"Mutlu olmanı istiyorum."

2178 Words
* * * Az sonra bize misafirler gelecek. Gelenler yabancı değil; kocamın abisi ve onun karısı. Onlar iki sene önce evlendiler, biz ise bir sene önce. Ancak ne bizim ne de onların evliliği yolunda gidiyor. Söylemeseler bile bu, oldukça net görünüyor. Bizimkini zaten biliyorum. Hiçbir konuda anlaşamıyoruz. İki insan tek bir konuda bile anlaşamaz mı? İşte, biz bu kadar uzağız birbirimize. Hem eğitim hem de dünya görüşü olarak aramızda dağlar kadar fark var. Bir kere olsun eline çiçek alıp da eve gelmedi. Sevdiğini söyleyen bir insan bunu göstermeye çalışmaz mı? Lafla peynir gemisi yürümüyor. Yalan söylediği o kadar belli ki. Beni mutlu etmek için bir gün, hatta bir an bile çabalamadı Ayaz. Bizi ailelerimiz tanıştırdı. Evlendiğimizde ben 27, o 32 yaşındaydı. Şu an ben 28, o ise 33 yaşında. Abisi ondan iki yaş büyük, yani 35 yaşında. Abisi Kılıç Karaduman, bir şirkette üst düzey yönetici. Ayaz ise baba torpiliyle aynı şirkette halkla ilişkiler sorumlusu. İşin garibi, bu şirket benim staj yapmak için bile can attığım yerdi. Ancak Kılıç, torpil gibi şeylerden hoşlanmadığı için beni o şirkete aldırmadı. Şerefli ve mert biri. Ayaz ise bu konuda beni dinlemedi bile. Üniversite mezunu olmama rağmen evde oturmamı söyledi. Evet, tam olarak bunu söyledi. Bu sırada Kılıç’ın ona attığı bakışları hissedebiliyordum. Kılıç’la aramızda Ayaz’la olan yaş farkından daha fazla fark olmasına rağmen, sohbet ettiğimizde kafalarımızın daha denk olduğunu fark ettim. Üstelik eltim Suzan’ın kafa yapısı da kocam Ayaz ile uyuyordu. Biz nasıl bir yanlış yapmıştık böyle? Hayatımızın en büyük kaybını yaşamıştık ve geri dönüş yok gibiydi. Ayaz ve beni ailem tanıştırdı. Ben, hiç kimseyi beğenmiyordum ve söylenene göre Ayaz da aynı durumdaydı. Birkaç başarısız ilişkinin ardından ikimiz de kabuğumuza çekilmiştik ve ailelerin bize biçtiği bu kaderi kabul etmiştik. Ancak zamanla anladım ki bu, hayatım boyunca verdiğim en yanlış karardı. Kaç sene olursa olsun beklemeli ve kendi seçtiğim, sevdiğim adamla evlenmeliydim. Belki de Ayaz da bu düşüncedeydi. O kadar fazla tartışıyorduk ki bazen geceler boyu evde yalnız kalıyordum; o ise eve gelmiyordu. Sabaha karşı geldiğinde leş gibi içki kokuyordu. Kiminle ne yaptığı belli değildi. Sorsam bile söylemiyordu zaten. Kısacası, berbat bir evliliğin içerisindeyiz ama boşanmak aklımıza bile gelmedi. En azından onun. Çünkü bu evlilik zaten aşkla başlamadı ve yine aileler mutlu olsun diye devam ediyor. Bu, kendimize yaptığımız büyük bir haksızlık, biliyorum ama elden ne gelir ki? Ayaz, giyim ve makyaj konusunda da kıskanç ama zamanla onu alıştırdım. Tabii buna alışmak denirse; evin yolunu bulamadığı için alışmıştır. Hatta bir keresinde bana el kaldırdı. Sadece ona, ailesini yemeğe çağırmadan önce neden bana söylemediği konusunda kızmıştım. Beni yatak odasına çağırıp ağzımın payını vermişti. Ben, orta halli bir ailede doğup büyüdüm. Annem babam hayatta. Bir kız kardeşim var; o da evli ve henüz çocuğu yok. Ailecek bir araya geldiğimizde Ayaz çok büyük bir patavatsızlık yaptı ve “Kısır aileden kız aldık,” dedi. Kız kardeşim 3 senedir evliydi ve istemesine rağmen çocuğu olmuyordu. Ama ben bile isteğe korunuyordum. Zaten Ayaz, ayda bir belki birkaç dakikalığına birlikte oluyordu. Bu konuda beni tatmin etmek istemiyor gibiydi. Kendimin bir kadın olduğunu bile unutuyordum. Kendisi dışarıda neler yapıyordu kim bilir, ama benim isteklerim umurunda bile değildi. Kısacası, evlilik bana zindan gibi olmuştu. Tüm ev işleri, market alışverişi, çöp çıkarma bile bendeydi çünkü evdeydim ve çalışmıyordum. Eve parayı o getiriyordu. Ben sıfır kazançla evde yan gelip yatıyormuşum... Öyle söyledi. Ve karşısında kalbi kırılacak biri olduğunu unuttu; bir insan olduğumu unuttu herhalde. Sofraya tabakları yerleştirdiğim sırada Ayaz, içeriden ellerini yıkamış halde geri döndü ve beyaz gömleğinin kollarını sıvayarak, “Sofra harika görünüyor. Dışarıdan mı söyledin?” dedi. Yine patavatsızlığını konuşturarak. “Hayır, misafirlerimiz gelecek diye sabahtan beri mutfaktayım. Hazırlıklar yapıyorum, evi temizledim. Kendimi temizlemeye vaktim bile kalmadı,” dedim. “Belli oluyor,” dedi salon koltuklarına doğru geçerken. “Ben de bu koku nereden geliyor diyorum,” deyip kumandayı eline aldı ve koltuğa uzanıp bacaklarını sehpanın üzerine koydu. Artık ona cevap bile vermek istemiyordum. Duş almak için yatak odama geri döndüm. Tam banyoya girecektim ki kapı zilini duydum. Maalesef misafirlerimiz gelmişti bile. Duş almak için yeterli zamanım yoktu. Fakat Ayaz'ın dediği o koku meselesi aklıma gelince hemen makyaj masamın üzerinde duran parfümü alıp üzerime birkaç kere sıktım. Bunun, üzerimdeki yemek kokusunu bastırmasını diledim. Ev hali içerisindeydim. Dağınık bir yüksek topuzum, üzerimde ise hava sıcak olduğu için ince askılı, efil efil bir çiçekli elbise vardı. Gözümün çok yorgun ve solgun göründüğünü fark edince çekmeceyi açıp içinden dudak parlatıcısını çıkardım. Hemen onu sürdükten sonra aynadaki halime baktım. "Ben böyle değildim. Beni ne hale getirmiş?" diye düşündüm. Ardından odadan çıkıp gittim. Ayaz, kalkıp kapıyı açmamıştı bile. "Tutku, neredesin sen?" diye kızdı bana. Sanki kapıyı illa benim açmam gerekiyormuş gibi, salondan kımıldayıp gelip kapıyı açmaya üşeniyordu herhalde ya da bana eziyet olsun istiyordu. "Geldim, açıyorum," dedim bıkkın bir ses ve ifadeyle. Ardından kapı deliğinden baktım; Kılıç ve Suzan gelmişti. Hemen kapıyı açtım ve güler yüzle, "Hoş geldiniz," diyerek konukları içeri buyur ettim. Önden Suzan geçti. Yanaklarımı öptükten sonra, "Hoş bulduk," diyerek içeri geçti. Biz Kılıç ile baş başa kaldık. Kapıyı kapatıp, "Sen de hoş geldin," dedim. Ama hiçbir zaman ona "Abi" dememiştim, zaten hep "Kılıç" diye sesleniyordum. Niye bilmiyorum, belki de ilk gün gördüğüm andan beri ona karşı bazı hisler besliyordum. Elbette bu durumda hislerimi söylemeye çekiniyordum. "Hoş buldum," dedi. Her zamanki gibi hafifçe tebessüm ederek, "Çok güzel görünüyorsun. Ev mis gibi kokmuş, sanırım karnıyarık pişirdin. Çok severim, ellerine sağlık şimdiden," dedi. O konuşurken, sanki eriyip bittiğimi hissediyordum. Bir kadın olarak hiçbir ihtiyacım karşılanmazken, o tam donanımlı bir adam gibiydi: ilgili, şefkatli, konuşurken ses tonuna dikkat eden, çalışkan, başarılı ve takdir etmesini bilen biri. Aynı zamanda çok yakışıklıydı. Aramızda 20 santim boy farkı vardı. Ben 1.70 boyundaydım, o ise 1.90 boyundaydı. Bugün üzerine siyah bir gömlek giymiş, altına da siyah bir pantolon… Belli ki şirketten çıkıp buraya gelmişti. Üzerinde ceketi de vardı; fakat sıcaklayınca onu eline almıştı. "Çok teşekkür ederim. Evet, karnıyarık da pişirdim; çok sevdiğini biliyorum," dedim. Elindeki ceketi işaret ederek, "Ver, asayım," diye ekledim. "Sana zahmet olmasın," dedi. Ceketi astı ve sonrasında koridordaki salona açılan kapıdan ilk benim girmem için, "Buyur," dedi. Ne kadar ısrar etsem de centilmenliğini konuşturdu ve beni içeri buyur ettikten sonra peşimden geldi. "Biraz oturalım mı, yoksa yemeğe mi geçelim? Aç gelirsiniz diye sofrayı hazırlamıştım. Yemekler soğumasın," dedim. Ayaz, tabii ki yine beş karış suratla, "Biraz otursaydık! Bir çay getir de içelim," dedi. O bana her böyle davrandığında kalbim kırılıyordu. Ama özellikle başka birilerinin yanında böyle davrandığında, onun adına utanıyordum. Beni utandırıyordu. "Tabii," dedim nazikçe. "Ben çay getireyim." Bu an, Kılıç ayağa kalkıp, "Sizi bilemem ama ben çok açım, sofraya geçiyorum," diyerek bana döndü. "Çay kalsın, çay kalsın!" dedi. Sonra tekrar onlara dönüp, "Hadi, hep beraber sofraya geçelim; kız hazırlamış o kadar, yemekler soğuyacak," diye ekledi. İşte bu yüzden ona daha yakın hissediyordum. Bana, eşimin göstermediği bir şefkati o gösteriyordu. İhtiyacım olan her şey sanki onda vardı. Ama ben, sanki çok kötü bir suç işleyip ondan mahrum bırakılmıştım; ondan ve sahip olduğu tüm bu karakteristik özelliklerden. Ayaz sadece Kılıç’ı dinliyordu zaten. Hep beraber kalkıp sofraya geçtiler. Yemekleri servis ettikten sonra ben de oturdum. Tam oturmuşken, Ayaz, "Tuz nerede?" diye sordu. Daha yemeğin tadına bakmamıştı bile. "Tuz getir." Kalkıp mutfağa gittim. Orada derin derin nefes aldıktan sonra tuzu alıp geriye döndüm. "Buyur," diyerek yanına bıraktım. Hiç tadına bakmadan tuzu yemeğin üzerine boca etti. Tattıktan sonra da, "Bu ne böyle, zehir gibi tuzlu!" dedi. Kafamı önüme eğip öylece durdum. Artık kelimelerim tükenmişti. Suzan, onu destekleyen bir şeyler söyledi: "Evet, biraz tuzu fazla olmuş canım. Ya, bir yıl oldu; alışamadın sen herhalde hâlâ yemek yapmaya." Kafamı kaldırıp Suzan’a baktım. "Hayır, ben önceden de yemek yapıyordum," dedim. Kılıç söze girdi: "Tuzu tam kıvamında. Ben çok sevdim, ellerine sağlık," dedi. Bu sözleri beni bir nebze de olsa mutlu etti. "Afiyet olsun," diyerek her zamanki mutsuzluğumla önüme döndüm. Ayaz benim yanımda oturuyordu; Suzan onun karşısında, Kılıç da benim karşımda. Ara sıra kafamı kaldırıp ona bakıyor ve yer yer göz göze geliyorduk. Sakal seviyordum; fakat Ayaz her zaman sakallarını tıraş ederdi. Ancak Kılıç’ın oldukça gür siyah sakalları vardı. Üstelik, yanaklarındaki gamzeler gülümseyince çok tatlı görünüyordu. Suzan ve Ayaz aralarında muhabbet ediyorlardı. Suzan, sarışın bir kadındı; belinin ortasına kadar uzun sarı saçları ve yeşil gözleri vardı. Dolgun bir vücudu, 1.60 belki de daha kısa boyu vardı. Konuşurken çok hızlı ve yüksek sesle konuşuyordu. Ayaz, esmer, kara kaşlı, kara gözlü bir adamdı. 1.80 boyunda, zayıf bir yapıya sahipti. Kılıç’a nazaran o daha zayıftı. Kılıç fazlasıyla iri yarıydı. Onu hiç üstsüz görmemiştim, ancak omuzları ve sırtı oldukça genişti. Dik bir göğsü vardı ve vücudu üçgen şekildeydi. Öylesine yanından geçerken bile insan dönüp bakma ihtiyacı hissederdi. Üstelik bu görüntüye bir de o güzel karakteri eklenince, insan nasıl etkilenmeyebilirdi ki? Yemekten sonra herkes televizyonun önüne geçip muhabbet ederken ben sofrayı topladım. Hadi, Ayaz ve Kılıç’ı anladım; işten geldiler, bunu yapmak zorunda değiller. Ya şu Suzan’a ne demeli? Bir tabak bile kaldırmaya yardım etmedi. Bu kadın resmen pisliğin teki! Sofrayı toplayıp mutfağa götürdükten, bulaşıkları makineye yerleştirdikten sonra kendime bir yorgunluk kahvesi yaptım. Balkona çıkıp kanepeye oturdum ve bir sigara yaktım. Eskiden sigara içmezdim. Ayaz da içmiyor zaten; o bana içtiriyor. Bana yaşattığı bu hayat, beni bu sigarayı içerek rahatlamaya itiyor. Tabii, ne kadar rahatlayabilirsem... Çok geçmeden, bir dakika sonra, balkona biri geldi. Hemen dönüp baktığımda gelen kişinin Kılıç olduğunu gördüm. O da sigarasını yaktı ve yanıma oturup, “İyi misin?” diye sordu. Gözlerine bakamıyordum bile. Ondan hoşlanıyor ve aynı zamanda utanıyordum. “İyiyim, kötü olduğumu nereden çıkardın?” dedim. “Ben anlarım,” dedi. O bana bakıyordu, ben ise uzaklara... “Bir çocuk istiyorum,” dedim. “Ama bu çocuğu Ayaz’dan isteyip istemediğimden emin değilim. Karakteri hoşuma gitmeyen bir adamın genlerini taşıyan bir çocuk dünyaya getirmek istemiyorum.” “Aranızın kötü olduğunu fark ediyorum,” dediğinde dudak ucumda hafifçe gülümsedim. “Yeni mi fark ediyorsun? Aramız hiç iyi olmadı ki zaten.” “O zaman neden hâlâ onunla birliktesin?” diye sordu. Dönüp hızla onun gözlerine baktım. O da benim gözlerimin içine bakıyordu. Sanki bir tek o, kalbimin içini görüyordu. “Bu da ne demek şimdi?” diye sordum. “Basbayağı; onu sevmiyorsun. O halde neden boşanmıyorsun, diyorum.” “Ya sen?” dedim ona. “Sen de Suzan’la hiç mutlu görünmüyorsun. Sen niye boşanmıyorsun?” Hafifçe karizmatik bir tebessüm etti. Bakışlarını uzaklara çevirdi ve sigarasından bir duman daha aldı. “Sanırım çevre baskıları... Aileler, iş ortakları, altımda çalışan elemanlar... Hatta oturduğumuz mahalledeki komşular, bakkal, çakal... Hepsi ‘ne der?’ Kısacası, kim ne der diye boşanmıyorum.” “Benimki de aynı sebepten,” dedim. “O halde bence sorunun cevabını almış oldun.” “Ama böyle ne kadar gider ki?” diyerek bakışlarını bana çevirdiğinde, hemen bakışlarımı kaçırdım ve ellerimi çıplak dizlerimin üzerine koydum. Resmen titriyordum. Onun yanında, onun karşısında olmak beni titretiyordu. Hele ki bakışlarına ve sesine maruz kaldığımı bilmek, ruhumu infilak ettiriyordu. “Genç, güzel bir kadınsın,” dediğinde resmen ruhum okşandı. “Boşanırsan yine seni seven birini bulabilirsin. Üstelik çocuğun da yok. Senin için çok daha kolay olur. Yeni bir aile kurar ve onu istediğin gibi ilerletirsin. Çocuğun da olur belki.” “Bilmem, hiç bu konuda düşünmedim,” dedim. Halbuki yalandı. Ben onunla bir kere birçok hayal kurmuştum. Tabii, bunları ona söyleyemezdim. Çok ayıp şeylerdi. Elini omzuma koydu ve bana biraz daha yaklaştığını hissettiğimde, titreyerek dönüp ona baktım. Heyecandan kalbim güm güm atıyordu. Bakışlarım gözleriyle buluştuğunda, “Senin için ne yapmam gerekiyor?” diye sordu. “Mutlu olmanı istiyorum,” dedi. Aslında kafamda çok başka şeyler varken, dilim başka şeyler söylüyordu. "Şey, aslında çalışsam çok iyi olur, bana biraz olsun iyi gelir. Bu şekilde kendimi işe yaramaz biri gibi hissediyorum." "Birincisi, dışarıda çalışmıyor olman, işe yaramaz biri olduğun anlamına gelmiyor; ikincisi, sanırım sana bir iş buldum bile," dediğinde ağzım açık halde ne diyeceğimi bekledim. "Şirkette bir stajere ihtiyacım var, yani benim yardımcım olarak, müdür yardımcısı olabilir misin?" Büyük bir coşkuyla, "Ciddi misin, sen?" diye bağırdım ve bir anda kollarımı boynuna dolayıp onun üzerine atıldım. Sıkı sıkı sarılırken, "Teşekkür ederim," dedim. Mutluluktan dolmuş gözlerimle, "Çok teşekkür ederim," dedim. Kılıç, farkında olmadan ona biraz fazla samimi sarılmıştım; ancak çok az sonra onun da ellerini belimin alt kısmına koyması, tüm vücudumun cereyanı kapılmasına neden oldu. Sertçe yutkundum ve kendimi hafifçe geriye çektiğimde, onunla burun buruna, dudak dudağa geldik. Soluklarımız iç içeydi; birbirimize hâlâ sarılıyorduk ama o bana tıpkı ona baktığım gibi bakıyordu ve çok güzel kokuyordu. "Tutku," dedi. "Efendim?" dedim, kısık bir sesle. "Yarın ofisime gel." "Tamam," dedim titreyerek. Onun kollarının arasında titriyordum ama ilk defa kendimi güvende hissediyordum. Bu kaslı kolların arasında kendimi hiç olmadığım kadar iyi ve güvende hissediyordum. Onun benim üzerimde yarattığı etki bambaşkaydı, tarif edilemezdi. Kendimi yavaşça geriye çekmeye çalıştım; ancak o belimi öyle sıkı sarmıştı ki ellerimi göğsüne koyarak hafifçe geri çekildim ve ondan uzaklaşmaya çalıştım. Aynı zamanda gülümsedim. Az sonra kollarını gevşetip beni rahat bıraktı; ancak ben hâlâ orada kalmıştım. "Çay ya da kahve ister misin?" diye sordum, ayağa kalkarken. O, "Evet, bir şey istediğim doğru," dedi, "Çay ya da kahve değil, başka bir şey," diye ekledi. Nutkum tutuldu ve ona, alacağım cevaptan korkuyor olsam da, "Ne istiyorsun peki?" diye sordum kibarca. "Yarın ofise geldiğinde konuşuruz," dedi ama gözlerindeki o karanlık tutkuyu görebiliyordum. Tehlikeli, tutkulu bakışları vardı; sesi şehvet kokuyordu ve ben galiba ona kapılıyordum...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD