Mihrabın İsyanı

519 Words
​Güneş doğmadan önceki alaca karanlık, Kazvin’in Ulu Camii’nin avlusuna çökmüştü. Sancak, caminin devasa ahşap kapısından içeri süzüldüğünde, içeride yankılanan Kur'an tilavetinin derin ve huzur verici ritmini duydu. Cemaat, sabah namazı için saf tutmuş, yüzleri Mekke'ye dönük, huşu içinde eğilmek üzereydi. ​Sancak, kalın cübbesinin altında gizlediği tahta parçayı ve küçük çekiçle çiviyi yokladı. Yusuf bin Abdullah, bu atmosferin bir parçasıydı; çocukluğundan beri bu sesi dinlemişti. Ancak Sancak, bir gölge, bir Mülhid adayıydı ve şimdi bu kutsal nizamı yıkmakla görevliydi. ​Cemaatin secdeye gittiği, caminin en sessiz anında harekete geçti. Hızlı, sessiz adımlarla mihraba yürüdü. Mihrap, Selçuklu sanatı ile işlenmiş, altın yaldızlarla bezeliydi. Rumi’nin verdiği tahta parça, yıllar önce buradan çalınmış, Selçuklu mührü taşıyan bir kırıntıydı. ​Sancak, tereddüt etmeden, çiviyi tahta parçanın tam ortasından geçirdi ve çekiçle hızlı, sert darbeler indirmeye başladı. Tak! Tak! Tak! ​Sessizliği yırtan bu üç darbe, bir anda yüzlerce kişiyi secdeden kaldırdı. Yaşlı gözler, şaşkınlık ve dehşetle Sancak’a döndü. ​Sancak, yüzünde bir Fedai’nin soğukkanlı kararlılığı, elinde kanlı mühürlü tahta parçası, cemaate doğru döndü ve tüm gücüyle bağırdı: ​“Ey gafiller topluluğu! Sultanlarınızın ve vezirlerinizin köhne Sünni nizamı, ruhunuzu köleleştirmiştir! Gerçek İmam, Hakk’ın nuru, Hasan Sabbah Alamut’tan size sesleniyor! O, sizi bu zincirlerden kurtaracak hakikatin sahibidir! Bu topraklardaki tüm düzen, yalan ve zulüm üzerine kuruludur!” ​Camide tam bir kaos patlak verdi. Cemaatten gençler, "Sapkın! Mülhid!" çığlıklarıyla Sancak’a doğru koşmaya başladı. Ancak Sancak, İsfahan'da aldığı özel eğitimi boşa harcamayacaktı. Kalabalığa doğru bir şaşırtmaca hareketi yaptıktan sonra, mihrabın arkasındaki dar koridora doğru sıçradı. ​Selçuklu askerlerinin kapıdan girmesi bir saniye bile sürmedi. “Yakalayın onu! Vurun!” sesleri caminin dışına taştı. Sancak, koşuyor, dar sokaklarda kendine bir yol açmaya çalışıyordu. Kılıcını çekmek zorunda kalmadan, kalabalıktan aldığı hızla bir duvarın üzerinden atladı ve onu bekleyen gölgeye doğru koştu. ​⛰️ Alamut'a Doğru: Rumi'nin Dersi ​Kazvin'in kargaşası arkalarında kalırken, Sancak ve Rumi atlarını kuzeye, Elbruz Dağları’nın sarp eteklerine doğru sürüyordu. Sancak'ın yüzü ter ve kir içindeydi, kalbi hala camideki gürültünün ritminde atıyordu. ​“İyiydi,” dedi Rumi, ilk kez yüzünde hafif bir tebessümle. “Cesurdu, etkileyiciydi. Artık Kazvin'e asla geri dönemezsin. Selçuklu'nun kılıcı seni arıyor.” ​“Bunu biliyordum,” diye yanıtladı Sancak, gözlerini dağların zirvelerine dikerek. “Geri dönüşüm yok.” ​Rumi, atını yavaşlattı ve Sancak'ın yanına yaklaştı. Yolculuklarının ilk günlerinde Rumi, Sancak’ı sadece izlemişti; şimdi ise ilk dersler başlıyordu. ​“Alamut'a sadece Fedailer katılmaz. Oraya, dünyayı anlamak isteyenler de katılır. Sancak, sana verilen görevler bitmedi. Şimdi, zihnine verilen görevi yerine getireceksin.” ​Rumi, dağ yolunda ilerlerken, Bâtınî doktrininin temellerini anlatmaya başladı. Sancak, Vezir’in emrettiği gibi, her kelimeyi dikkatle dinledi, içinden notlar alıyordu. ​“Selçuklu ve Sultan, 'Zahir'i' yani görüneni temsil eder. Onlar, şeklin ve ritüelin esiridir,” diye fısıldadı Rumi, dağın yamaçlarından esen rüzgarın uğultusuyla. “Biz, 'Bâtın'ı' yani gizli olanı ararız. Bilgiyi, kılık değiştirmiş, herkesin göremediği hakikati ararız. Hasan Sabbah, o hakikatin ta kendisidir. Bizim için Kur’an’ın yedi katmanlı bir anlamı vardır. Ve sen, bu yedi kapıdan geçmek zorundasın.” ​Sancak, bu felsefeyi zihninde Selçuklu medreselerinde öğrendiği İslami ilimlerle karşılaştırıyordu. Bu, bir inanç değildi; bu, inançları manipüle etme sanatıydı. Amaç, sorgulamayan sadakati yaratmaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD