OYUNUN KURUSUCUSU

1867 Words
İnsanlar doğar ve ölür. Yaşamları boyunca sürekli sorunlarla boğuşur ve onlarla mücadele eder. Bunun sonucunda az ya da çok fark etmeksizin yaşadığı dünyada bir iz bırakır. Ben de bunlardan biriydim belki de...Dünyaya iz bırakmıştım bırakmasına da peki insanlarda? Bilmiyorum. Beni kimsenin hatırlamaması çok daha iyi olabilirdi. Arkamdan kimse yasımı tutmazdı ve hayatlarına devam ederlerdi. Karışmış haldeydim. Karşımdaki kadın bunu gördüğünde elini omzuma koyarak sıvazladı. "Hiçbir şey için geç değil." dediğinde sinirle güldüm. Az önce anlattıkları neydi o zaman? "Bunu bozmanın bir yolu var mı?" dediğimde başını salladı. Merakla sordum. "Neymiş o?" "Oyunun kurucusunu bulmak." Şok olmuş bir biçimde ona baktım. Kadın yüzyıllar önce ölmesi gerekmez miydi? "Nasıl yani?" diye sordum. Saçıyla oynayıp "Oyunun kurucusu sence normal birisi mi?" güldü. "Hiç sanmıyorum." "Peki ben bu Allah'ın cezası kadını nereden bulacağım? Kim bilir hangi cehennemde hangi hayatı mahvediyordur?" diyerek alayla gülünce duraksadı. Gözleri bir süre yüzümde gezindikten sonra kurumuş dudaklarını aralayarak, "Hayatını sen mahvettin." dedi. Başımı iki yana salladım. "Böyle bir şeyin gerçek olacağını düşünmediğim için özür mü dilemeliyim?(!)" "Hayır ama artık soruna odaklanmak yerine çözüme odaklanırsan, en azından ölmemen için uğraşabiliriz." kollarımı göğsümde kavuşturup bir iki adımda yanına gittim. "Nereye gideceğimi söyle." "Hop hop." gülerek kollarını iki yana kaldırdı. "Sakin ol. Ne konuşacağını nasıl vazgeçirebileceğini düşündün mü?" hala aynı suratla ona bakmaya devam ettim. Ciddi olduğumu anlaması gerekirdi. "Bana karışmak yerine adresi versen?" yüzünü buruşturarak kağıda bir şeyler yazdı. Eğildiği yerden kalkarak kağıdı bana uzattı. "Çok sinirlisin. Bence bu gerginliğini üstünden atman lazım." Bu kadın benimle dalga mı geçiyordu? "Beni sinir ediyorsun." omzunu silkti. Daha fazla bir şey demesine müsaade etmeden oradan çıktım ve üstümdeki cekete sıkı sıkı sarıldım. Adrese baktığımda oturduğumuz yerin birkaç sokak ötesinde olduğunu gördükçe şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Cidden şansızlığın kitabını yaz deseler seri cilt oluştururdum. Yarım saat sonra kapıyla bakışıyorduk. Eski püskü bir apartmanın altıncı katında oturuyordu. Önünde durduğum ahşap kapıyla daha fazla bakışmayı kestim ve üç kez tıkladım. İçeriden hareketli bir müzik sesi duyuyordum, evdeydi ama sanırsam beni duymuyordu. Daha sert bir şekilde vurdum, yine açan olmadı. Bu sefer sinirle ayağımla kapıya tekme attım. Bu sefer işe yaramış olmalıydı çünkü müziğin sesi kısılmıştı. Kapıya yaklaşan adım seslerini duyduğumda derin bir nefes aldım. Ahşap kapı gıcırtılı bir sesle açıldı ama beklediğimin aksine bir sürat karşımda duruyordu. Bir adam kapıyı sonuna kadar açtıktan sonra kapının pervazına kolunu yasladı ve bana, "Ne vardı?" diyerek başını iki yana salladı. İstemsizce onu inceledim. Simsiyah saçları birbirine girmişti, açık renkte kahve gözleri yüzüne eşlik ediyordu. Burnu ne çok küçük ne de çok büyüktü ama yüzüne uyum sağladığını söyleyebilirdim. "Evet?" dediğinde kendime gelmeye çalıştım. Elimdeki isme bakarak, "Süheyla Ateş'e bakmıştım?..." diye mırıldandım. Yüz hatları ilk defa sertleşti ve omuzları dikleşti. "Ne yapacaksın sen onu?" deyince gülümsedim. Ona yaklaşmıştım. "Birkaç şey sormam lazım." dedim kısaca. "Söyle bana, ben iletirim." kaşlarımı çatıp, "Hayır ne münasebet. Kendim görüşmek istiyorum." diyerek direttiğimde kapıyı çok az aralık bırakarak dibime kadar geldi. "Sen annemi nereden tanıyorsun?" Annesi mi? Yok daha neler. "Ben..." ne demeliydim? Belki de annesinin yaptıklarından haberi vardı ama olmayadabilirdi. "Ben onu mahalleden tanıyorum." diyerek toparlamaya çalıştım. Ne kadar inandırıcı olduğum göreceli bir kavramdı. "Bana bir yardımı dokunmuştu, teşekkür etmek istedim." ne yardım ne yardım.... "Annemi göremezsin." "O ne demek?" merakla ona baktım. Acaba burada değil miydi? "O zaman ona ulaşabileceğim bir adres verir misin?" dediğimde gülümsedi. Arkasındaki kapıyı ayağıyla açıp içeriye girerek, "On mahalle ötede bir yerde yatıyor." ve kapıyı sertçe suratıma kapattı. Şok olmuş bir vaziyette bir süre kapıyla bakıştım ve dediği yeri hatırlamaya çalıştım, ki hatırlamaz olaydım! Gözlerim ve ağzım aynı ağırlıkla açıldı ama kendimi hemen toparlayıp kapıya vurmaya başladım. Bu sefer ilkinden daha sert vuruyordum. Kapı aniden açılınca, "Bana ölmediğini söyle!" diye bağırdım. Şuan komşular umurumda değildi. "Üzgünüm ama annem bir ay önce öldü." gözlerimi kırpıştırdım. Karmakarışık hissediyordum, "Hayır ya, hayır ölemez...Hayır." önümdeki iri bedeni sertçe kenara ittim ve eve girdim. Delirmiş gibi odalara bakarken arkamdan, "Manyak mısın kızım sen?" dediğini duyuyordum ama umursamıyordum. Salona geçtiğimde üç tane gördüğüm erkekle durdum. Hepsi bana merakla bakarken birisi arkama doğru baktı, "Lan Alp, eve hatun mu attın?" sinirle gülüp salondan çıkıyordum ki arkamdaki beden buna izin vermedi ve beni salona itti. "Çıkmak istiyorum." başımı yerden kaldırmıyordum, şuan kendimi çok güçsüz ve suçlu hissettiğim için kimse bunu bilsin istemiyordum. "Ben de evime girmeni istemiyordum, otur şuraya." verdiği emirle yanan gözlerimi aldırmadan yüzüne baktım. "Oturmayacağım. Gideceğim." üstüme doğru yürümesiyle erkeklerden birisi kalktı ve önüme geçti. "Hoop! Sakin ol Alp, ne oluyor?" "Bir şey olduğu yok." dedi, gözleri yüzümü tarıyordu. Bir şeyden şüpheleniyor olabilir miydi? Alp, kolunu tutan çocuğa bakıp "Siktir git lan. Bir şey yapacağım yok, soru soracağım." Gözleriyle koltuğu işaret edince kaçışım olmadığını anlayarak oturdum. "Ne var?" "Sen kimsin?" "Kim olduğu ne yapacaksın?" "Annemin borç aldığı birisi falan mısın?" dedi söylediğimi umursamayarak. "Ne alaka?" sorulara soruyla karşılık veriyordum çünkü söyleyecek yalanım yoktu ve düşünüyordum. "Annemin öldüğünü duyunca suratın kıpkırmızı oldu da...Rahmetli herkese borç takmayı çok severdi..." "Öyle bir şey yok." dedim. Alayla gülüp "İsabet olmuş. Benden sana para çıkmazdı güzelim." deyince yüzümü buruşturdum. "Birbirinize iki dakika laf sokmadan derdinizi anlatabilir misiniz?" dedi sağ kanepede oturan çocuk. "Yani sadece bir öneri..." diye devam ettiğinde, "Ben laf sokmuyorum." homurdandım. "Neyse ne. Neden buradasın?" "Anneni seviyordum, öldü gerçeğini kaldıramadım." diye mırıldandığımda karşımda oturanlardan birisi içtiği suyu püskürttü. "Süheyla teyzeyi de seven çıktı ya yuh abi yuh! Sevilmeyen bir ben kaldım." diyerek küfür etmeye başladı. "Gerçekten annemi seviyor muydun?" şüpheyle bana bakarken ellerimi istemsizce kavuşturdum. Gergindim. Bir an önce buradan çıkmak istiyordum. "Evet." dedim kendimden emin bir şekilde. "Neden senin annen sevilemez mi?" "Evet. Bayağı kötü bir insandı çünkü." "Tövbe tövbe ölünün arkasından da..." homurdandığımda birisi güldü. Alp, "Yiğit gülme geleceğim bak!" diye uyarınca, "Tamam bir şey demiyorum." dedi demesine de hala gizli gizli gülüyordu. Bu kadar gülünecek ne vardı sanki? Alp'in bakışları yeniden bana döndü. Yüzümde bir yalan belirtisi arıyor gibiydi...halbuki bilmiyordu ki şuan doğru söylediğim tek bir cümle dahi yoktu. "Anladım." uzun bir sessizlik. "O zaman ben kalkayım." mırıldandım. Saçları kumral ve kıvırcık olan beni engelleyerek, "Çay içseydin?" diye sorunca yüzüne garip garip baktım. Buraya haber vermeden gelmiştim, eve zorla girmiştim ve bana tek dediği şey, 'çay içseydin?' mi olmalıydı bilemiyordum. "Yok yok ben en iyisi gideyim." "İyi, peki." kapıya doğru giderken birinin, "Selim yine red yedi, ağlıyorum abi!" demesini ve sonradan bir sepet dolusu kahkahalarını duymuştum. Alp'te beni kapıya kadar bırakmıştı. Kapının eşiğinden çıkarak gözlerine baktım, "Bu arada haklısın. Annen bayağı kötü bir insan." sanırım benden özür bekliyordu çünkü dediklerimle yüzünün ifadesi değişmişti. Bir şey demesine izin vermeden merdivenleri hızlıca inerek apartmandan çıktım. Bir an hiç çıkamayacak gibi hissetmiştim. Ya da nedense o evde istemediğim bir şeylerin olduğunu seziyordum. Her neyse. Beni ilgilendirmezdi, benim şimdi yapmam gereken o lanet olası büyücüye gidip bunun hesabını sormak olacaktı! Yine buradayım. Simsiyah kapıyla bakışıyorum, sarmaşık biraz daha büyümüş, kapıya daha sıkı sarılmış. Kapının önündeki mor çiçekli saksı yeni olmalıydı...Kapının tokmağını avucuma alıp üç kez vurdum. Sakindim...Öyle olmalıydım. Falcı kapıyı sonuna kadar açtı ve ilk kez yüzünde şaşkınlık gördüm. Bu sefer ona gitmemi beklemiyor olmalıydı. "Gel." deyip eliyle içeriyi gösterdi. Omzuna omuz atarak koridordan geçtim. Yine aynı koridor, aynı ışıklandırma, aynı çerçeve ve portreler...Ah! Daha kaç kez gelecektim buraya? Odaya girdiğimizde sağ ayağımı ritimli şekilde sallamaya başladım. Falcı - adını hala bilmiyordum - kapıyı kapatarak dışarısıyla iletişimimizi kesti. "Ne oldu?" diye sordu merakla ışıkları yakarken. "Bana verdiğin adres doğru muydu?" "Elbette." "O zaman üzgünüm." dedim ve devam ettim. "Kadın, ölmüş." sanki hiç ölüm kelimesini kullanmamışım gibi bunu anlayışla karşıladı ve ben dumura uğradım. En azından sahtede olsa bir şaşkınlık belirtisi gösteremez miydi? Ben de kendimi geri zekalı gibi sanmaktan vazgeçerdim. "Biliyordun...Tabii, ben ne sandıysam. O bir deli sen de onun yardakçısı!" sinirle üstüne yürüdüm ve kolunu sıkıca kavrayarak arkaya ittim. Bunu beklemiyordu, açıkçası ben de kendimden beklememiştim ama sinirlerim ruhumu hayli zorluyordu. Masanın üstüne düştüğünde acımadan tepesinde dikildim ve kalkmasına izin vermedim. "Ben, oyuncak değilim. Şimdi gidip seni polise şikayet edeceğim. Bakalım kaç tane insanı dolandırdığın ortaya çıkacak." Artık her şey olabilir geliyordu. Her ne kadar hastanedeki raporları hala açıklayamasam da bu Allah'ın cezası kadının beni kandırdığını düşünüyordum. Çünkü böylesi daha kolay geliyordu. Bu senaryoda ölmüyordum. Bir kadını aramıyordum. İnsanların hayatından silinmiyordum. Bir cadıyla uğraşmıyordum, ki en önemlisi buydu... Onu masada bırakıp sert adımlarla yürümeye başladım. "Bekle..." umursamadım. Hızımı alamayarak yürürken beni kolumdan tuttu ve savurur gibi odanın içine fırlattığında şokla kalakaldım. "Ne yapıyorsun sen?!" diye sinirle soludum. "Beklemezsen anlayamazsın!" diyerek yüzüme doğru bağırdı. "Neyden bahsediyorsun?" odada volta atmaya başladım, cidden artık delirdiğimi düşünmeye başlamıştım. "Mezarlıktaki bütün insanların öldüğünü mü düşünüyorsun?" hafif alaylı sesiyle olduğum yerde ona baktım. Doğru mu duymuştum? "Anlat." dedim tek nefeste. Ah! Sanırım artık uyuyamayacaktım. "Süheyla öldü ama o ölmedi. Sadece bedeni artık ruhunu taşıyamayacak kadar çok yaşlıydı. Beden iflas edince ona uygun olanı bularak, ruhunu korudu." "Hassiktir!" Sanırım bunca şeyi tek kelimeyle, bu kadar iyi anlatabilirdim. Süheyla ölmemişti, o yaşıyordu. Nasıl görünüyordu? Genç miydi mesela? Ya da boyu kaçtı, saçları hangi renkti, gözleri nasıl bakıyordu? Bilmiyordum. Tek bildiğim o ölmemişti. "Bu nasıl olabilir?" dedim fısıltıyla. "Oyunun kurucusu senin sandığının çok ötesinde." hissettiklerimi nasıl anlatmalıydım bilmiyordum. Bu olanlara inanmak istemiyordum ama inanmamak içinse bir nedenim yoktu. Ben ölüyordum. Elimden bir şey gelmiyordu. Ona bir adım yaklaşmışken benden belki de kilometrelerce uzaklaşmıştı. "İnanmak istemiyorum. Lütfen bunlar bir şaka olsun." başımı ellerimin arasına alarak bir o tarafa bir diğer tarafa gitmeye başladım. "İkisi de sana kalmış. Ya inanmazsın ve son günlerinin tadını çıkarırsın ya da burada kalıp bir çözüm ararsın." az önce öfkeyle parlayan sesi sakinleşmişti. Yere oturup tepkimi ölçmeye çalışıyordu. "Nerede bulurum bu kadını?" dedim az önce dediklerini savuşturarak. Neye inanacağımı bilmiyordum. "Bulamazsın." "Nasıl yani?" "Onu yerini bildiğim son adres sana verdiğim yerdi. O yerini belli etmeden onu bulamazsın. Şimdi ise o başka bir bedende başka bir evde ve hayatın içinde." Hayal kırıklığı içinde yere oturdum. Gözlerim kırmızı halının desenlerinde gezinmeye başladı. Dizlerimi kendime çekerek çenemi yasladım. "Peki ruhların bedene nasıl girdiğini merak etmiyor musun?" omzumu silktim. "Çocukluk yapma da gel." elini oturduğu yerin yanına iki kez vurdu. Göz ucuyla ona baktım. Tekrardan vurunca, "İyi geleyim bari." diye mırıldanarak yanına gittim. "O, ne kadar güçlü olursa olsun sağlam bir bedenin içine giremez. Daha doğrusu sağlıklı. Onun gibi ruhlarını oradan oraya dolaştıranlar sadece ölmüş insanların bedenine girebilir." Merakla ona bakmaya başladım. Gülümsedi. "Süheyla aslında ölmüştü, bir araba kazasıyla. Yoğun bakımda beşinci haftasıyken hayatını kaybetti, oyunun kurucusu da bunu fırsat bilerek bedenine girdi. Aslında Süheyla öldü." belki de size saçma gelebilir ama o an gözlerim doldu. "Mezarı bile yok..." diye mırıldandım sessiz ce. Bir oğlu vardı. Onu yaşıyor sanmış ve ondan nefret etmişti, mezarı yoktu. Kim bilir kaç yıl önce ölmüştü ve oğlu ziyaretine bile gidememişti. Süheyla yalnızlık içinde ölmüş müydü bilmiyorum ama yalnızlık içinde toprağın altında kalmıştı. Kimsesiz gibi. "Mezarı bile yok." diyerek tekrar ettim kendimi. Hafiften güldüm. "Oyunun kurucusu çok mu masummuş? Çok mu vicdanlıymış?" üstüne doğru yürüdüğümde irkildiğini görmüştüm. "Birisi öldü, o kadın Süheyla. Nerede bu Süheyla Ateş? Oğlu ondan nefret ediyor, neden biliyor musun?" sustuğunda yeniledim kelimelerimi. "Neden diyorum? Cevap ver." "Biliyorum." "Vay be! Herkesin iyiliğini düşünen kadına da bak sen. Bir bedeni istila edip onun hayatını ele geçirmiş. Bir de utanmadan oğlunu, kadından nefret ettirmiş. Gerçekten...Bu kadar düşünceli olduğu için gözlerim yaşardı." dalga geçtiğimi elbette ki anlamıştı. "Pekala. Nerede bu Süheyla Ateş." Falcı aramızdaki mesafeyi kapatarak yanıma geldi. "O ve onun gibi, bedenleri istila edilenlerin olduğu yerde." duraksadı. Gözleri yüzümde dolanıyordu. Nasıl tepki vereceğimi hesap ediyor olmalıydı. Kurumuş dudaklarını ıslatarak soluklandı. "Arafta."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD