Dilrüba...

1617 Words
"Ben bir kez istenmediğimi hissetmiştim. O günden sonra hep kapıya yakın oturdum, her anlamda..." Bir ayakkabılığa bakıp onlarcasının içerisinden yine de giyecek bir şey bulmayan insanların kafa yapısını çok merak ederdim. Neye göre yaşarlardı bu yoksunluğu, nasıl bir eksiklik hissiydi bu böyle? Eski bir şifonyerden bozma ayakkabılığın içinden, sahip olduğum iki çift ayakkabıdan birini çıkarırken başka bir meseleye kafa yoramazdım haliyle. Oysa düşünecek o kadar çok şeyim vardı ki. Babamın ilaçları, kardeşimin okul harçlığı, annemin sanki düzgün bir gelirimiz varmış gibi yaptığı harcamaları, gündüz devlet hastanesinin koridorlarını paspaslarken, gece devam ettiğim hukuk fakültesinin dersleri ve daha bir sürü şey. Bu yokuşu da çıkayım, sonrası düzlük dersiniz bazı zamanlarda. O yokuş hiç bitmez, o düzlüğe hiç ulaşamazsınız. İşte benim hayatımda bu bir türlü gelmek bilmeyen düzlüğe ulaşma çabasıyla geçiyordu. O yokuşlarda yıpranan ayakkabılarımı giyip beni bir günden bir güne bu kapıdan yolcu etmeyen anneme seslendim "Çıkıyorum ben." Ne 'selametle git' derdi ne de 'Allah işini rast getirsin.' alışmıştım onun bu umursamazlığına. Ama yine de her ay başında söylediklerini işitmek canımı sıkıyordu. "Maaşı alır almaz eve gel, oyalanma. Taksitlerim var ödenecek." Olmayan variyetimizi konu komşuya göstermek için borç harç içinde aldığı eşyalarda oturup dinlenemiyordum bile. Kış aylarında sobanın yanına attığım minder, havalar ısınınca da balkondaki eski sekide ders çalışırdım. Uykum gelince yattığım eski yataktan başka bu evde 'benim' diyebileceğim tek bir eşya bile yoktu. Babamın gözlerinden taşan fakat dilinden istese dahi dökülemeyen gurur ve minnet olmasaydı bir dakika bile durmaz, alır başımı giderdim. Annem nasıl olsa kardeşimi her şartta korur kollardı. Tek evladı oymuş gibi davranmasından alıyordum bu bencil hissiyatı. 'Dilruba kardeşine harçlık ver, kardeşinin montu bu sene küçük geliyor yenisini al, arkadaşında şu marka çantadan varmış Doruk da aynısından istiyor, oğlanı kursa yazdıracağım ona göre ayarla kendini'... ve daha bir sürü ardı arkası gelmeyen istek. Cılız bedenim ve birkaç parça eşyamla sığamıyordum artık bu eve. Babam o kazayı geçirmeden önce nispeten daha rahat bir hayatımız vardı. Varını yoğunu feda etse de yetiriyordu kazancını bize. Yorgun argın gelir, konuşmaya mecali kalmasa bile tebessüm eder, başımızı okşardı. Hukuk fakültesini kazandığımı duyunca nasıl da gururlanmıştı. Şantiyedeki arkadaşlarına baklava dağıttığı günkü heyecanı asla unutamam. Kaza haberini aldığımda ikinci sınıfı bitirmek üzereydim. Ders boyunca deli gibi çalan telefonum her geçen dakika yüreğime nasıl da korku salıyordu o gün. Hep korkardım babama bir şey olacak diye. Onu işine uğurlarken sağ salim dönmesi için dua üstüne dua ederdim. Bilinen bir inşaat şirketinin taşeronluğunu yapan firmada kalıp ustasıydı. Bazen iki katlı villaların inşaatında, bazen de gökdelenlerde çalışırdı. Yine çok katlı bir binanın inşaatını yaparken, vinç asansörünün halatları kopmuş ve kabindeki iki işçi ile birlikte metrelerce yükseklikten yere çakılmışlardı. İki yaralı bir kayıpla neticelenen kaza, üç aileden de o kadar çok şey götürmüştü ki, aradan neredeyse iki yıl geçmesine rağmen toparlanmak bir türlü mümkün olmamıştı. Diğer mağdurların aileleri ile fırsat buldukça görüşmeye çalışıyordum. Onların durumları da bizimkinden farksız değildi. Babamla birlikte yaralanan Ömer abinin henüz dört yaşında ufak bir kızı vardı. Hanımı da çalışmıyordu üstelik. Ömer abinin babasının evinde onun emekli aylığı ile kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlardı. Zira Ömer abi tedavisini tamamlayamadığı için %85 engelli kalmış ve bir daha iş bulabilmesi mümkün olmamıştı. Hakkı amcaydı en talihsizleri. Üç gün komada kaldıktan sonra hayatını kaybetmişti. Eşi ve evli bir oğlu vardı. Ama onlar da kazadan sonra bir daha eskisi gibi olamadılar. Hayatları kaldığı yerden devam edenler sadece şirketin sahipleriydi. Kusursuz bir şekilde kılıfına uydurdukları raporlar sayesinde onlar suçsuz, mağdurlar suçlu durumuna düşmüştü. İş güvenliği kurallarına uymadıkları gerekçesi ile hastane masrafları bile karşılanmadı. O tarihe kadar babamı inşaat köşelerinde sürünmekten kurtarmak için hayalini kurduğum okuluma, o tarihten sonra hak ettikleri cezaları almaları için dört elle sarıldım. Hukuk fakültesinin ikinci öğretimine geçiş yapmamın tek sebebi gündüz zamanlı hastane işinde sorun çıkarmadan çalışmak içindi. Bir temizlik firmasında işe başvurduğumda evin yakınındaki devlet hastanesinin ihalesini bizim firmanın almış olması belki de hayatımda görüp görebileceğim en büyük şanslardan biriydi. Bu vesile ile işe yürüyerek gidip geliyor ve yol parası giderimi gün içerisinde yarı yarıya düşürebiliyordum. Hastanede saat dörtte biten mesaim ile ilk dersimin arasında olan bir saat her ne kadar beni zorlasa da yine de öyle ya da bu şekilde son sınıfa kadar gelmiştim. Derslerdeki verimim belki hayal ettiğim gibi değildi fakat bu güne kadar da hiç alttan ders almamıştım. Alamazdım da zaten. Öyle bir cenderenin içerisinde savruluyordum ki; hayata yenilmemek için zamanla yarışmam gerekiyordu. Bugün de hastanedeki işime yetişebilmek için hızlıca adımlıyordum. Dün gece geç saate kadar ders çalıştığım için sabah uyanmakta zorlanmıştım ne yazık ki. Annemden bir kahvaltı sofrası beklemesem de en azından bir parça ekmeğin arasına peynir koyup elime tututşturmasını isterdim. Neyse ki bozuk para cüzdanımda bir simit alıp kendime ziyafet çekecek kadar param vardı. Hastane yolunda her zaman denk geldiğim simitçiden bir tane alıp hızlıca üniformamı giyeceğim soyunma odasında aldım soluğu. Bugün Hacer abla ve İhsan abi ile birlikte acilin olduğu katta görevliydik. Hava yağmurluydu ve bu da merkezi konumda olan bir hastanenin acil servisinin bir çok kazazede ile uğraşacağı anlamına geliyordu. Fazlaca kan ve tıbbi atık temizleyeceğimiz için midemi tutacak kadar tok olmalıydım. Simiti ayak üstü hızlıca atıştırıp görev yerime doğru koşar adım ilerledim. İhsan abi sarı alandaki eksikleri hallederken her zamanki coşkusuyla bana günaydın dedi. "Günaydın İhsan abi, bensiz başlamışsın yine. Söyle bakalım kaldı mı yapabileceğim iş?" diye sorduğumda ; "Bugün icapçı Ahmet hoca. Söylenmeden önünü temizle yeter kızım." dedi. Ahmet hoca gördüğüm en titiz uzmanlardan birisiydi. Steril ortam takıntısı vardı ve en ufak bir hatada gözünü kırpmadan sizi haşlayabilirdi. Ben de sadece başımı sallayıp eldivenlerimi taktım ve mesaime başladım. Her koridorda bulunan malzeme odalarından birine varıp paspas ve temizlik maddelerini aldığımda amacım sadece şimdilik boş olan triyaj kısmını paspaslamaktı. Bir yandan da dün kaydettiğim dersleri yeniden dinlemek için kulaklığımı takıyordum. Fakta Acilde görevli olan bütün doktorlar acil kapısına doğru koşturunca neye uğradığımı şaşırmışdım. Triyaj masasındaki telefon sürekli çalıyor ama Nesrin abla her birine şu dakikadan sonra hasta kabul edemeyeceklerini söyleyip bize en yakın diğer hastaneye yönlendiriyordu her aramayı. Peş peşe duran yedi ambulanstan çoğu kalp masajı seviyesinde olan yaralılar indirilmeye başladı. Birinci ambulansın sorumlusu "Başakşehir viyadüğünde silahlı çatışma. Hasta dört kurşun yarası almış. Bir tane sağ baldırında, biri leğen kemiğinde, biri karnında diğeri de sol köprücük kemiğinde. İç kanaması var, kalbi bir kez durdu, elektroşok ile geri getirdik. Acilen müdahale edilmesi gerekiyor" dedi. Bunları söylerken hastanın üzerinde bir eliyle karnındaki yaraya tampon yaparken diğeri de doğru nefes alabilmesi için ambuyu sıkıp bırakıyordu. Peş peşe gelen sedyelerde de benzer durumlar söz konusuydu. Triyaj alanındaki işimi bırakıp direk İhsan abinin yanına gittim. Çünkü içeride bana daha fazla ihtiyaç duyacaklarını biliyordum. Yanılmamıştım. İhsan abi beni görür görmez hemen yapacaklarımı sıraladı. Acil servisin önü dakikalar içinde ana baba gününe dönmüştü. Güvenlikler yetersiz kalınca hastane polisi destek istemek zorunda kaldı. İhsan abinin direktifleriyle oradan oraya koşturup duruyordum. Üzerimde üniforma olduğunu gören herkes beni durdurup içerideki yaralılar hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Hepsini makul bir dille geri çevirmek oldukça zordu. Zira bilgi verme yetkimin olmadığını söylemek, hiçbirini tatmin edecek bir cevap değildi. Yeniden mavi alana döneceğim sırada birisi kolumdan sertçe tutup beni durdurdu. Gözleri ateş saçıyordu ve beyaz gömleğinde oldukça büyük bir kan lekesi vardı. Ağzımdan gayrı ihtiyari "yaralı mısınız? neden içeride değilsiniz?" diye bir soru çıktı. Ama onun amacı bambaşkaydı. "Bana bak küçük; bana içerideki kardeşimin iyi olup olmadığını söyleyeceksin. Yetkin olup olmadığı umrumda değil, anlıyor musun beni? İlk ambulansla getirildi. Şimdi git ve bana onun durumunu öğren." Söyledikleri ile paniklemiştim. İçeriden haber taşıdığım duyulursa işimden olabilirdim. "Bunu yapamam" diyebildim sadece. Kolumdaki tutuşunu daha da sıkılaştırdı ve çenesini sıkarak sessiz ama tehditkar bir tonda konuşmaya başladı. "Sana ne söylüyorsam onu yap. Ve bunu yaparken işini değil, canını düşün. Şimdi git!" Kolumu tuttuğu gibi aynı sertlikte bırakarak yalpalamama neden oldu. Öylesine sıkmıştı ki aniden zonklamaya başlayan kolumu ovalayarak mavi alana doğru adımladım. İlk gelen hastaya kimin müdahale ettiğini görmüştüm ama direk soramazdım. Müdahlenin yapıldığı alanlara hızlıca göz gezdirip bahsettiği hastayı bulamayınca meraklı bir temizlikçi gibi icapçı hemşireye "öldü mü yoksa?" diye sordum. Beni insan yerine koyup cevap vermesine ihtiyacım vardı. Bir süre duraksayıp korkuma acımış olacak ki; "ameliyatta ama durumu kritik" dedi. Sanırım benim için yeterli bir cevaptı. Aldığım cevapla tekrar triyaj alanına gidip az önce beni resmen tehdit eden adamı aradım. Göz göze geldiğimizde ise birkaç büyük adımla yanımda bitti. "Konuş!" dediğinde derince yutkunarak; "Yaşıyor, ameliyatta." diyebildim. Yaka kartımda adım yazıyordu. İsmimi okuyup "Aferin Dilrüba, söz dinleyen kızları severim." dedi. Bana bir oyuncakmış gibi davranmasına başka zaman müsaade etmezdim ama kardeşini merak eden birisi olduğu için bu hareketlerini görmezden geldim. Sadece başımla selam vererek geldiğim yere doğru adımlayıp onu öylece arkamda bıraktım. Temennim bir daha karşılaşmamaktı. İhsan abi ile sabah karışan acil servisi toparlamak epey zamanımızı almıştı. Hacer abla bize malzemeleri taşıyor biz de her bir noktayı atlamadan dezenfektanlarla yeni hastalar için temizliyorduk. Buraya başlamadan önce verdikleri 60 saatlik eğitimde sağlık kurumlarının temizliğinin farklı aşamalar gerektirdiğini ve ekstra özen istediğini üzerine basa basa anlatmışlardı. Biz de gün sonunda gönlümüz rahat bir şekilde ayrılmak için işimize özen gösteriyorduk. Her ne kadar yorucu da olsa işimi seviyordum çünkü akşama kadar yüzlerce farklı profilden insanla tanışmama olanak sağlıyordu. Bu da gelecekte yapacağım meslek yararına doneler biriktirmemi sağlıyordu. Bugünkü mesaimi bitirdiğimde 45 dakika sonra başlayacak dersime yetişmem için acele etmem gerektiğinin farkındaydım. Personel çıkışını kullanırsam otobüs durağına yürüme mesafesini arttırmış olacaktım. Bu sebeple başhekimlik tarafındaki kapıyı kullanmaya karar verdim. Bir yandan ağzımdaki eldivenime hakim olmaya çalışırken, diğer yandan da başımdaki bereyi düzeltmeye çalışıyordum. Adımlarım da önünü görmezcesine aceleciydi. Çarptığım sert bedenle ağzım açılınca dişlerimin arasındaki eldiven yeri boyladı. Bir yandan özür dilemeye, diğer yandan da yerdeki eldivenimi almaya çabaladım. Fakat eldivenime benden önce iri bir el ulaştı ve ben de elim boş bir şekilde ayağı kalkmak zorunda kaldım. Çarptığım kişinin sabahaki adam olduğunu görünce kaşlarım çatılmıştı. Yine de aceleci davranmak adına özür dileyip yanından uzaklaşmaya çalıştım. Ama arkamdan söyledikleri ile bir adım dahi atamaz hale geldim. " Dilrüba Kayhan, Ahmet Kayhan'ın biricik kızı. Baban nasıl Dilrüba?"
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD