Elara’nın gözleri açıldığında etrafında hiçbir şey yoktu.
Ne Lucien’in kanlı omzu ne de Raphien’in gülümsemesi. Oda, okul, dünya… her şey silinmişti. Yerine geçmişin soluk izleriyle dokunmuş bir boşluk vardı. Sessiz, gri ve ağır. Zemin yoktu ama ayakları yere basıyordu. Gökyüzü yoktu ama tepede bir şey onu izliyordu.
Ellerine baktı.
Parmak uçları titriyordu. Cildinin altından, damarlarında yavaşça parlayan bir ışık süzülüyordu. Saf beyaz değil… sanki kırık bir gümüş. İçine gömülü bir mühürün çözülmeye başladığını hissetti.
Derken bir ses yankılandı. Ne dışarıdan ne içeriden… sanki her yerden aynı anda.
“Burası Araneth… unutulanlar geçidi.”
Elara döndü. Birini görmeyi bekliyordu ama yalnızdı. Oysa ses tanıdıktı. Annesine ait değildi ama onun izlerini taşıyordu. Sanki kan bağı olan başka bir kadına… geçmişten gelen bir yankıya.
“Burada zaman çözülür. Kim olduğunu bulmak isteyenler, önce kim olmadığını öğrenir.”
Gökyüzü, bir anda çatladı. Cam gibi değil, kumaş gibi yırtıldı. İçinden gölgeler döküldü. Ama saldırmadılar. Beklediler.
Bir figür yaklaştı.
Boyu uzun, yüzü örtülüydü. Cübbesi yıldızsız bir gece gibi siyahtı. Yürürken zemine iz bırakmıyordu.
“Elara Valen,” dedi figür. “Sen çağrıldın. Ve mühürü kabul ettin.”
“Sen kimsin?” dedi Elara. Sesi kendi kulağına bile uzaktan gelmiş gibi yansıdı.
“Ben bekçiyim. Araneth’in sınırında duran, geçişleri izleyen. Her yolculuğun bir bedeli vardır. Sen annenin yankısını arıyorsun. Ama önce kendi yansımanla yüzleşeceksin.”
“Yansımanla mı?”
Figür elini kaldırdı.
Gökyüzünden bir ayna süzüldü.
Ama bu bir cam değildi. Sıvıdan yapılmış gibi dalgalandı. Elara yaklaşınca içindekini gördü — ama bu görüntü onu dondurdu.
Kendini gördü… ama daha genç bir hâlde. Gözleri daha yumuşak, gülümsemesi daha masumdu. Ancak göz bebeklerinde bir şey eksikti: Karanlık. Seçim. Kaybedilen bir bilgelik.
“Bu sensin,” dedi bekçi. “Ama aynı zamanda artık değilsin.”
Ayna bir anda çatladı. İçinden siyah dumanlar süzüldü ve Elara’nın etrafını sardı. İçgüdüsel olarak geri çekildi ama kaçacak yer yoktu.
Gölgeler konuşmaya başladı.
“Neden o gün kaçtın?”
“Onun ölmesine izin verdin…”
“Sadece kendini düşündün.”
Sesler Elara’nın içinden çıkıyordu. Anılarından, bastırdığı suçluluktan, çocukluğunda göz ardı ettiği fısıltılardan.
Elara diz çöktü. Kulaklarını kapatmaya çalıştı ama elleri titriyordu. Kalbinde bir şey ağırlaştı. O sıcaklık, mühür… şimdi yerini acıya bırakıyordu.
Sonra...
Bir başka ses duyuldu.
Annesinin sesi.
“Korkma. Karanlık bazen geçittir.”
Elara başını kaldırdı. Gölgeler durdu. Yavaşça geri çekildiler. Ayna, tamamen parçalanmıştı ama onun yerinde bir geçit açılmıştı. Gri bir boşluk… ama derinliğinde tanıdık bir ses yankılanıyordu.
Annesi fısıldıyordu.
“Elara… buradayım…”
Elara ayağa kalktı. Ellerini yumruk yaptı. Titremesi durmuştu. Mühür artık sadece bir sıcaklık değil, bir pusula gibiydi. Kalbinde annesinin yankısına doğru yönleniyordu.
Bekçiye döndü.
“Geçiyorum.”
“Geçebilirsin,” dedi figür. “Ama her seçim bir iz bırakır. Ne olarak döneceğin… seçiminin ağırlığıyla şekillenecek.”
Elara bir an durdu.
Sonra geçide adım attı.
Boşluk onu yuttuğunda, ardında sadece fısıltılar kaldı.
Boşluk onu yuttuğunda, Elara ne düşüyordu ne de yürüyordu. Sanki varlık ve yokluk arasındaki o tek çizgide sürükleniyordu. Her adımda ne olduğuna değil, neye dönüşeceğine yaklaşıyordu.
İçindeki mühür, geçide adım attığı andan itibaren farklı bir şekilde yanmaya başlamıştı. Artık bir pusula değil, bir kapıydı. Ve o kapı açıldıkça, Elara'nın kendi iç dünyası da parça parça çözülüyordu.
Gözlerini açtığında, bir ormanın içinde buldu kendini.
Ama bu bir orman değildi… Anıların biçimlendirdiği bir yansıma. Ağaçlar, çocukluğunda oynadığı parktaki gibi yer yer aralıklıydı. Havada sonbahar yapraklarının kokusu vardı. Ama renkler soluktu, sanki dünya yalnızca geçmişin küllerinden oluşuyordu.
“Beni hatırlıyor musun?”
Ses aniden geldi.
Elara irkildi.
Dönünce karşısında, genç bir kadın figürü duruyordu. Yüzü tanıdık değildi ama gözleri… tıpkı annesininkilerdi. Yumuşak, yorulmuş ama hâlâ güçlü.
“Sen kimsin?” diye sordu Elara.
“Ben, annenin eski hâliyim. Henüz seçimler yapmadan önceki ben. Seninle aynı çağrıyı taşıdım. Aynı geçidi yürüdüm. Ama sonunda… kayboldum.”
Elara bir adım geri çekildi. “Bu mümkün değil. Sen onun… geçmişi misin?”
“Geçmiş değil,” dedi kadın. “Uyarısıyım.”
Gri orman aniden dalgalandı. Dallar kıpırdadı, gövdeler büküldü. Elara’nın çevresi karardı. Rüzgâr, birdenbire ağır anılar taşımaya başladı. İlk korkuları, ilk yalnızlıkları, ilk ihaneti…
Kadın yaklaştı. Elini Elara’nın göğsüne uzattı.
“Elinde bir seçim var. Bu yolun sonunda anneni bulabilirsin. Ama aynı zamanda kendini kaybedebilirsin.”
“Ben kendimi kaybetmekten korkmuyorum,” dedi Elara.
“Öyle mi?” Kadının gözleri karardı. “O zaman neden hâlâ geçmişin yükünü taşıyorsun?”
Bir anda Elara’nın çevresi değişti.
Görseller birbiri ardına geldi: Hastane odasında annesinin yorgun bakışları… kapının arkasında duyduğu fısıltılar… kaçtığı yüzleşmeler… ve Lucien’in ona söylediği son söz: “Seni koruyamam…”
Elara gözlerini yumdu. İçinde bir şey kırılmak yerine sıkıştı. Her görüntü, onu daha da sertleştiriyordu.
Kadının sesi tekrar duyuldu. Artık fısıltı gibiydi:
“Yolun sonunda annen olabilir… ama sen kim olacaksın?”
Elara gözlerini açtı. Dudakları titredi ama sesi netti.
“Ben… annemin kızı olarak kalacağım. Ne olursa olsun.”
O anda gökyüzü tekrar çatladı. Bu kez içinden ışık süzüldü. Mühür, Elara’nın bedeninden dışarı doğru bir çember gibi açıldı. Adımlarının altında toprak şekil aldı. Yol belirginleşti.
Kadın gülümsedi. “O zaman geçebilirsin. Ama unutma… bazen en ağır savaşlar, ruhu değil, kalbi sınar.”
Elara başını salladı. Geriye bakmadı.
Ormanın içinden geçen yolu takip etti.
Her adımda sesler azaldı, görüntüler silindi, yalnızca bir fısıltı kaldı geriye:
“Elara…”
Ve o sesi takip ederek, bilinmeyenin kalbine yürüdü.