Elara sabah gözlerini açtığında yorgundu. Göz kapaklarının altında Raphien’in sesi hâlâ yankılanıyordu. “Seni ya kurtaracağım… ya yok edeceğim.” Cümle zihninde dönüp duruyordu. Sanki geceden kalma bir yankı, bedeninden çıkmayı reddediyordu. Ellerini yüzüne götürdü. Parmak uçlarında hâlâ geceki tüyün soğukluğu vardı.
Lucien sabahın erken saatlerinde gitmişti. Elara aşağı indiğinde annesi hâlâ uyanmamıştı. Ya da hâlâ etkisinin altındaydı. Elara kahvaltıyı atlayıp okula gitmeye karar verdi. Belki orada Lucien’i bulur, kafasını kurcalayan soruları doğrudan sorabilirdi.
Okulun girişinde durduğunda gökyüzü kapalıydı. Gri bulutlar bir araya toplanmış, sanki fısıldaşıyordu. Kapıyı açıp içeri girdiğinde dikkatini ilk çeken şey Lucien’in orada olmamasıydı. Günlerdir okul binasında gölge gibi dolaşan o sessiz varlık ortalıkta yoktu.
Bir şeyler ters gidiyordu.
Elara sınıfa geçti, ama derste oturmak yerine cam kenarındaki yerinden dışarıyı izlemeyi tercih etti. Zihnindeki sorulara yanıt arıyordu. Lucien kimdi? Gerçekten kimdi?
Sonraki teneffüste cesaretini toplayıp okulun danışmanlık odasına gitti. Kapı açıktı. İçeride hiçbir öğrenci yoktu. Ama duvarda bir tablo dikkatini çekti. Eski bir mezuniyet fotoğrafı. Tablonun köşesi çatlamıştı ama görüntü netti.
Gözleri tabloya kilitlendi. Orada... en sağda duran figür tanıdıktı.
Lucien.
Ama fotoğrafın yılına baktığında nefesi kesildi. 1998.
Elara bir adım geri çekildi. Gözlerini ovuşturdu. Hayır, yanlış görmüyordu. Lucien’in yüzü, ifadesi… hepsi aynıydı. Yirmi yedi yıl önce çekilmiş bir fotoğrafta onun aynısı vardı.
O sırada sessizce bir ses duyuldu.
“Görmen gerekeni gördün.”
Elara dönünce Lucien’i kapıda buldu. Omzunda ceket, boynunda ince siyah bir zincir. Gözlerinde alışık olduğu donukluk vardı ama bu kez içinde bir kırılma gizliydi.
“Sen…” dedi Elara. “Sen nasıl… bu kadar önce…”
Lucien içeri girdi. “Bu beden yaş almaz. Yalnızca değişir.”
Elara ellerini iki yana açtı. “Peki ya o zaman? Okulda ne işin var? Sınıflarda ne arıyorsun? Bana neden yaşıtım gibi davrandın?”
Lucien gözlerini kaçırmadı. “Seninle yakın olmak için tek yol buydu. Ben yüzyıllardır bu dünyadayım, Elara. Dış görünüşüm... sadece bir maske.”
“Peki bu dürüstlük mü?”
“Hayır,” dedi Lucien. “Ama zaruriydi.”
Elara derin bir nefes aldı. “Sen annemin hayatına da böyle mi girdin? Maske takarak mı?”
Lucien başını eğdi. “Hayır. Ona sadece gerçeğimi sundum. Ama senin yanında bu gerçek, seni yalnızca korkuturdu. Şimdi zamanı geldi.”
Elara’nın elleri titredi. “Ben… sana güvenmeye başlamıştım.”
“Ve ben hâlâ seni koruyorum.”
“Elara…”
İçeriden yankılanan bir ses konuşmayı böldü. Gölge gibi süzülen, kesik ama yoğun bir ses.
“O artık seni görmüyor.”
Elara irkildi. Lucien, bir anda pozisyon aldı.
“O burada…”
Duvarlar kararırken cam çatladı. İçeri giren ışık sönmüş gibiydi.
Kapının aralığından biri göründü. Siyah, uzun bir silüet. Raphien.
Ama bu kez yalnız değildi.
Yanında bir kadın figürü vardı. İnce, solgun ve tanıdık…
Elara nefesini tuttu. Annesi.
Ama gözleri boştu. Lucien ileri atıldı. “Onu geri ver!”
Raphien durdu. Sesinde tehdit yoktu. Hatta neredeyse yumuşaktı.
“Ben almadım. O beni çağırdı.”
Elara iki figüre de baktı. Kalbinin atışları karışıyordu.
Annesi fısıldadı. “Seçim senin, Elara…”
Lucien kılıcını çekti. Gümüş parıltısı odada birden her şeyi aydınlattı.
Raphien gülümsedi. “Artık biz de ışıkla oynayabiliyoruz.”
Ve odada her şey patladı.
Gümüş parıltının ardından gelen patlama, sanki odanın sınırlarını ortadan kaldırmıştı. Elara gözlerini elleriyle korumaya çalıştı ama ışığın yoğunluğu göz kapaklarının ardından bile içini delip geçti. Kulaklarında uğuldayan bir yankı vardı; hem bir haykırışın hem de bir sessizliğin içinde kalan o aralıksız uğultu. Gövdesi yere çarpınca ne kadar zaman geçtiğini fark edemedi. Yer sertti. Sırtında yanık bir acı hissetti ama zihni tamamen başka bir yerdeydi.
Gözlerini araladığında, danışmanlık odası artık tanınmaz haldeydi. Duvarlar çatlamış, yer döşemeleri paramparça olmuştu. Tavanın bir köşesi çökmüş, loş bir ışık aralıklarla içeri süzülüyordu. Ama odaya hâkim olan şey, ışık değil gölgeydi. Raphien, tam karşıda hâlâ dimdik duruyordu. Gözleri, Elara’nınkine kenetlenmişti.
Lucien ayakta zor duruyordu. Sağ omzu kanıyordu. Kılıcı elindeydi ama titriyordu. Raphien ona değil, Elara’ya konuştu.
“Elara, ışık yalnızca bir silah değildir. O bir karar, bir yön, bir kaderdir.”
Lucien araya girdi. “Onu kendi kaderine mahkûm etmeyeceksin.”
“Hayır,” dedi Raphien, sesi bir melodi gibi. “Ben ona bir seçim sunuyorum.”
Elara ayağa kalkmaya çalıştı ama bacakları ağırdı. Sanki yere çivilenmişti. Annesinin görüntüsü hâlâ zihnindeydi. O boş gözler, o fısıltı… “Seçim senin, Elara.”
“Annem…” diye inledi.
Raphien başını hafifçe eğdi. “O şu an bir sınırda. Ne tamamen benimle ne tamamen seninle. Ama onun ruhu, seni bekliyor. O kapıyı senin açman gerekiyor.”
Lucien öfkeyle atıldı. “O senin bir oyuncağın değil!”
“Lucien…” dedi Elara zorlukla. “Neler oluyor… bana dürüst ol. Gerçekten dürüst.”
Lucien sessiz kaldı. Gözleri yere indi.
“Senin annen,” dedi sonunda. “Benim yüzümden bu hâlde değil. Ama o ruhun içine çekilmesine izin veren bir bağ vardı. Bir boşluk. Raphien o boşluğu gördü ve kullandı. Ama bu sadece onun suçu değil. Bu bizim, tüm düşmüşlerin sorunu.”
Raphien gözlerini kıstı. “Sonunda doğru konuşmaya başladın.”
“Elara…” dedi Lucien, sesi çatlak ve yorgun. “Ben buraya seni korumaya geldim ama seni gerçeklerden koruyamam. Annenin ruhu, şu anda başka bir düzlemde. Oraya girebilmemiz için bir anahtar gerekiyor.”
Elara bakışlarını Lucien’den Raphien’e çevirdi. “Ve o anahtar bende mi?”
Raphien gülümsedi. “Hissediyorsun, değil mi? İçinde bir şey uyanıyor. Kalbindeki o titreşim. Sen, Elara, sadece bir insan değilsin. Kanında eski bir bağ var. Avcıların soyundan geliyorsun.”
Lucien gözlerini kapattı. “Bunu şimdi söylemek zorunda mıydın?”
“Elara gerçeği bilmeyi hak ediyor.” Raphien yaklaşmadı ama sesi daha yakından geldi. “Senin içinde uyanan şey, sıradan bir güç değil. O eski bir çağrı. O yüzden annene bu kadar bağlısın. O yüzden beni duyabiliyorsun.”
Elara’nın göğsü inip kalktı. Her şey bulanıktı ama aynı zamanda keskin. Duyduğu her kelime, zihnine çivi gibi çakılıyordu.
“Ne istiyorsun benden?” dedi sonunda.
Raphien başını kaldırdı. “Seçim. Ya anneni kurtarmak için içindeki mühürü kıracaksın… ya da bu dünyada hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edeceksin. Ama bil ki, onu bir daha asla göremezsin.”
Lucien bağırdı. “Hayır! Onu buna zorlayamazsın!”
“Zorlamıyorum,” dedi Raphien sakince. “Seçim onun.”
Elara bir adım attı. Sonra bir adım daha. Raphien’le arasında birkaç metre kalmıştı. Elini göğsüne götürdü. Kalbinin altında, bir yerde bir sıcaklık vardı. Sanki içinden yanık bir hatırlama yükseliyordu. Bir başka zamandan, başka bir hayattan kalan bir çağrı…
“Bu mühür…” dedi kısık sesle. “Nerede?”
Raphien ellerini açtı. “İçinde. Sadece kabul etmen yeterli. Kabul edersen, annenin ruhunun yankısını takip edebilirsin. Onu bulabilir, çekip geri getirebilirsin. Ama bu tek yönlü bir yol. Gidersen… geri dönmen garanti değil.”
Lucien bir adım atmak istedi ama diz çöktü. “Elara… yapma. Daha zamanı var. Bir yol bulabiliriz…”
Elara, gözlerini yumdu. Annesinin sesi kulaklarında yankılandı: “Seçim senin…”
Ve sonra, içinde bir kırılma oldu. Göğsünden çıkan sıcaklık, kollarına, parmak uçlarına yayıldı. Hava bir anda ağırlaştı. Odanın tavanındaki çatlaklardan ışık değil, gölge sızmaya başladı. Ama bu karanlık korkutucu değildi. Aksine tanıdıktı.
Raphien hafifçe eğildi. “İşte şimdi başlıyoruz…”
Lucien son bir çabayla fısıldadı. “Elara… dayan…”
Ama Elara artık gözlerini açmıştı.
Ve gözleri artık Elara’ya ait değildi.