Sancak, kaçışını planlarken, Hasan Sabbah’ın bakışlarını üzerinde hissetmeye başladı. Üstat, onu tehlikenin tam kalbine yaklaştırarak, Sancak’ın rahatlamasını ve hata yapmasını bekliyordu.
Bir akşam, Hasan Sabbah, Sancak’ı özel odasına çağırdı. Odada sadece ikisi vardı.
"Sancak," dedi Üstat. "Senin sadakatin, Miran’ın şüphesini aşmıştır. Ama benim değil."
Hasan Sabbah, elini uzattı. Avucunda, Sancak'ın İbrahim'e verdiği Sufi şiirinin (Nizamülmülk'e gönderilen şifreli mesaj) tam bir kopyası vardı.
Sancak'ın kalbi durdu. İbrahim yakalanmıştı.
"Bu, ne demektir, Sancak? Senin en sadık Fedai adayın, dışarıdaki Selçuklu köpeklere bu 'şiiri' ulaştırmaya çalışırken yakalandı. Masum İbrahim, sorgu sırasında, bu şiirin 'Üstat'ın rüyası' olduğunu söyledi. Ama biz biliyoruz ki, bu şiir Vezir'in suikast planını ifşa eden bir şifreydi."
Hasan Sabbah, kâğıdı yere attı. "Sana güvendim, Sancak. Seni en yakınım yaptım. Ve sen, Nizamülmülk’ün Sancak’ı çıktın. Söyle bana, Selçuklu casusu: Bizim kaç Fedai’mizi daha ölüme yolladın?"
Sancak, artık saklanmanın bir anlamı kalmadığını biliyordu. Yüzüne, uzun süredir gizlediği Yusuf bin Abdullah’ın kararlılığını yerleştirdi.
"Üstat," dedi Sancak, ilk kez ona 'Üstadım' demeyerek. "Ben, Selçuklu Devleti'nin nizamıyım. Ve sen, o nizamın ve tüm İslam aleminin başına bela olmuş bir zehirsin. Senin planlarını, kalenin her taşını öğrendim. Ve senin sonun, o öğrendiğim sırlar yüzünden olacak."
Hasan Sabbah, bu açık ihanet karşısında bile sakinliğini korudu. Yüzünde, bir casusun bu kadar aptalca davranmasına şaşıran bir ifade vardı.
"Aptal," diye fısıldadı Üstat. "Kapılar kilitli. Alarm verildi. Sen, kalenin kalbindesin ve her yol kesildi. Sen, Alamut'a giren son casus olarak kalacaksın."
Hasan Sabbah, elini çırptı. Kapıdan, Rumi ve dört Fedai odaya girdi. Sancak, etrafının sarıldığını biliyordu. Kurtuluş yoktu.
"Öyle mi, Üstat?" diye yanıtladı Sancak, son bir cesaretle. "Sen her şeyi hesapladın. Ama bir şeyi unuttun: Fedailer, ölüme sevinçle giderler. Ve ben, bu devlete hizmet etmek için ölümü seçmiş bir Fedai'den daha fazlasıyım."
Sancak, odanın bir köşesindeki ağır sehpayı tek bir hareketle Rumi'nin üzerine fırlattı, Fedaileri şaşırtarak bir anlık boşluk yarattı ve kapıya doğru hamle yaptı. Hayatta kalmak için değil, o Derviş Asası'nı dışarı çıkarmak için.
***
Sancak, kule odasından fırladı. Amacı belliydi: Tünel. Ancak Rumi ve Fedailer hemen peşine düştü. Kule merdivenlerinde ölümcül bir kovalamaca başladı.
Sancak, medresede öğrendiği çevikliği ve Fedai eğitiminde öğrendiği acımasızlığı birleştirerek savaştı. Bir Fedai’yi merdivenlerden aşağı itti, diğerini ise kılıcıyla yaraladı. Ancak Rumi, çok yakındı.
Kalenin avlusuna ulaştığında, nöbetçi askerler onu bekliyordu. Sancak, son nefesini bu avluda vereceğini biliyordu. Amacı ölmek değil, sadece o Derviş Asası’nı dışarıya fırlatmaktı.
Miran, beklenmedik bir şekilde, bir grup askerle avlunun diğer tarafından çıktı. Miran’ın yüzünde şaşkınlık ve hayal kırıklığı vardı.
"Sancak! Dur! Hain!" diye bağırdı Miran.
Sancak, son bir sıçrayışla, gizlice hazırladığı Derviş Asası'nın bulunduğu dış duvardaki nişe ulaştı. Rumi'nin kılıcı sırtına saplanmak üzereyken, Sancak tüm gücüyle asayı nişten aldı ve hızla kale duvarının dışındaki sarp kayalığa fırlattı.
"Alamut'un sonu geliyor!" diye haykırdı.
Rumi’nin kılıcı Sancak’ın göğsüne derinlemesine saplandı.