Zifirin İçindeki Işık
Karanlık, Kerem Alaz'ın mesleğiydi. İstanbul'un balık istifi sokaklarında gücün değil, korkunun hüküm sürdüğü bir imparatorluğun lideriydi. Soğuk, hesapçı ve acımasız olmak, hayatta kalmanın ABC'siydi. Ta ki, çok eski bir hesap, karşısına umulmadık bir "ödeme planı"yla çıkana kadar.
Recep Yılmaz, küçük bir kumar borcunu ödeyemeyip büyütmüş, en sonunda kendini Kerem'in ofisinde, titreyen elleriyle dilenir halde bulmuştu. Kerem'in adamları, borcun her kuruşun Recep’in kemiklerinden çıkaracaktı. Ama o an, Kerem'in gözü,Recep'in cebinden düşen soluk bir fotoğrafa takıldı. Fotoğrafta, babasına gülümseyen, ışığı içinde hapsetmiş gibi duran genç bir kız vardı: Sibel. Keremin bu kızı ilk görüşü değildi.
Kerem, soğuk bir ifadeyle, "Paran yok. Ama hayatın var. Ya onu alırım, ya da..." diye konuştu ve fotoğrafa baktı. Cümlesini bitirmesine gerek yoktu. Teklif, bir evlilik sözleşmesiydi. Sibel, borcun teminatı olacaktı.
Düğün dedikleri, ruhsuz bir ofiste imzalanan bir kağıt parçasından ibaretti. Sibel, beyaz gelinliği içinde bir idam mahkumuydu. Gözlerinde donuk bir korku, yüzünde babasının ihanetinin acısı vardı. Kerem için ise bu, sadece bir iş takibiydi. Sibel, zayıflığın, sıradan hayatın bir simgesiydi; evinin bir köşesine atılmış, unutulacak bir eşyadan farksızdı.
Kerem onu, şehrin en lüks ama en soğuk yerlerinden birindeki devasa bir malikaneye kapattı.İlk günler, aynı çatı altındaki bir buzul çağıydı. Sibel, konuşmuyor, sadece pencereden aşağıdaki hayatı izliyordu. Kerem, gecenin bir yarısı eve gelip sabah erkenden çıkıyordu.
Ev, Boğaz'ın tam göbeğinde, bulutlara değen bir cam ve çelik kafesti. Her şey ölçülü, pahalı ve acımasızca sterildi. Beyaz mermer zeminler, Sibel'in çıplak ayak seslerini bile yutmaya yetecek kadar soğuktu. Sibel, kocasının -o kelimeyi düşünmek bile içini ürpertiyordu- buzdan heykeller koleksiyonunun arasında yaşayan tek canlı yaratık gibi hissediyordu kendini.
Kerem'in varlığı, eve her adım attığında, atmosferi fiziksel olarak değiştiriyordu. Kapının açılma sesi, bir alarmdı. Sibel, nerede olursa olsun, bulunduğu yerden donakalıyor, nefesini tutuyordu. Onun ayak sesleri, ağır, ölçülü, bir yargıcın mahkeme salonuna girişi gibiydi. İzlediği her anın farkında olmanın verdiği o dayanılmaz baskıyı her saniye Sibel'in ensesinde hissediyordu.
Akşam yemekleri, birbirlerine işkence seanslarıydı. Uzun, lacivert kristal masa, aralarında kilometrelerce boşluk varmış gibi dururdu. Tek ses, gümüş çatal bıçakların porselen tabaklara değişi ve Boğaz'ın dışarıdan gelen uzak, boğuk vapur sesleriydi. Kerem, birkaç lokma alır, gazetesini okur veya telefonundaki işlerle ilgilenirdi. Sibel ise tabağındaki yemeği, iştahsızca karıştırırdı. Ona bakmaya bile tenezzül etmeyişi, görülmemekten daha ağır bir hakaretti.
Bir gece, dayanamadı.
"Ne zaman bitecek bu?" diye fısıldadı. Sesindeki titreme, öfkesini zayıf düşürüyordu.
Kerem, gazetesinin bir sayfasını çevirdi, gözlerini bile kaldırmadan, "Ne bitmesi gerekiyorsa, o zaman biter," diye cevap verdi. Ses tonu, bir borsa analizini okur gibi sakin ve duygusuzdu.
"Ben bir mal değilim," diye ısrar etti Sibel, sesi biraz daha güçlenerek.
Bu sefer başını kaldırdı. Gözleri, bir kartalın avını uzaktan taraması gibi, Sibel'in yüzünde gezindi. O bakışta nefret yoktu, öfke yoktu; sadece mutlak bir üstünlük ve sıkıcı bir kayıtsızlık vardı.
"Hayır malsın," diye onayladı buz gibi bir sesle. "Malın değeri bellidir, alınır satılır. Sen... daha çok bir hayalet gibisin. Bu evin içinde dolaşan, hatırlatılmaya değmez bir hatıra."
Sözlerinin bıçak gibi keskin kenarı, Sibel'in ciğerlerine saplanmıştı. Yemek masasından fırlayıp odasına kaçtı. Kapıyı kilitlemedi; zaten hiçbir kapının onu bu adamdan koruyamayacağını biliyordu. Sadece kendini banyoya attı ve sıcak suyun altında, sessizce, yüreği parçalanana kadar ağladı. Gözyaşları, Kerem'in ona biçtiği değersizlik duygusunu bile yıkayıp götüremiyordu.
Kerem ise, aşağıda, bir bardak viskisini yudumlarken, üst kattan gelen hafif su seslerini duyabiliyordu. İçinde garip bir huzursuzluk vardı. Sibel'in çaresizliği, beklediği gibi bir zafer duygusu vermiyordu ona. Daha çok, yanlışlıkla kırdığı, ama önemsiz olduğu için yerden alıp tamir etmeye bile değmeyecek bir nesnenin verdiği o rahatsız edici hissiyat gibiydi. Onu görmezden gelmek, en kolay yoldu.
Gecenin bir yarısı, susamışlık hissiyle mutfağa indiğinde, Sibel'i salonda, pencerenin önünde buldu. Ay ışığı, beyaz geceliğinin üzerine vurmuş, onu soluk, neredeyse şeffaf bir varlık gibi göstermişti. Pencerenin camına alnını dayamış, aşağıdaki şehrin ışıklarına bakıyordu. Omuzları, içine düştüğü dipsiz kuyunun ağırlığıyla çökük görünüyordu.
Kerem, bir an için, onu izledi. İçinde, tam olarak adlandıramadığı bir şey kıpırdandı. Belki de bir parça acıma, belki de sadece profesyonel bir risk değerlendirmesi: Bir canlıya bu kadar kayıtsız kalmak, ileride sorun çıkarır mıydı? Ama bu düşünce, zihninde bir saniye bile durmadı. Buzdolabından suyunu aldı ve Sibel'e, orada olduğunu belli etmeden, sessizce geri döndü. Koridordaki ayak sesleri, bir daha asla yaklaşmayacakmış gibi uzaklaştı.
Sabah olduğunda, Sibel, güneşin pencereden sızan ışıklarıyla uyandı. Yerlerde, Kerem'in geceyi geçirdiğine dair hiçbir iz yoktu. Sanki o, evin kendisinden fışkıran bir kâbustu sadece. Ayağa kalktı, mermer zemin ayaklarını yine üşütüyordu. Aynanın karşısına geçti. Gözlerinin altındaki mor halkalar, içindeki karanlığın bir yansıması gibiydi. Ama o morlukların derinliklerinde, küçücük, zayıf bir kıvılcım da vardı. Bir hayatta kalma arzusu. Kerem onu bir hiç olarak görüyordu. Belki de bu, onun tek gücüydü. Görünmez olmak. Ve belki, bir gün, bu görünmezliği kendi lehine kullanmak