BÖLÜM 1

1009 Words
Elara, arka koltukta sessizce otururken parmak uçlarını araba camına dayamış, dışarıdaki sisli manzaraya bakıyordu. Denvor’dan çıkalı iki saat olmuştu ama içinde bir türlü susmayan bir gerginlik vardı. Yol boyunca konuşmalar kısa ve yüzeysel geçmişti; annesi direksiyon başında radyo sesini kısmış, babası ön koltukta telefonunu sessizce kurcalıyordu. Sessizlik, Elara’ya tanıdık ama daha çok baskıcı geliyordu. "Birazdan varıyoruz," dedi annesi kısa bir bakışla dikiz aynasından. "Kasabanın içinden geçip doğrudan eve gideriz." Elara cevap vermedi. Nemoris. Daha adı bile içini ürpertiyordu. Denvor’un karmaşasını, sokak lambalarının uğultusunu, kütüphanedeki en sevdiği pencere köşesini arkasında bırakmıştı. Şimdi karşısında sadece sisle örtülmüş, taş yapılı bir kasaba ve geçmişin izlerini taşıyan bir ev vardı. Evin hikayesini bilmemesi daha kötüydü. Annesi buradan pek söz etmezdi, sadece "Zamanında büyükbabanın yaşadığı yer" derdi. Ama Elara, annesinin her bu konudan bahsedişinde sesinin inceldiğini, dudaklarının kenarlarının kasıldığını fark ederdi. Sanki hatırlamak istemediği şeyler, o kasabanın toprağında gömülüydü. Nemoris’e yaklaştıklarında yollar daraldı, ağaçlar birbirine yaklaşarak gökyüzünü neredeyse tamamen örtmeye başladı. Elara'nın gözleri istemsizce dışarıda süzülen gri dallara kaydı. Rüzgar yoktu ama yapraklar kıpırdıyor gibiydi. Sanki onları izleyen bir şey vardı. "İşte geldik," dedi babası. Sesi yorgun ama belirgin bir rahatlama içeriyordu. Evin önüne geldiklerinde Elara, arabanın içinden çıkmakta tereddüt etti. Evin duvarları yosun tutmuştu, pencereleri eski tarz tahta çerçeveliydi ve çatısı eğikti. Ama asıl dikkatini çeken, bahçenin tam ortasındaki taş heykeldi. Kanatları açık, başı eğik bir figür. Bir melek miydi? Yoksa bir şey daha mı fazlasıydı? Elara, çantasını omzuna alıp sessizce arabadan indi. Ayakları taş zemine bastığında toprak hafifçe gıcırdadı. Gökyüzü griydi, hava kararmaya başlamıştı. Nemoris'in solgun havası, ciğerlerine yabancı bir koku gibi doluyordu. Annesi evin anahtarlarını ararken Elara bahçeye doğru birkaç adım attı. Heykele yaklaştığında mermerin üzerindeki yazıyı gördü. Harfler silinmiş gibiydi ama birkaç harf seçilebiliyordu: "L—N—S". Geriye kalanı zamana yenilmişti. "Dokunma ona," dedi annesi aniden. Sesinde sertlik vardı. Elara hızla geri çekildi. "Sadece bakıyordum." "Bu heykel… eskiden beri burada. Büyükbaban yaptırmış. Ama ne anlama geldiğini kimse bilmez." Annesinin gözlerinde bir şey vardı. Korku değil ama rahatsız edici bir mesafe. Elara o an bir şeylerin eksik olduğunu hissetti. Ama bunu ifade edecek kelime bulamadı. O gece, Nemoris'teki ilk geceleri olduğunda, Elara odasına yerleşmiş ama uykusu gelmemişti. Camdan dışarı bakarken kasabanın sessizliği kulaklarına uğultu gibi geliyordu. Gökyüzüne baktı. Bulutlar arasında kıpırtı vardı. Ve o an, bir anlığına bir silüet gördü. Çatıların üzerinde, siyah kanatlara benzeyen iki gölge… Sonra yok oldular. Elara, ürpererek perdesini kapattı. Kalbi hızlanmıştı. “Hayal gördüm,” dedi kendi kendine. Ama içindeki o eski his yeniden yükseliyordu. Sanki biri onu izliyordu. Sanki biri... sonunda onun burada olduğunu biliyordu. Sabah, kasabanın üzerinde puslu bir ışıkla doğdu. Elara, uyandığında odasındaki yabancı sessizliğe alışamamıştı. Denvor'da sabahları duvarlardan yansıyan araba kornaları, sokakta yürüyen insanların sesleri olurdu. Burada ise sadece uzaklardan gelen kuş sesleri ve eski duvar saatinin kadranından gelen tıkırtılar duyuluyordu. Yorganın altından usulca çıktı, pencereye yürüdü. Perdeyi araladığında karşısına çıkan manzara, Nemoris’in hâlâ uyanmamış olduğunu hissettirdi. Sis dağılmamıştı, sokakta kimse yoktu. Her şey solgun, sessiz ve biraz da gerçek dışıydı. Kahvaltı masasında annesi masaya üç fincan koymuş ama yalnızca ikisine çay doldurmuştu. Babası erken saatte işe gitmişti, buraya taşınmalarını sağlayan yeni görevine. “Bugün okula gideceksin,” dedi annesi. Cümle bir emir gibi gelmese de içinde tartışmaya yer bırakmayan bir kesinlik taşıyordu. Elara başını sallamakla yetindi. Valizinden siyah tişörtünü ve gri pantolonunu çıkarırken aynaya kısa bir bakış attı. Göz altlarında ince morluklar, yüzünde ise tanımadığı bir gerginlik vardı. Sanki vücudu bir şeylere hazırlık yapıyor ama aklı ne olduğunu çözemiyordu. Okula yürüyerek gitmek zorundaydı. Haritada yakın görünmüştü ama yokuşlar ve kıvrımlı yollar tahmin ettiğinden fazlaydı. Eski kilisenin yanından geçerken, çatısında oturmuş iki kuzgun dikkatini çekti. Kuşlar hareket etmiyor, sadece onu izliyordu. Başını çevirip hızlandı. Nemoris Lisesi, dışarıdan bakıldığında sade ama kasabaya oranla büyük bir binaydı. Tuğla duvarları çatlamıştı, çitlerin üzerindeki boya dökülmeye başlamıştı. Bahçedeki ağaçların gölgeleri zemine düzensiz düşüyor, okulun ön cephesine gizli bir kasvet katıyordu. Elara içeri girdiğinde koridorları kaplayan sessizlik, ayak seslerini yankı gibi geri döndürdü. Rehberlik odasından çıkan kısa boylu bir kadın, ona sınıfını gösterdi. “Elara Walker. Yeni öğrencimiz,” dedi öğretmen sınıfa girdiğinde. Elara başını eğdi, yüzlere kısa bir göz attı. Kimisi meraklı, kimisi kayıtsız bakıyordu. Arka sıradaki pencere kenarına yöneldi. Yerine oturduğunda pencerenin dışındaki ağaçların yapraklarının yavaşça titrediğini gördü. O an… sanki bir şey göz ucundan kaydı. Siyah bir gölge. Tam gövdeli, insan biçiminde ama karanlıktan ibaret gibi. Başını hızla çevirdi. Kimse yoktu. Sınıfta fısıltılar başlamıştı. Öğretmen tahtaya dönmüş, tarih hakkında konuşuyordu ama Elara’nın kulağına hiçbir şey girmiyordu. Bir şey vardı. Gözlerinin ucunda duran, bir anlığına soluduğu ama sonra kaybolan bir varlık. Teninin altında titreşen bir soğukluk. Dersten sonra öğle arasında yalnız yürümek istedi. Okulun arkasındaki küçük ormanlık alan ilgisini çekmişti. Yosun kaplı kayaların, ince ağaçların olduğu patikaya adım attığında kuş sesleri sustu. Her adımda çevre daha sessiz, hava daha ağırlaşıyordu. Sonra… o sesi duydu. Yaprakların hışırtısını andıran ama daha derin. Daha bilinçli. Birinin nefes alışına benziyordu. Döndü. Kimse yoktu. Kalbi hızlı atmaya başlamıştı ama bilinmeyen bir merakla daha da derine yürüdü. Son adımını attığında, arkasındaki sessizlik yırtıldı. “Burası senin için tehlikeli,” dedi bir ses. Erkek sesiydi. Soğuk, derin, sanki içinden yankılanan bir tını taşıyordu. Elara irkilerek döndü. Karşısında biri duruyordu. Uzun boylu, siyah ceketli, saçları hafif dağınık. Yüzü gölgelerin içinde kaybolmuş gibiydi. Ama gözleri... açık griydi. Parlak, neredeyse ışık saçan. “Sen… kimsin?” dedi Elara. Sesinde korkudan çok şaşkınlık vardı. “Burada olman bir hata,” dedi adam. “Nemoris sessiz görünebilir ama altındaki şeyler uyanıyor.” Elara bir adım geri attı ama topuğu bir taşa çarpıp dengesini kaybetti. Tam yere düşecekken bir el bileğinden yakaladı. Soğuktu ama güçlüydü. Elara başını kaldırdığında göz göze geldiler. Bir saniyelik bir bağ oluştu. Zaman durdu. Kalp atışları sanki yankılandı. “Sana zarar vermek istemem,” dedi adam yavaşça. “Ama seni korumam gerekecek.” “Adın ne?” diye sordu Elara, soluğu kesilmiş halde. O, cevap vermedi. Sadece birkaç adım geri çekildi ve gölgelerin arasına karışarak yavaşça kayboldu. Elara yerde oturmuş, elini bileğindeki soğuk noktaya bastırıyordu. Orada hâlâ onun dokunuşu hissediliyordu. Bir isim geçmedi. Ama Elara, o andan sonra onun varlığını zihnine kazımıştı. O gözleri… o ses. Ve o karanlık. Lucien. O, Lucien'di.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD