Şirin’le Merve akşam yaşananları düşündükçe ne konuşabiliyorlardı ne de içlerindeki korkuyu bastırabiliyorlardı. Göz göze geldiklerinde bile aynı endişe saklıydı bakışlarında.
Dedeleri ve amcaları bu gece ses çıkarmamıştı belki ama yarın her şey değişebilirdi.
Asker araya girip onları korumuştu ama yarın ne olacağını ikisi de bilmiyordu.
Onların evinde güven, sabah güneşi kadar kısa sürerdi. Tek bildikleri, dedelerinin acımasızlığının sınırı olmadığıydı.
Bir çıkış yolları olsaydı, hiç düşünmeden giderlerdi. Bu evin duvarları artık nefeslerini kesiyordu. Kâğıt üstünde yetişkindiler ama ellerinde ne para vardı ne de özgürlük.
Yoksullukla büyümek, kaderlerine kazınmıştı.
Hiçbir zaman yeni bir elbise almamışlardı. Kuzenlerinden kalan yıpranmış giysileri yamayıp yeniden giymek, sanki onların payına düşen yaşam biçimiydi.
Çalışıyorlardı evet ama kazandıkları her kuruş dedelerinin cebine gidiyordu.
Onların alın teri, başkalarının geçimiydi.
Şirin, tavandaki çatlaklara bakarken alnındaki teri silmek için kolunu kaldırdı. Merve sessizce yana döndü.
Dışarıdan bir sandalye devrilme sesi geldi, sonra babasının boğuk sesi yankılandı. Sarhoştu yine.
İkisi de aynı anda kapıya baktı. Kilit kırık olduğu için, Şirin günler önce kapının koluna eski bir hırka asmıştı. Hem içerisi görünmesin diye hem de belki biri açmaya kalkarsa o kumaş ses çıkarır da uyanırlar diye.
Kapının arkasına ise bir sepet dayamışlardı. İşe yaramayacağını biliyorlardı ama insan bazen umuda da dayanak yapıyordu.
Merve, fısıltıyla konuştu. “Yine çok içmiş…” Şirin’in dudakları kıpırdadı ama sesi çıkmadı. Sadece başını hafifçe eğdi.
Birkaç saniye boyunca dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Şirin’in yüreği sıkıştı, Merve’nin eli refleksle onun koluna uzandı.
Kapı kolu hafifçe oynadığında ikisi de nefesini tuttu. Sonra bir öksürük sesi, ardından uzaklaşan adımları işittiler. Merve’nin omuzları çöktü, Şirin’in parmakları gevşedi.
Bir süre ikisi de konuşmadı. Yalnızca dışarıdaki cırcır böceklerinin sesini dinlediler.
***
Sabah, horozun sesiyle gözlerini açtı Şirin. Sessizce ayağa kalkarken Merve hâlâ yarı uykuluydu. Saçlarını topladı. Mutfağa girdiğinde ocakta dün geceden kalma bir tencere vardı. İçinde dibi tutmuş süt vardı ve çok kötü kokuyordu. Yüzünü buruşturarak tencereyi yıkadıktan sonra elindeki bezle tezgâhı sildi.
Avludan babasının horlama sesi geliyordu. İçip içip sızmıştı yine. Gözlerini devirdi. Ne öfkesini gösterebiliyordu ne de içinde biriken tiksintiyi.
Tabağa birkaç zeytin, iki domates dilimi koydu. Ekmekleri ısıtırken, “Günaydın,” diyerek Merve geldi yanına.
“Dedemi gördün mü? Düşmana bakar gibi bakıyor.”
“Görmedim,” dedi başını olumsuz bir şekilde sallarken.
“Bugün ne yapacağız? Tarlada da çalışamayacağız.”
“Başka tarlara gideriz.”
“İnşallah buluruz iş.”
Bir süre sonra herkes yer sofrasının etrafına dizildi. Şirin’le Merve tabakları taşırken kimse bir şey demedi ama bakışlar yeterince söylüyordu.
Babaanneleri gözleriyle iki kızı baştan aşağı süzdü. Yengeleri sessizce birbirine eğilip fısıldaştı.
Şirin, önlerine tabak koyarken yengesinin, “Askerin arkasına sığınmak kolay,” diye homurdandığını işitti.
Omzunu dikleştirdi ama cevap vermedi. Avlunun ortasında yatan babası, horlamaya devam ediyordu.
“Dün gece rahat uyudunuz mu kızlar? Arkanıza askerleri alınca belli ki çok rahat uyumuşsunuz. İkinizin de gözleri ışık saçıyor.”
Yengelerinin her zamanki tavrı bu sabah ikisinin de gözlerine batıyordu.
Dedeleri, önündeki ekmeği bölüp ağzına tıktı. Ağzını şapırdatarak ekmeği çiğnerken, “Bakın hele,” dedi, sesi kalın ve hırıltılıydı, “Askerlere güvenip başınızı mı kaldıracaksınız bana? Siz kim oluyorsunuz da beni şikâyet etme cesareti kendinizde buluyorsunuz?”
Zeytinin çekirdeğini yere tükürürken ağzından yemek parçaları saçıldı.
“Ben doyuruyorum sizin karnınızı. Ben olmasam işkembeniz dolmayacak.”
Merve’nin elleri kucağında sıkılıydı. Şirin ise dudaklarını ısırdı. Öfke, midesinde taş gibi büyüyordu. Cevap verememek zoruna gidiyordu.
En çok da bu yakıyordu içini.
Dedesi bastonunu yanındaki taşın kenarına vurdu.
“Bir daha askerlerle konuşmayacaksınız. Eğer askerlerle orada burada oynaştığınızı duyarsam ikinizin de kemiklerini kırarım.”
Şirin’in eli, önündeki tabağa gitti. Zeytine dokundu, sonra parmaklarını geri çekti.
Yaşlı kadın beyaz yazmasını kulağının arkasına sıkıştırırken dizini karnına çekti. Eteği sıyrıldı, damarlı bacağı göründü. Gözleri Şirin’de, sonra Merve’de gezindi. Dudakları kıvrıldı, sarı dişleri açığa çıktı.
“Ne malum adamların koynuna girmedikleri. Koskoca muhtarın oğlunu reddediyorlar. Patlak mı oldunuz kız siz? Hangi pezevengin altına yattınız da haberimiz olmadı? A*ın*z mı kaşınıyor sizin, yoksa götünüz mü?”
Merve korkuyla başını salladı, gözleri doldu. Şirin’in yüzü önce bembeyaz, sonra al al oldu. Elindeki çatalı yere attı. Avlunun köşesinde, betonun çatlakları arasında duran sivri bir taş aldı eline. Ayağa fırladığı gibi taşı babaannesinin kafasına fırlattı.
Taş yaşlı kadının alnına çarpınca bir an sendeledi, sonra avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Ulan orospu dölü!”
“Seni öldürürüm.”
Şirin kadının üstüne atıldı. Saç başa girdiler. Yaşlı kadının tırnakları Şirin’in yanağına geçti, üç çizik açtı. Şirin ise yumruğunu babaannesinin burnuna indirdi.
“Durun be, kudurdunuz mu?” diye bağırdı yaşlı adam. İkisi de durmuyordu.
Merve çığlık atıyordu, amcası kollarını açıp araya girmeye çalışıyordu.
“Şirin, bırak! Delirdin mi lan?” diye bağırdı amcası ama Şirin duymuyordu. Babaannesinin saçını çekiyor, “Terbiyesiz, utanmaz, herkesi kendin gibi mi sanıyorsun,” diye bağırıyordu.
Avludan yükselen seslere komşular koştu. “Ne oluyor burada?” diye bağırdı biri. “Ayıptır, yaşlı kadına el kaldırılır mı?” dedi diğeri. Ama kimse tam araya giremiyordu. Şirin’le babaannesi yerde yuvarlanıyor, küfürler havada uçuşuyordu.
Şirin sonunda doğruldu, nefes nefese. Merve’nin elini tuttu. “Paralarımızı verin, gidiyoruz.”
Dedesi, “Yok para,” diye bağırdı. Bastonunu onlara savuruyordu.
Şirin, Merve’yi çekti. Odaya daldı, sakladığı parayı aldı, sütyenine sıkıştırdı. İki tişört, iki şalvar aldı. Avluya döndüklerinde hala uyuyan babasına takıldı gözü. Kovanın içinde bulunan pis suyu babasın üstüne döktü.
“Kudurdu, azgın karı!” diye bağırdı dizlerini dövünen babaannesi.
“Şirin, ne olur gidelim.”
Merve’nin ağlamasına dayanamayan Şirin öfkeyle evden uzaklaştı. Yola çıkan kadınlar onlara bakarken hiçbirinin yüzüne bakmadan yürüdüler. Kimi acıyarak bakıyordu iki kıza kimi ise ne yapacaklarını düşünüyorlardı.
Dere kenarına vardıklarında Şirin elindeki naylon çantayı yere fırlattı. Çanta açıldı, içinden bir tişört, iki çorap yuvarlandı.
Derenin kenarına çömeldi, dizleri titredi, avuçlarını yüzüne bastırdı, sertçe ovuşturdu. Yanağındaki tırnak izleri hâlâ yanıyordu, kanı kurumuş, kabuk bağlamıştı. Gözleri doldu ama gözyaşını yuttu, boğazı düğümlenmişti.
Merve yanına oturduğunda dizlerini göğsüne çekti, başını dizlerine gömdü. Hıçkırıkları artık sessizdi. Omuzları sarsılıyor, burnu akıyor, gözleri şişiyordu. Sanki bütün gece, bütün öfke, bütün korku o küçük bedenine sığmıştı.
“Ne yapacağız şimdi, Şirin? Nereye gideceğiz?”
Şirin başını iki yana salladı. Boğazı yanıyordu, sanki içinde bir kor parçası vardı. Bildiği tek şey, o evde bir saniye daha kalamayacağıydı.
“Kalacak yerimiz yok. Bu yüzden annenin yanına gideceğiz.”
Merve’nin gözleri faltaşı gibi açıldı. Korku, öfke, çaresizlik karışımı birbirine girdi.
“Annemin yanına mı?”
Şirin bakışlarını ona çevirdi.
“Evet. Başka çaremiz yok.”
Merve öfkeyle başını salladı. “Olmaz. O kadın beni bırakıp gitti. Kendi kızını yok saydı.”
Şirin yutkundu. Gözleri derenin karanlık suyuna takıldı. “Mecbur kaldı, Merve. Onu o pislik bunak tehdit etti. ‘Götürürsen öldürürüm’ dedi. Annen korktu. Gözleri doldu, elleri titredi ama seni bırakmak durumunda kaldı. Çünkü başka çaresi yoktu.”
“Bırakmamalıydı. Beni…”
Şirin omuzlarını düşürdü. Göğsünde bir ağırlık vardı. Sanki bütün ev, bütün aile, bütün geçmiş o ağırlığın içindeydi. “Ne yapalım, söyle bana. Nereye gidelim? Sokaklar pislik dolu, herkesin bakışı belli. Öz akrabamız bize neler söylüyor, başkası ne der sence? Kim kapısını açar bize?”
Merve’nin ağlaması arttı. Gözyaşları tişörtünün yakasına damlıyor, ıslak lekeler bırakıyordu. “İstemez bizi. Onun ailesi zengin. Babamın soyundan kimseyi kabul etmez. Beni görse yüzünü çevirir.”
Şirin derin bir nefes aldı. Göğsü inip kalkıyordu. Sanki her nefes, bir parça daha eksiliyordu ondan. “Gidelim de kabul edip etmeyeceklerini o zaman öğrenelim.”
“Askeri mi arasak acaba? Belki o bize yardımcı olur.”
“Olmaz Şirin, adama ne diyeceğiz? Evden ayrıldık bize kalacak bir yer mi bul diyeceğiz? Hangi hakla?”
“Ama o, ne olursa olsun arayın demişti.”
Omuzlarını kaldırdı. “Önce annenin yanına gidelim, baktık onlar bizi geri çevirdi o zaman ararız.”
Merve başını eğdi, omuzları çökmüş, parmakları Şirin’in avucundaydı. Gönlü razı değildi ama başka yol yoktu.
On dakika sonra minibüse bindiklerinde Merve cam kenarına yaslandı. Şirin yanına oturdu, elini dizine koydu. Buraya gizli gizli annesini izlemeye gelirlerdi. Merve her seferinde kızgın bakar ama gözleri dolardı.
Köy yolunda indiler. Buradaki evler çok güzeldi. Merve’nin adımları yavaşladığında Şirin’in eli belinde onu yürümesi için ittirdi. Evin önüne geldiklerinde Merve bir adım geri attı. Şirin ise demir kapıyı itti, gıcırdayarak açıldı, içeri girdi. Verandadakiler dondu kaldı.
Merve’nin annesi lokmasını zor yuttu. “Kızım,” diyerek ayağa fırladı. Koştu, kollarını açtı. Saçları bembeyaz, yüzü çökmüştü. Merve’ye sarıldı, sımsıkı, sanki bırakırsa kaybolacaktı. Merve önce kaskatı kaldı, sonra kollarını yavaşça kaldırdı, annesinin sırtına doladı. Derin bir nefes aldı, göğsü titredi, o eski koku burnuna doldu.
“Ne işiniz var burada?” dedi Merve’nin dayısı. Kaşları çatık, sesi sertti.
Şirin öne çıktı.
“Dedemle babaannem Merve’ye eziyet ediyordu. Çalıştırıyor, parasını alıyor, dövüyorlardı. Bugün onu evden kovdular. Bu kız sokakta kalmaması için sizler ailesi olarak ona sahip çıkmalısınız.”
Annesi korkuyla kızına yapıştı, elleri titredi. “Kızım, sana ne yaptılar?” diye hıçkırdı, gözyaşları Merve’nin omzuna damladı.
“O aileyi bulaştırmayın beni,” dedi dayısı yumrukları sıkılı.
“Kızı sapık bir adamla evlendirecekler. Bu kız daha on dokuz yaşında. Hiç mi vicdanınız sızlamıyor sizin? Hepiniz burada güzel bir hayat yaşarken bu kızın yaşadıkları hak mı?”
“Senin o pis deden kardeşimi öldürmekle tehdit etti. Bu kız burada kalırsa benim kardeşim zarar görecek.”
“Abi,” dedi kadın, sesi yalvararak. Elleri kızının yüzünde gezdirdi. “Yıllardır onunla uyuyamadım. Hasretinden kanser oldum. Bırak son günlerimi onunla geçireyim.”
Tekrar sarıldı, göğsü inip kalkıyordu. Merve boğuk bir hıçkırık koyuverdi, annesinin omzuna gömüldü.
“Fikret, bırak kalsın,” dedi yaşlı bir kadın. “Kardeşin yeterince acı çekmedi mi?”
“Kardeşim o aileye kaçtı. Hata onundu. Sorumlusu biz değiliz.”
Şirin dik durdu, gözleri adamın üzerindeydi. “Olan olmuş. Onlar kıza zarar verdi. Siz sahip çıkın.”
Dayısı arkasını döndü, içeri girdi. “Ne yaparsanız yapın.”
Merve annesinin kollarından sıyrıldı, yavaşça Şirin’e döndü. Gözleri yaşlı, dudakları titriyordu.
“Annene öfkelenme. Kendini de ezdirme.”
“Kimse ezemez benim kızımı. Bu zamana kadar koruyamadım onu ama bu saatten sonra koruyacağım.”
Merve annesini dinlemiyordu. Boğuk bir sesle, “Sen?” dedi, eli Şirin’in koluna uzandı.
Şirin tekrar güldü. “Ben başımın çaresine bakarım.”
Merve başını hızla salladı. Saçları terle yüzüne yapışmış, gözleri kıpkırmızı, kirpikleri ıslaktı. “Asla seni yalnız bırakmam,” dedi, elleri Şirin’in kolunu öyle sıkıyordu ki tırnakları derisine battı.
“Burada kalacaksak beraber, gideceksek birlikte.”
Şirin bir an durdu. Avlunun köşesine çekti Merve’yi. Gözleri doldu ama bakışını kaçırmadı. “Olmaz.” Boğazı yanıyordu. Sen kalacaksın. Benim gibi olmayacaksın.
“Annenin yanında kalacaksın. Senden sakındıkları hayatı yaşayacaksın. Okuyacaksın, susmayacaksın, onlara baskı yapacaksın.”
Merve hıçkırdı. “Sen olmadan olmaz.”
Şirin’in dudakları titredi. Elini kaldırdı, Merve’nin yanağına koydu, başparmağıyla gözyaşını sildi. “Olur, güzel kardeşim,” dedi, sesi neredeyse duyulmuyordu. “Ben burada kalamam. Hangi hakla kalırım ki? Gözünü seveyim, ağlama. Mutlu ol.”
Merve’nin omuzları sarsıldı. “Sen dışarıda kalırken ben nasıl mutlu olayım? Yatamam, yemek yiyemem, nefes alamam.”
Şirin kaşlarını çattı. “Ben başımın çaresine bakarım.” Göğsünden buruşuk bir kâğıt çıkardı, Merve’nin avucuna sıkıştırdı. Parmakları titriyordu, kâğıt terden ıslanmıştı. “Sana bir şey yaparlarsa askeri ara, hemen gelir.”
Merve kollarını Şirin’in beline doladı, başını göğsüne bastırdı, bırakmak istemiyordu. Şirin’in kalbi göğsünde çarpıyordu, hızlı, düzensizdi. Zorla sıyrıldı; elleri Merve’nin omuzlarında bir an durdu, sonra düştü.
“Allah’a emanet ol.”
“Şirin, beni bırakma!”
Şirin arkasına bakmadan kapıya yürüdü. Adımları hızlıydı ama omuzları çökmüştü, sırtı kamburlaşmıştı. Yine yalnızım. Yine tek başımayım. Ama bu sefer farklı. Bu sefer birini kurtardım.
Merve arkasından koştu. “Gitme! Ne olur beni bırakma!”
“Gelme!” diye bağırdı Şirin arkasını dönmeden. “Kal burada! Sokaklar tehlikeli, koruyamam seni!”
Merve dizlerinin üstüne çöktü. Elleri toprağa değdi, parmakları kumu sıktı. Hıçkırıkları boğazını yırtıyordu. “Onun kimsesi yok…” dedi, sesi fısıltıdan da ince. “Dışarıda ne yapacak?”
Annesi kollarından tutup onu ayağa kaldırmaya çalıştı. “Gel kızım.”
Merve omuzlarını çekip annesinin ellerinden kurtuldu.
“Sen benim ablamdım,” diye bağırdı. “Sen benim annemdin. Yine beni düşünüp kendinden vazgeçtin. Sen dardayken ben nasıl huzurla yaşarım söyle bana?”
Yine durmadı Şirin. Gözlerinden yaşlar boşalırcasına akıyordu. Minibüse binip uzaklaştı. En doğru olan buydu. Sokak da kalmasındansa annesinin yanında daha güvende olacaktı Merve.
O bir şekilde başının çaresine bakacaktı. Nasıl yapacağını bilmiyordu ama bulacaktı bir yolunu…
Canım Şirin, neler yapacak dersiniz? Pislik babaannesi gibi bir kadın tanıyorum. O da sakınmadan açık açık böyle küfürler eder. Normalde dikkat ederim ama bu kadının kişiliğini göstermek için kalem kendiliğinden aktı.
Yarın neler olacak dersiniz? Şirin ne yapacak? Nerede kalacak? Kime sığınacak?
Merve peşinden gidecek mi?