

3224 Words
Genç kıza ne söylendiyse de hepsi nafile. İmamın, “Etme kızım! Allahtan kork günahtır, kullardan utan ayıptır,” demesi de fayda etmedi. “Ben, ölenlerin kendi öz çocukları ve karıları hariç, yeminli üç şahit olmadan bu cenazeleri gömdürtmem!” diyordu, başka bir şey demiyordu. Nasıl ki taşa bıçak işlemez ise bu kıza da söz işlemiyordu. Cenazeler musallada öylece bekliyordu omuzlanmak için. Bir anda, o kadar ağırlaşmışlardı ki kimsenin yerinden kaldırmaya gücü kalmamıştı. Tartsan elli kilo gelmeyen kızın söylediği sözler, toplasan yüz kilo gelmez cesetlerin üstüne tonlarca yük bindirmişti de bir türlü kaldırılamıyorlardı. Kızın inadı kırılamıyor, ısrarından dönmüyordu. Cemaatten insanlar, “Biz onları tanıyoruz, izin verin Allah’a yemin edip şahitlik edelim,” diyorlardı. Hem de onlarcası ama ne çare ki tabutların kapakları açılamıyor, kefenlerin bağı çözülemiyordu. Çünkü bunu tabuttakilerin ne çocukları ne de karıları asla istemiyordu. Kadınlar ve çocuklar tabutlar açılacak korkusu ile tabutlara o kadar sıkı sarılıyordular ki onları sarıldıkları tabutlardan kimse koparamazdı. Kız ise olanları sessizce seyrediyordu. Soğukkanlı, sert ve umarsız. En son çare, tabuttakilerin karıları ve kızları, ailenin yaşayan en yaşlısı ve muteberi olan Gülfeşan Nine’nin yanına gittiler. Gülfeşan Nine, kayıtlara göre1896 doğumlu, aklı başında dinç ve sözü en keskin olanıydı sülalede. Tabuttakilerin aynı zamanda babaanneleriydi. Aile içindeki savaşa en fazla karşı durmasına rağmen yine de bu savaşlara iki oğluyla birlikte sayısız torununu kurban vermişti. Ona dediler ki “Kıza söyle, inadından vazgeçsin eğer geçmezse ona beddua et de korksun.” Yaşlı kadın ise yanına gelenlere çok sert bir şekilde karşılık verdi. Onlara adeta “Siz ettiniz siz buldunuz,” der gibi bir konuşma yaparak onları yanından kovdu. Onlara, “Ben beddua etmekten ve almaktan Allah’a sığınırım, hele ki haklı olanın bedduasından ve haklı olana edilen bedduadan iki kere sığınırım,” dedi ve devam etti kendi lehçe ve şivesi ile. “Kimse ba boşuna afkurmasun[1]. Kimse da ba işatluk[2] göziylan bakmasun. O kefenliler benum torunlarum bilirum. Ben Allah’tan başkasindan da korkmam. Orağlen[3] Urumi feli feli[4] kesmişum, misirun kuturiylan[5] karnumi doyurmişum, ama etmem şahitluk kella! Çünkü o sebi haklidur. Hakliya haksuz laf soyleyemem. Hele da beydava[6] ebedi etmem. Beydava almaktan da beydava etmekten da Allaha sığunurum,” dedi. Umutları tamamen tükenen Kasımoğulları için kimse şahitlik yapamaz. Çünkü kız gerçekten de haklıydı. İLK KEHANET Alaybey oğluna kehanetinden bahsetti. Bu kızın başlarına çok büyük bir sıkıntı olacağına dair oğlunu ikna etmeye çalıştı. Kasımoğullarını karşısına almaktan bir sıkıntı görmeyen Alaybey, Nebbaşlar sayesinde çok güçlenmişti. Şimdi bu gücü oğluna devredip kendi imparatorluğunu kurup ona göre dünkü çocuk olan Kasımoğlu Ayvaz’ın kendine sarf ettiği her türlü hakaret ve aşağılamadan ebediyete kadar kurtulacaktı. Şomonoğulları her ne kadar güçlü bir sülale olsa da bu gücün ne Kasımoğullarına ne de Tahiroğullarına karşı en küçük bir etkisi yoktu. Alaybey’in hesabı ise şu anda daha zayıf olan Kasımoğullarına karşı üstünlük kazanmak, Kotol’un ölümüyle de tüm hükümranlığı elde etmekti. Bunu kardeşleri almadan oğluna vermekti. Alaybey oğlunu yanına çağırıp ona küçük kızın kati suretle ortadan kaldırılması gerektiğini söyledi. Eğer Küçük kız ortadan kalkarsa annesinin kehaneti boşa çıkmış olacaktı. Alaybey planını korkusuzca sürdürecek ve şehrin en güçlü kumandanı olacaktı. Oğlana, kızı kaçırıp ortadan kaldırma emrini verdi. Bu kendi ailesinden ve kendi emrinde olan Nebbaşlar için hiç zor değildi. Oğlan hiç vakit kaybetmeden kızı kaçırıp yok etmenin hesabını yaptı. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise Alaybey’e, sabah erkenden Berbat’ın dükkânından alınması gereken bir emanet olduğu haberi geldi. Bu iş için de oğlunu görevlendirdi. Bu oğlunun ilk göreviydi. Kasımoğullarına emanet ile ilgili haber çoktan ulaşmıştı. Berbat aslında nalburdur. Alt kattaki arızalı ürünler alçı ya da köpük ile paketlenip üst kata çıkarıldı ve sabah erkenden yetkili servis gelip aldı. Herkes çok iyi bilirdi ki bu gibi arızalı ürünlerin tek yetkili servisi Nebbaşlar’dır. Alaybeyin oğlu aynı gece kızı kaçırmak için plan yaptı. Kasımoğlu Ayvaz ise hem Alaybey’e hem de oğluna bir ceza vermek için kendi ayrı bir plan yaptı. Berbatın dükkânındaki arızalı üründen haberi olan Ayvaz için bu iyi bir fırsattı. Çünkü arızalı ürünü Nebbaşlar’ın alacağı kesindi. Nebbaşlar ise Alaybey’e bağlıydı. Nebbaşlar’ın çalışma usulü çok ustacaydı. Asla hata yapmazlardı. Teslim aldıkları ürünü geceye kadar bekletip gece olunca yok ederlerdi. Kullandıkları yöntem çok sıradan bir yöntem olmasına rağmen daha bu zamana kadar hata yaptıkları ya da açık verdikleri veya sakladıkları bir şeyin bulunduğu görülmemişti. Fakat şimdi belli ki Ayvaz onları tuzağa düşürecek ve hata yapacaklardı. Bu aslında hiç kimse için iyi bir şey değildi. Çünkü Kasımoğulları için de Nebbaşlar vazgeçilmezdi. Fakat Ayvaz Altemur’dan habersiz yaptığı bu planda bunları yeterince göremediğinden olacak ki gece olunca Nebbaşlar’ın peşine gizlice adam takıp takip ettirmişti. Bu sırada Alaybey’in oğlu gelen iş ile ilgilenirken üç adamını da kızı kaçırmaları için görevlendirdi. Fakat işler her iki taraf içinde iyi gitmeyecekti. HALİL'İN HİKAYESİ Bu gece, bu vakadan sonra, durdurulamazdım artık. Öndeki adamın ara dediği numarayı aramadan önce tekrar kendi arabama koştum ve bagajdan beş litrelik tineri aldım. Tineri ellerimizi temizlemek için kullanırdık. Çok iyi bir yanıcıdır. Tabii olarak çok iyi bir temizleyicidir. Kokusu kimine göre güzel kimine göre iğrençtir.  Bu arada kız arabada annesi ile konuşurken indi ve yanıma geldi. “Amca!” diye seslendi. “Efendim tatlım.” “Annem seninle konuşacak.” “Ver güzelim benim.” “Efendim,” dedikten sonra çok sert bir ses bana, “Adın ne?” dedi ve sonra aynı sertlikte, “Senin adın ne?” diye karşılık verdim. “Benim adım Seher!” “Benim adım da Halil.” “Tamam, bak Halil, ben oraya gelene kadar kızım sana emanet. Ona lütfen iyi bak, ben yarım saate oraya gelmiş olurum.” “Buradaki adamları tanıyor musun?” “Hayır.” “Telefonlarında HRM15 diye biri kayıtlı.” “Tamam, Herman, çocuk taciri. Çocukları kaçırıp kullanır. Yurt dışına çıkarır para ile satar. Organ mafyası, çocuk taciri, aşağılık yaratığın tekidir. Orada ise sakın düşünme, silahın var ise sık kafasına. Ömrün boyunca bakarım sana. Çokta para veririm.” “Para için hiçbir şey yapmam. Paranın çözdüğü meselelere de mesele diye bakmam. Bana ne yapacağımı söyleme. Paran çoksa kızına daha iyi sahip çık o zaman. Böylece pornocu gavatların eline düşmez.” Bunlar, kadının hoşuna gitmedi. Bir müddet sessizlikten sonra ben, “Bunlar onun adamları mı?” diye sordum. Kadın dişlerini sıkarak ve oldukça hiddetli bir ses ile “Evet, ben gelince onun adamları olmayacaklar. Artık lağım çukurlarında farelere leş olacaklar, başları kesik bir halde,’’ dedi. “Tamam, kız benim arabada bu telefon onda, telefon sürekli açık ve her yerde çeker. Ben adamların yanındayım,” dedikten sonra telefonu çocuğa verip “Hadi güzelim sen arabaya git. Annen gelecek, onu bekle ben de gelirim birazdan,” dedim.  “Tamam amca,” dedi ve arabanın içine girip ön koltukta oturdu. Sonra ben yavaş ve oldukça şiddetli adımlar ile adamların yanına doğru ilerledim. Sis henüz arabayı ve kızı saklamamıştı ki dönüp ardıma baktım. Arabanın camından bana doğru bakan bir çift göz, atmaca gözü kadar keskin ve parlak. Bu ateş parlağı bakışlar, karanlığı ve sisi çizgi çizgi çizip geçiyordu içimden bir ses bu kızın sıradan biri olmadığını söyleyip duruyordu. Kızın gözlerinden saçtığı ateş ile önüm aydınlanıyor gibiydi. Böylece adamların yanına gittim. Öndeki adam bir şeylerden bahsediyordu. Amacı beni korkutmaktı. Bu çok aptalcaydı ama adam ısrar ediyordu. Ben tiner tenekesinin kapağın açtım adam bana, “Hata yapıyorsun. Bizi tanımıyorsun. Nebbaşları duymadın herhalde. Peki onların lideri Herman? Onu da mı duymadın? Sana her şey üzerine yemin ederim ki bize bir şey yaparsan seni ve yedi sülaleni bulur ve ortadan kaldırır. Aptallık etme. Ara şu numarayı ve defol git. Sana söz veriyorum seni araştırıp bulmayacağız.” “Herman… Herman’ı mı arama mı istiyorsun? Tamam arayayım,” dedikten sonra telefonda dediği numarayı bulup aradım. Telefon açılınca sesini dışarı verip “Herman!” diye seslendim. Bu ses belli ki ona yabancı gelmiş olacak ki “Sen kimsin?” diye sordu şaşkın bir şekilde. “Çok sağlam setlere sahip bir selkapanıyım.[7] En sağlam kayaların, en sağlam çeliklerle örüldüğü bu mukavim yapının mukavemeti kalmadı artık. Çünkü çok doldum. Birazdan patlayacak kapaklarım, yıkılacak bentlerim ve bütün şehirlerini tarumar edeceğim. İçlerinde ne kadar adamın varsa hepsini tek tek boğacağım. Beni dolduran su değil. Beni patlatan aralıksız yağan yağmurun zirvesiz dağlara doğurttuğu bîaman seller de değil. Ağlattığın çocukların, tıpkı o seller gibi biçare akan gözyaşları, anaların ahları, babaların feryatları…” Telefonda pis bir gülme ilen bana, “Sen kimsin lan! Ne zırvalıyorsun, neyin martavalı bu?” dedikten sonra ben, “Telefonu adamına veriyorum. Al!” deyip telefonu öndeki adam verdim. Adam tedirgin ve korkak bir sesle konuştu. “Alo patron, kadından kaçarken kaza yaptık. Kız bizdeydi, adam kızı aldı. Değil abi, bu adam kadının adamlarından değil. Daha çok genç. Karadeniz aksanı var, daha önce hiç görmedim onu. Kabul etmedi abi parayı, alır gibi yaptı almadı. Biz iyi değiliz, arabada sıkıştık kaldık, çıkamıyoruz. Nerede olduğumuzu bilmiyorum.” Ben, “Tosya sanayiye on kilometre İstanbul yönü,” diye yüksek sesle duysun diye bağırdım. “Diyor abi.” Bu arada ben arabaya tiner dökmeye başladım. Bunu gören adam telaşlı bir şekilde “Ne oluyor? Ne yapıyorsun sen? Tiner bu,” diye konuştu. Bir müddet sessizlikten sonra ben tiner dökmeye o da konuşmaya devam etti. “Abi adam bize tiner döküyor. Yakacak bizi, deli abi bu adam, kurtar bizi!” diye yalvarırcasına konuştu. Öndeki adam telefonda konuşurken, nefretim her saniye artıyordu. Zaten, tabiatım gereği, bu minvalde olan reziller için, içimde her zaman bir nefret vardır. Ne eksilir, ne kaybolur, ne de yok olur. Bu nefret birazdan dehşetli bir infilaka dönüşecek. Bunun böyle olacağı gerçeği, bu gecenin hükmünün sabaha kadar süreceği hakikati kadar muhakkaktır. Tek düşündüğüm onlara uygulayacağım şiddetin ilerleme usulleriydi. Önce vursam sonra mı yaksam, yoksa önce yaksam sonra mı vursam? Yaksam da mı vursam, vursam da mı yaksam düşüncesinden başka hiçbir şey yoktu aklımda. Adam telefonla konuşurken araya girdim ve öfkeyle bağırarak “Hermaaaaan! İblisin Deccal’dan peydahladığı Haccac[8]. Buraya gelince adamlarının küllerini toplar, sonra onları Mecusi keşişler gibi kavanozlarda saklarsın. Domuz kerhanesinin namlı orospusu. Senin damarlarında kan değil lağım suyu dolaşıyor. Genelevlerin lağım çukuru piçi, kuduz köpeklerin sidik taşı.” Araya giren Herman tehditler savurmaya başladı. “Sen kiminle uğraştığını bilmiyorsun, sülaleni keseceğim senin.” O öyle deyince ben daha da hiddetlenerek “Herman! Küçük çocukları satan, ibne kaltaban! Kan ve irin ve her çeşit necasetle beslenen Herman! Sabaha kadar seni bekleyeceğim, gelmezsen ben seni, umumhanede bezlere saran mayasılı fahişeden başlayacağım. Seni domuzlar kerih bir çukurda doğurup kendi pislikleri ile beslemişler. Sonra sana süt yerine cerahat emzirmişler. Merak etme, domuzlara bile senin yanında saygı duydum, senin gibi bir piçleri olduğunu birine söyleyip de onların gururu ile oynamayacağım. Onları utandırıp rezil etmeyeceğim. Kendi pisliğini yiyen domuzlar bile senden daha itibarlıdır Herman! Sabaha kadar buradayım, jandarmayı aramadım, tek başımayım, cüretin varsa gel!” dedim. Öndeki adam büyük bir kaygı ile “Abi, adam bizi yakacak!” diye konuşunca Herman, “Paralar nerede?” diye sordu. Adam, “Onda abi,” diye cevap verdi. Ben araya girdim. “Adamın yalan söylüyor Herman! Paraları bana o verdi, seni sattı ama ben de onlara geri vereceğim. Merak etme gelince alırsın paraları. Domuz dölü, gâvur tohumu. Küçük kızları kimlere satıyorsun?” “Abi adam manyak, paraları arabanın içine savuruyor. Paralarla birlikte yakacak bizi,” diye iyice ağlamaklı bir ses ile konuştu. Bu arada ben paraları olduğu torbanın içinden çıkarıp arabanın içine atmaya başladım. Arkada yarı ölmüş üçüncü adamın kırık kaburgası dikkatimi çekti. Kaburga kemiği karnından dışarı çıkmış karnını bir miktar yarmıştı. Kemiği elimle tutup çektim. Karın yarığı iyice ayrıldı. Sonra Amerikan basımı paralardan bir kısmını alıp bu açılan yarıktan içeri soktum. Adamın haykırışları Zühre’ye[9] ulaşıyor, Zühre onları tekrar yüzüne kusuyordu. Adamın haykırışlarını duyan Herman, “Kim bağırıyor?” diye sordu. “Abi adam Altan’ın kırık kaburgasından içeri, karnına para sokuyor. Kaburga kemiğine asılıyor.” “Adamlarını para ile doyuruyorum Herman! Sen şimdi uzaktan dinle ve bence vakit kaybetme yola çık. Sabaha kadar bekleyeceğim seni. Köprü altlarının üç kuruşluk kulamparası[10]. Gavat pezevenklerin zilli yosması. Tosya Sanayi’ye on kilometre İstanbul yönü… Hermaaan! Gel bekliyorum! Gelmeye cesaretin yoksa neredeysen söyle, ben geleyim oraya. Eğer gelmezsem, anam avradım olsun. Umumhanelerde godoşlar beni sorsun. Domuzların ve leş yiyici sırtlanların bile ikrah ettiği haramzade. Gel ulan! Geeel! Ters cimadan peydahlanan yılan, gel!” Sonra, adamları tek tek diz kapaklarından vurdum. Feryat göklere çıkıyordu, bu saatte bu arazide kimse duymazdı seslerini. Bütün paraları arabanın içine saçtım. Sonra içerdekilerin ağızlarına tıkadım. Doysunlar paraya, bir daha küçük çocuklara dokunmasınlar diye. Aslında onlara saydığım envaı çeşit galiz ötesi küfürleri ne yazmaya, ne de anlatmaya terbiyem bu saatten sonra el vermiyor. Telefon açıktı, Herman her şeyi duyuyordu. Arabanın içini tinerle iyice ıslattım. Üzerlerine saçtığım tiner, adamların ağızlarına burunlarına doluyor açık yaralarını adeta pişiriyordu. Bu muazzam can yakar, çok iyi biliyordum. Sonra can damarına bıçak vurulmuş bir hayvanın atardamarından fışkıran kan gibi fışkırıyordu ağızlarından dışarı püskürttükleri kanlı tiner. Adamlara ait bir silah aldım arabanın içinden. Pis kanları hep üzerime bulaştı. Eve dönünce kırklanacağım.[11] Sonra, yedek şarjörler, bolca mermi, bolca kin, bolca nefret, birazdan hepsini bu adamlara kusacağım. Ama dediğim gibi Gayyanın[12] gaitaları olan bu adamlara karşı kinimden, en küçük bir azalma olmayacaktı. Daha iyi yansın diye arabanın sağlam camlarını tek tek kırdım, sonra üç beş metre uzaklaştım ve Allah’a “Allah’ım biliyorum, yakmak sana mahsus ve eğer bu bir imtihansa farkındayım kaldım. Beni bu gece için affet,” dedim ve çakmağı çaktım. Ortalık şiddetli bir parlama ile cehenneme döndü. Gece gündüz gibi aydınlanıyordu, çıkan duman sise karışıyordu sis bile bu pislik insanlardan çıkan dumanı kabul etmiyor onların dumanından kaçıyor gibiydi ya da bana öyle geliyordu. KAZIKLARIN HİKAYESİ Kadın adama yalvarırcasına anlatıyordu. Yirmi beş yaşlarında ki bu kadın adama diyordu ki “Bu ahlaksızlık. Bunu yapma. Bu ne dinimize ne de ananemize, örfümüze, âdetimize uygundur. Hem bizim aile böyle şeyleri kaldıramaz. İstersen üzerime bir kuma al. Bir daha evlen. Ama böyle adi çapkınlıklar ve şerefsiz zamparalıklar yapma.”  Kadının yalvarmasını duyan olsa yüreği parçalanır, gören olsa gözleri ağlamaktan patlar. Lakin adam için nafile. Adam ne dinliyor ne de oralı oluyordu. Zavallı adam ve aptal adam. Kurt kuzuya hiç yalvarır mı “Sakın sürüden ayrılma diye” ve kurt o kuzuya yalvardı diye kendini bir şey zanneder mi hiç? Bu adam da işte böyle. Kendini bir şey zannedip karşısında bulunan beş aylık hamile kadına diklenerek ve adeta şahlanarak “Eee kes be kadın. Senden korktuğumu falan sanma. İstemiyorsan boşanalım gitsin. Zaten ailem de istemiyordu. O kadının kim olduğu belli değil diyorlardı.” Bu sözleri duyan kadın derinden bir iç çekerek gözlerini kapadı. Söylenenlere fazla aldırış etmeden yine yalvarır. “O kadın mı? Ama ben hamileyim ve senden şimdi ayrılmak istemiyorum. Biliyorsun benim çocuğum olmuyor. Olanlar da ölüyor. Doktorlar eşinle beraber devam ederseniz tedaviye başarırsınız dedi. İstersen sana ev veririm, istediğin kadar da para veririm. Seni kiminle istiyorsan onunla evlendiririm. İstediğin gibi düğünde yaparım. Bunları yapacak gücüm var biliyorsun. Çocuk doğar doğmaz seni boşarım istersen. Yine istediğin kadar para veririm. Vallahi de billahi ve tallahi sana garez gütmem. Bir sıkıntın olursa koşa koşa gelir canım üstüne olsa bile sıkıntını çözerim. Gel etme bana bu utancı reva görme. Bu ailede duyulursa utancımdan kahır olurum.” Aklı başında olan bir adam bir kadından daha ne isteyebilir ki? İşte doyumsuz ve açgözlü insanlar aynen böyledir. Dünyaları versen de seni umursamazlar. Bu adam da aynen böyle. Dedim ya adam bir aptal. Karşısında bir şahin var ve bunun farkında değil. Küçük bir fındık faresi keskin pençeli bir şahine başkaldırabilir mi? Farenin en iyi hamlesi kaçmaktır. Ama bu adam onu bile yapamıyor. Kibrinden ve gururundan gözleri kör olmuş. Oysa karşısında ki şahinin pençeleri henüz tırnak etlerinin altından çıkmaya başlamamıştı bile. Vah bu adamın haline. Vah ki ne vah. Zavallı kadının bu altıncı hamileliği. Daha öncekilerden dördü daha küçük birer ceninken karnında öldü. Biri sadece bir gün yaşadı. Karnındaki için durum meçhul. Aslında doktorlar hiç umut yok diyorlar ama o devam ediyor. Gücü, güzelliği ve servetinin biri diğerinden az değil. Hepsi çok fazla ama bir önemi yoktu onun için. Hele o en karanlık gecenin en güzel mehtabını bile kıskandıran güzelliği yok mu? Bu güzellik karşısında baş eğmeyecek bir erkek var mı bilinmez? Bilinen tek gerçek bu adam böyle devam ederse bu şahin bu farenin gırtlağına pençelerini saplayacağıdır. DOĞMADAN ÖLENLER Kasımoğlu Hasan öldüğünde dokuzu erkek ve beşi kız olmak üzere on dört öz biri de ölen karısından sonra evlendiği ikinci eşinden olmak üzere on beş çocuğu vardı. Bunların on biri hala hayatta. En son çocuk yani üvey olan ise erkek. Diğer on bir kardeşe göre bu çocuk üveydi ve mirasa varis olamazdı. Bu onların zavallı insanları yıldırmak için buldukları bir bahaneydi. Anneleri ölünce kalan çocuklar babalarının tekrar evlenmelerine muhalif oldular. Fakat babaları evlendi ve bu evlilikten bir çocuk oldu. Çocuk kardeşlerin en küçükleri olduğu için, babaları yaşarken ağabeylerinin ona haksızlık yapacağını hesap edip mirastan diğerlerine göre biraz daha fazla hak verdi. Kanuni olarak da bunu tescilletti. Bu tescil diğer evlatlar ve onların çocukları için bir anlam ifade etmiyordu. Bu çocuk babası ölmeden evlenmiş ve üç kızı olmuştu. Kendinin, ne sülaleye lider olacak gücü, ne de lider olabilecek bir erkek çocuğu yoktu. Kasımoğlu Hasan sülaleye adalet ile hükmetti. Ölmeden, mirası adaletli bir şekilde çocuklarına taksim etti. O ölünce sülalenin başına en büyük oğlu olan Altemur geçti. Yardımcısı Altemur’un en küçük kardeşi Ayvaz’dı. Amma velâkin, bu iki malik adalet ile değil de adavet ile hükmediyordu. Bu adavet babaları tarafından adaletle pay edilen mirasa muhalif olmakla başladı. Önce, kanayaklı[13] bir üvey kardeşe, daha sonra geride kalan dul bir kadın ve en büyüğü on beş yaşında olan zavallı biçare kızlara zulüm ile devam etti.  Abi, kardeş ve onların çocuklarının zulmüne daha fazla dayanamayan en küçük kardeş, otuz beş yaşında öldü. Geride üç kız ve bir de hamile karısını bıraktı. Ölünce eşi onu aile mezarlığına gömmek istedi fakat diğer kardeşleri müsaade etmediler. Çünkü onu aileden saymadılar. Aileden olduğuna dair, dokuz şahit istediler. Kadın sadece üç şahit bulabildi. Çünkü Kasımoğullarına rağmen bu şehirde söz söylenemezdi. Bu kaideden müstesna sadece Tahiroğullarıydı. Zaten şahitlerden biri, Tahiroğullarının en son nesilden torunu olan, Namlı Kabadayı Kotoldu. Tahiroğullarından başka şahit çıkmadı. Çünkü yaşayan erkekler Kotol korkusuyla ya kaçmıştı ya da Kotol tarafından öldürtülmüştü. Çaresiz kalan kadın ve en büyüğü on beş yaşında olan kızı, cenazeyi başka bir yere defnetmek zorunda kaldılar. Amcalar, halalar ve çocuklarının zulmü bu kadarla da sınırlı değildi. Kızlara ve annelerine olmadık iftiralar atıp, olmadık zulümler etmeye ve ellerinde sadece karınlarını doyuracak tarlayı ve başlarını sokabilecek eski kerpiç evi de almak istiyorlardı. Amaç onları yaşadıkları bu yerden çıkartmaktı. Bu zulme bir kaç yıl daha devam ettiler. En nihayetinde kızların babasının ölümünden yedi yıl sonra kemikleri olduğu mezardan çıkarılıp hakkı olan dedelerinin yanına getirildi. Bu mezarlığın hikâyesi kısaca böyledir. İnsanların en çok merak ettiği mevzu, bu mezarlığın hikâyesi değil, daha önce de söylediğim gibi üvey Kasımoğlu’nun, hemen yanı sıra dizilen küçük küçük mezarlardır. Kendi mezar taşlarından daha küçük olan bu mezarlar, mezarlıkta, bir çocuk mezarlığı olduğunu haber veriyordu. Üzerlerindeki taşlarda doğum tarihleri yok sadece ölüm tarihleri var. Bunlar aslında üvey kardeşin ya da lakabı ile söylemek gerekirse Yalınayağın torunlarıdır. [1] Afkurmak: (yöresel): Havlamak. Boş konuşmak. [2] İşatlık (yöresel): Şahitlik yapabilir. İşhad: Şahit gösterme. [3] Orağlen (yöresel): Orak ile. [4] Feli (yöresel): İnce kesilmiş kabak dilimi. [5] Kutur (yöresel): Mısırın taneleri alındıktan sonra kalan odunsu kısmıdır. Bu kısım kışın kaynatılıp ineklere yedirilir tabii şartlarda. [6] Beydava (yöresel): Beddua. Çok ağır beddua, [7] Selkapanı: Bilhassa dağlık araziler den gelen, aşırı yağışların oluşturduğu sel baskınlarının şehirlere ulaşmasını engelleyen set ya da küçük baraj. [8] Haccac: Irakta valilik yapan fakat Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zalimin ünvânı.  [9] Zühre: Çoban yıldızı (Venüs). [10] Kulampara (argo): Travesti, eşcins, cinsi sapık, nacins, livata. [11] Kırklanmak: Bir şeyi kırk kez yapmak. Kırk kez yıkanmak. [12] Gayya: Cehennemin en derin ve en azaplı kuyusu. [13] Kanayaklı (yöresel): Zavallı, çaresiz, düşkün, sefilH
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD