Kan Donduran Bir Olay
Alparslan elindeki anahtarlığı çevire çevire yürüyordu. Aklında çok değil, sadece bir hafta önceki yaş gününde babasının hediye ettiği araba vardı. Henüz on sekiz yaşına yeni girmiş olsa da en kısa zamanda ehliyeti alacak ve biricik arabasıyla doya doya gezecekti. Babası ona siyah, kardeşi Solin'e ise aynı modelin kırmızı rengini almıştı. Aklına ikizi Solin gelince yüzüne bir gülümseme oturdu. Canının içi, güzel Solin'i... Alparslan'ın bu hayatta uğruna canını düşünmeden vereceği biricik ikiziydi. Ona karşı sadece Alparslan değil, tüm aile hatta sülale kırılgan bir çiçekmiş gibi bakıyordu. Çünkü Solin, yüreklerindeki çiçek bahçesiydi... Kim yüreğindeki çiçeklerin solmasını isterdi ki? Hele ki bir de o çiçek bir de emanetse .. Solin, aslında biyolojik olarak Alparslan'ın ikizi değildi. Alparslan'ın ikizi anne karnında ölmüştü. Solin kısmında ise, durumlar acı doluydu.
Alparslan'ın annesi olan Ronya, doğumundan birkaç gün önce görev yaptığı hastaneye getirilen, kaza yapmış hamile bir kadının son sözleriyle hayatına hayat katmıştı.. Kader ona kokusunu bile solumayadığı , karnında ölen kızının ardından bir armağan bahşetmişti.. Ölmeden önce ona bebeğini emanet eden anne ölmüş , bebeği ise bir ömür emanet olmuştu yüreğine ..
Alparslan yürürken, hayatın acılarla armağanların bir arada yaşamak olduğunu düşündü. Bu düşünceler içinde dakikalarca yürüdüğünü bilmiyordu .. Üstelik birazdan hayatının sonsuza dek değişeceğinden de bihaberdi..
Adımları, rotasını bilmeyen bir gemi gibi sokaklarda dolanıyordu. Biraz hava almak için dışarı çıkan Alparslan, düşüncelerine o kadar dalmıştı ki nereye gittiğinin farkında bile değildi.
"Yar- yardım."
Duyduğu acı dolu kısık sesle adımları durdu. Bedenine baştan ayağa gelen endişeyle başını kaldırdı. Gözleri bulunduğu yeri tararken,içine yerleşen endişenin yerini korku aldı. İzbe bir sokakta olduğu için etrafta tek bir insan bile yoktu.
"Yar- ıhh. Yar - dım.."
Bu defa emindi, biri inleyerek yardım istiyordu. Elindeki anahtarlığı avucunun içinde sıkarak, ses çıkarmamaya özen gösterdi ve sessizce cebine koydu. Hemen yanındaki duvara yaklaştı. Gözleri fal taşı gibi açılmış, korkuyla çarpan kalbinin sesi kulaklarında zonkluyordu. Kendini duvarın dibine daha da itip, etrafını inceledi.
"Ahhh."
O ses, o sesi yine duydu. Karanlık sokakta gözleri tekrar etrafı taradı. Karşıdaki metruk binada, cılız bir ışık görmüş gibi oldu. Işık o kadar güçsüzdü ki göz yanılması olduğunu bile düşündü bir an. Ama bu düşünceyi alt üst eden o inleme sesini bir kez daha duydu, üstelik bu defa daha da kısıktı.
Seri ve hafif adımlarını binaya çevirdi. Eğilerek çeşitli yerleri kırık, küflenerek kararmış, eskimiş, pis kokan açık olan kapıya dayandı. Hızla atan kalbi ve göğüs kafesini şişirip duran sık nefesleriyle öylece durdu.
Mantıklı davranıp telefonuyla polisi ya da ailesini aramak aklının ucundan bile geçmiyordu . Çünkü, yaşadığı şokla aklı o kadar karışmıştı ki düşünemiyordu bile.. Kapısı açık, penceresi olmayan terk edilmiş bu tekinsiz binaya bir kez daha baktı.
"Yeter. Bı-bırak.."
O ses! O sesi yine duydu ve düşünmeden adımlarını karanlıkta nereyi bulursa oraya atmaya başladı. Daha iki atmıştı ki birinin yüzüne kafa atmasıyla, ne olduğunu anlamadan bir anda yere yığıldı. Gelen kırılma sesi kesinlikle burnunun kemiğinden gelmişti.
"Hadi lan, bitir artık işini de gidelim."
Duyduğu kalın sesle başını kaldıran Alparslan, bir elinde telefonunun kısık ayarındaki ışığı tutan diğer adamı gördü. Açık olan pantolonunun fermuarını kapatıp, kemerini taktı. Yüzündeki pis sırıtışla, "Gidebiliriz Cenk ağabey." dedi.
Tepesinde bekleyen adam, sağ ayağını kaldırdı, işte tam da o sırada onun yüzünü gördü Alparslan. Aniden kafasına ayakkabının topuyla sert bir darbe indirdi. Gözleri kararan Alpaslan'ın en son hissettiği şey sırtına basa basa geçen o iki adamdı.
?
"Yavuz, yok. Alparslan hala ortada yok."
Endişe dolu sesiyle kocasına seslenen Ronya, içindeki kötü his yüzünden ağlamak üzereydi.
"Güzelim, her defasında aynı şeyi yapıyorsun ama. Biliyorsun Can'la her görüştüğünde böyle geç geliyor. Boşuna evham yapıyorsun."
Kocasının söyledikleri doğruydu ama anne yüreği işte, her seferinde evham yapıyordu. Fakat, bu gece başkaydı. Bu gece içine oturan bir huzursuzluk vardı.
"İçimde bir huzursuzluk var Yavuz. Arıyorum telefonu da çalıyor ama açan yok. Can desen o da açmıyor telefonunu. İyice merak ettim."
Yavuz karısını kollarının arasına alıp sarıldı. "Tamam ben şimdi hallederim ışığım." deyip, telefonunu aldı. Önce Alparslan'ı aradı ama açan olmadı. Sonra Can'ı aradı. Onda da değişen bir şey yoktu. Bu defa Can'ın babası, kendisinin de en yakın dostu olan Fatih'i aradı. Üçüncü çalışta telefonu açan Fatih'e, "Alo, Fatih kusura bakma bu saatte rahatsız ediyorum ama bizimkiler sizdeler mi?" diye sordu.
Arkadaşının tek seferde konuşmasına gülümseyen Fatih, "Can evde ama Alparslan burada değil Yavuz. Birkaç saat önce biraz dolaşmak istiyorum deyip çıktı. Hatta Can ne kadar ısrar etse de onu da istemedi yanında. Sadece biraz dolaşıp eve geçeceğim dedi."
Bu sözlerle iki adamı da şimdi bir telaş sardı. "Tamam Fatih."
Yavuz'un içine bir yangın düştü. Kelimeler boğazına dizildi. Oğlu yoktu. Nerede olduğu konusunda da en ufak bir fikri de yoktu. Huzursuzluk bedenine sızıp, korku içine oturdu.
"Alo Yavuz orda mısın? Çıktım evden geliyorum hemen. Birlikte arayalım." diyen Fatih, kapıya ulaşıp ona endişeyle bakan karısına bir şey söylemeden evden çıktı. Yan komşusu olan Yavuz'un bahçesine doğru yürümeye başladı.
Yavuz karısının yüzüne daha da oturan endişeyi körüklemek istemiyordu. İçindeki sızıya rağmen gülümsemeye çalışarak, "Az önce biraz hava alacağım deyip çıkmış güzelim. Biz Fatih'le çıkıp bakacağız etrafa. Çok uzaklaşmış olamaz." deyip, karısının alnından öpüp kendini dışarı attı. Ronya, öylece kaçarcasına evden ayrılan kocasının ardından baktı. Bakışlarını üst kata çevirdi. Kızının hiçbir şeyden haberi yoktu, şimdi gidip onu da huzursuz etmek istemedi. Ağır gelen bedenini koltuğa bırakıp, oğlu ve kocasını beklemeye başladı.
?
Başındaki ağrıyla gözlerini zor da olsa aralayan Alparslan, hala zifiri karanlıktaki o metruk evdeydi. Yüzüstü uzandığı yerden kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Sırtındaki ağrı, başındaki ağrıyla yarışır durumdaydı. Elini kaldırıp başına koydu. Kafası delinmiş gibi müthiş bir ağrı vardı. Elini bu defa yüzüne götürdü, yapış yapış olan yüzündeki sıcaklıkla öylece durdu. Burnu kanamış, büyük ihtimalle de kırılmıştı. Sonra o ses geldi.
"Ahh."
Gözleri aniden fal taşı gibi açıldı. Buraya neden geldiğini hatırlayarak, acısına bakmadan zor da olsa ayağa kalktı. Bir an dengesini bulamadığı için sabit durup nefes almaya çalıştı. Ardından elini cebine koyup, telefonunu çıkardı. Çektiği acı gözlerini yaşarttığı için ekrana bakmakta zorlanıyordu. Gözlerini kırpıştırırken boştaki elini başına yerleştirip bastırdı. Eli burnunun yakınına süzüldüğünde, acı mümkünmüş gibi fazlalaştı. Dişlerini sıkarken fenere tıkladı ve etraf aydınlandı.
Az önce üstünde olduğu yer pislik içindeydi. Işığı etrafta gezdirince köşedeki bedeni gördü. Gözleri yaşadığı ani korkuyla irileşti. Uzaktan bile o kadar kötü görünüyordu ki az kalsın elindeki telefon geçirdiği şoktan ötürü düşürecekti. Yaşadığı yoğun acıyı unutup koşarak oraya ulaştı. Gördüğü manzarayla kanı çekildi. Kuruyan boğazını ıslatmak için yutkunurken yere eğildi. Titreyen eliyle onun kanın yapıştığı sol elini tutup kaldırdı. Kendi sağ elindeki, ortadaki üç parmağını birleştirerek kızın iç bileğine yaslayıp nabzına yerleştirdi. Nabzı hala atıyordu! Yani umut vardı, onu kurtarabilirdi! Aklı anca yerine gelerek,elindeki telefonla hemen ambulansı arayıp bulundukları yeri tarif etmeye çalıştı. Telefonu kapattıktan sonra babasını aradı.
"Oğlum neredesin sen?"
Babasının sesini duyunca gözleri doldu.
"Ba-baba, çok kötü şeyler oldu."
Sesi, yaşadığı şok ve korkudan ötürü kesik kesik çıkmıştı.
"Alparslan, oğlum iyi misin?"
Babasının sesi korku doluydu.
"Ben iyiyim ama o iyi değil."
"O kim?"
Elini saçlarının arasına geçirdi. "Baba, hemen buraya gel."
Yerini tarif ettikten sonra telefonu kapatıp ışığı tuttuğu kıza bir daha baktı. Ellerinin içine kızın elini hapsedip, boğuk sesiyle "Kurtulacaksın, lütfen ölme, lütfen," diye yalvarmaya başladı.
Gözleri kızı taradı. Üstündeki şeker pembesi elbise paramparça olmuştu. Yüzünde derin ve uzun bir çizik vardı. Muhtemelen bıçakla olmuştu. Boğazının her yeri mordu, yer yer çiziklerde vardı. Şeker pembesi elbise paramparça ve kanla yıkanmışcasına ıslaktı. Gözleri kızın göğüs kısmına kaydığında gözlerini sıkıca yumdu. Ağlamamak için kendini çok zor tutuyordu Alparslan. Göğüsleri, üstündeki elbise ve iç çamaşırı yırtılarak çıkarılmış, derin bıçak darbeleriyle çizikler atılmıştı. Üstündeki kanlı tişörtü çıkaran Alparslan kızın açıkta kalan göğsüne koydu. Gözleri daha da aşağıya inince gördükleri yüzünden gözlerindeki yaş bile kurudu. Boğazına yerleşen düğüm o kadar büyümüştü ki nefes bile alamıyordu.
Gözlerini kapatıp açtı. "Ahh."
O güçsüz inleme şimdi Alparslan'ın içini paramparça ediyordu. Katledilen benliği de sesi gibi paramparçaydı, yine de kendini zorlayarak konuştu..
"Gelecekler.. Kurtulacaksın.."
Boğazına saplanan acıyla kelimeleri bitti ve beklemeye başladı..
Bir ömür gibi gelen bekleme, duyduğu ambulans sesiyle bitti. Sonrası... Sonrasında her şey çok hızlıydı. Alparslan korku dolu gözleriyle olanları izliyordu. Yaşanan hengamenin arasında babası da yanına gelmişti ama Alparslan'ın gözü onları görmüyordu. Kulağına bir takım sesler geliyordu ama algılayamıyordu. Her şey çok bulanıktı. Babasının aceleyle üstüne bir şeyler giydirmesi bile silikçeydi.. Ambulans görevlileri, bal sarısı saçları kırmızı kana bulanan o kızı, ambulansa almışlardı. Ne olursa olsun onu yalnız bırakmak istemeyen Alparslan babasının tüm ısrarlarına rağmen onu dinlemeyip ambulansa bindi.
Yüzünü kaplayan kanlar ve korku dolu gözleriyle tüm yol boyunca kıza yapılan müdahaleleri izledi. İzlemekten ve dua etmekten başka bir şey yapamıyordu.
Hastaneye geldiklerinde kızı hemen acile aldılar. Hastane koridorunda öylece durup kalmıştı. Ya kız ölürse? Bu düşünce boğazındaki düğümü büyüttü, nefesini kesti. Yanına gelen sağlık görevlileri onun tüm itirazlarına rağmen burnuna müdahale ettiler. Ne kadar ısrar etseler de onu yatakta yatmaya ikna edemediler. İçi içini yiyen Alparslan, kendini kızın bulunduğu odanın önüne atıp ölüm gibi gelen o bekleyişe başladı..
"Oğlum?"
Babasının sesini duyunca başını arkaya doğru çevirdi. Karşısında babası ve Fatih amcası duruyordu. Boş gözlerle onlara bakarken babası oğluna doğru ilerleyip sıkıca sarıldı. Alparslan gözlerini kapatırken bir ömür boyu öylece durmak istedi. Derin bir nefes çekti içine. İçinden bir ses artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyordu. Bunu Alparslan da biliyordu. Gördüklerinden sonra bir daha asla eskisi gibi olamazdı.
Babası geri çekilip endişe dolu gözlerle oğlunun burnundaki müdahalenin dışında sağ kaşının üstündeki yaraya baktı, kanıyordu.
"Doktora görünmen lazım."
Alparslan babasını duysa da tepki veremiyordu. Babası ve Fatih, onu acil kısmına götürdüler. Sedyeye yatırıldığının hayal meyal farkındaydı. Aklında dönüp duran tek şey o kızdı. Yanına bir doktor gelip kaşının üstündeki o sızıya müdahale etmeye başladı.
"Buraya getirilen kızın durumu nasıl?"
Sesi o kadar boğuklaşmıştı ki kendisine bile yabancı geldi.
"Müdahale ediliyor, şu an bunu bilin yeter."
Doktor yaraya dikiş atıp, pansuman yaptı ve yanından ayrıldı. Zaman hızlı aynı zamanda ağır geçiyordu. Kızın durumunu öğrenmek istiyordu. Sürekli hemşirelere soruyordu ama dişe dokunur bir şey öğrenememişti. Yaklaşık bir saattir aynı şeyleri duymaktan bıkmıştı artık. Yaşadığı şoku az da olsa atlatınca sorular soran babasına durumu anlatmıştı. Yavuz ve Fatih olayın detaylarını Alparslan'dan duyduklarında öfkeden kurdurmaya başlamışlardı.
Ne kadar süre geçti bilinmez, nihayet önünde bekledikleri kapı açıldı ve doktor dışarı çıkarak, açıklama yapmaya başladı.
"Getirildiğinde çok kan kaybetmişti, ayrıca kafatasındaki çatlağa bakılırsa, başına sert darbe ya da darbeler almıştı. Bu da elbette beyin kanamasına neden olmuş-."
Sözünü kesen Alparslan buz gibi sesiyle, "O öldü mü?" diye sordu. Doktor kısa bir duraklamanın ardından kahverengi gözlerini kaçırıp başını olumlu anlamda salladı. Üçü de ne diyeceklerini bilemedi. Kelimeler birer buhar olup havanın sessizliğine gömüldü.
Alparslan daha fazla bedenini taşıyamadığı için yere çöktü. Yüreği, kurtaramadığı kız için yanarken biçare, zavallı ve güçsüz kişiliğine lanetler etti. Onu kurtaramamıştı! Yakarışlarına, yardım dileyen sesine çare olamamıştı. Bu gece güçlü güçsüzü alt etmişti. Kendini güçlü sanan o şerefsizler bir canı işkence ve istismarla almışlar, diğer canın ise tüm duygularını çekip, bir kabuktan ibaret bedene sığdırmışlardı..
Yavuz ve Fatih beşinci kezdir onlara yaklaşan iki polise bakıp kaşlarını çattılar. Alparslan'a fark ettirmeden kaç kezdir yanlarına gelen polislere Alparslan'ın konuşacak halde olmadığını söyleyip ifadesinin daha sonra alınmasını rica etmişlerdi ama anlaşılan bu konudaki ısrarları işe yaramamıştı.
Polisleri gören Alparslan güç de olsa ayağa kalktı. Bir an önce ifadesinin alınmasını isteyen memurları başıyla onaylarken, kıza buna yapanların cezasını bir an önce çekmelerini istediği için zor da olsa konuşmaya başladı...
***
Eve gelen Alparslan tam anlamıyla bitik vaziyetteydi. Onu yanız bırakmak istemeyen ailesine yalnız kalmak konusunda ricada bulunmuş ,kendini odasına atmıştı ..Doğruca banyoya gidip,ellerini yıkamak isteyen Alparslan, aynadaki aksine bakınca irkildi.. Ne burnunun üstündeki sargı bezleri ve üstlerini kaplayan yara bandı, ne gözlerinin içini kaplayan kan ya da göz altlarındaki mor şişlikti ne de sağ kaşının üstündeki pansumandı onu korkutan..
Yüzündeki kan.. Alparslan'ın yüzünde çok kan vardı. Bakışları üstüne kaydı. Babasının beyaz ve ona oldukça büyük gelen gömleği vardı üstünde, yani eskiden beyaz olup şimdi kan damlalarının süslediği gömlek .. Bakışlarını aşağıya indirdi. Kot pantolonu kurumaya yüz tutmuş kana ev sahipliği yapıyordu.. Hatta ve hatta elleri bile kızın ve kendisinin kanını taşıyordu ..Alparslan henüz bilmese de ömrü boyunca bu görüntüyü unutmayacaktı. Bu hali her aklına gelişinde de kötüye merhamet etmeyecekti .. Ellerini yıkamaktan vazgeçip, üstündeki gömleği yırtarcasına çıkardı ,ardından da pantolonu..
Açtığı buz gibi suyun altında bir heykel gibi duran Alparslan yerdeki pembemsi suya dalgınca bakıyordu. Gözlerinin önünden bir an olsun o kızın iç parçalayan hali gitmiyordu. Hiçbir zaman da kızın perişan hali zihninden silinmeyecekti...
Dakikalar birbirini kovalarken , nihayet banyodan çıkan Alparslan beline sardığı havluyu bir kenara atıp iç çamaşırını giydi ve kendini yatağa attı .. tüm gece gözlerine girmeyecek uykuyu bile bile kendini yatağının içine gömdü. Defalarca kendini aynı korkunç sahnenin kucağına attı, defalarca nefesini kesen o hislere maruz kalan ruhu güçsüzdü, yorgundu ...
Geçen iki günün ardından yapılan otopsi sonucunda kızın isminin Rüya olduğunu öğrendi. Kızın kimsesi yokmuş. Annesini geçen ay kaybetmiş, tek başına hayatta kalma mücadelesi veren biriymiş.Bu yüzden kızın cenazesini ailesiyle birlikte alıp defin işlemlerini yapmıştı. Ronya ve İlkin gözyaşlarına boğulurken, Can ve Solin Alparslan'ı hiç yalnız bırakmamışlardı. Öte yandan Fatih ve Yavuz da kız hakkında bilgiler edinmişler, kızın iki hafta önce başladığı iş yerini bulmuşlardı. Asıl şaşırtıcı olan ise, şirket sahibinin oğluydu. İsminin Cenk olduğunu öğrendikleri o insan müsveddesini şikayet etmişlerdi. Birinci dereceden görgü tanığı olan Alparslan da onu teşhis etmiş olmasına rağmen sadece bir gece nezarette tutulup, salıverilmişti.
İşte bu, bir kere daha yakmıştı herkesi. Bir kez daha içi köz köz olmuştu Alparslan'ın. O adi herif diğer adamın her şeyi yaptığını söyleyip yırtmıştı. Onca sperm ve doku örneği, parmak izi.. Cenk denen herif ne yapıp edip delillerle oynamış, olayı arkadaşına yıkıp özgürlüğüne kavuşmuştu.
***
Alparslan ve ailesi aylar boyunca bu olaylarla uğraşmış olmalarına rağmen işin sonunda o adi herif dışarıda nefes almaya devam ediyordu. Suç arkadaşı da bilinmez bir nedenden dolayı tüm suçu üstlenmişti. İşte bu durum Alparslan'ı çıldırtmıştı. Kurtaramadığı Rüya'yı mezarında tekrar öldürmüş hissini yaşıyordu. Tam iki aydır gecesi, günü bu olay olmuşken, adaletin bir kelimeden öteye gidemediğini de anlamıştı. Hangi kapıyı çalarsa çalsın, yüzüne sert bir şekilde kapanmıştı. Şimdi olmayan sözde adalet tecelli etmişçesine, o adi herif dışarıda cirit atıyordu.
Alparslan elindeki dosyayı yatağına atıp oturdu. Birkaç ay önce on sekiz yaşına basmıştı. Doğum gününü düşündü. Çok güzel geçmişti. Babası, o ve Solin'e istedikleri arabalardan almıştı. O sıralar tek dertleri ehliyetlerinin olmamasıydı. Kırık bir gülüş oturdu yüzüne. Ellerini o sarı dosyanın üstünde gezdirerek, doğum gününden bir hafta sonra yaşadığı o olayı hatırladı. Titrek elleri dosyanın üstündeki kızın resmine gitti. O akşam Can'ın yanından ayrılmış, sadece biraz yalnız dolaşmak istemişti. Nerden bilebilirdi ki.. Kulaklarında yine o ses çınladı. Yardım isteyen o inleme sesi.. Üç aydır kulaklarını esir alan o ses.. Dosyanın ilk sayfasında, babasını küçükken trafik kazasında kaybetmiş, ölmeden bir ay önce annesini kaybetmiş gencecik bir kız.. Henüz yirmi bir yaşında, bal rengi saçları, beyaz teni ve masmavi gözleriyle kocaman gülümseyen o fotoğrafa tekrar baktı. Güzel bir kızdı. Gerçekten çok çok güzel bir kızdı. Araştırmaları sonucunda öğrendiği şeyler aklına gelince göğsü acıyla sıkıştı. Rüya'nın güzelliği ölümünden önce yeni çalışmaya başladığı iş yerinde de dikkat çekmişti. Özellikle her zaman istediğini almaya alışan patronun oğlunun takıntısı haline gelmişti. Çünkü ne kadar ısrar etse de Rüya onu istememişti. Sonuç... Sonuç, Rüya vahşice tecavüze uğrayıp öldürülmüştü. Katili ise elini kolunu sallayarak hayatına devam ediyordu. Aniden Alparslan, aklına gelen düşünce ile gözlerini kapattı. O herif, şu an bile aynı şeyi yapıyor olabilirdi. Başkasına da tecavüz ediyor olabilirdi. Gözleri daha da sıktı. Aklına Solin geldi. Ya bir gün onu görse, ya bir gün ona da! İşte bu Alparslan'ın dönüm noktası oldu. Gözlerini açtığında e soluyordu. Bundan sonra eski Alparslan yoktu. O gece, Rüya'yla birlikte ölmüştü. Bu saatten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı...