Yokuş...

1351 Words
Ne kolumda saatim ne de cep telefonum vardı. Bu sebeple kaç vakittir yolda olduğumuzu ya da bahsettikleri üç saatin ne zaman dolacağını kestiremiyordum. Rahatımı soracak olursanız; o beni doğduğum gün terk etmişti zaten. Kamyon kasasında üç saat boyunca ufacık bir alana sıkışarak geçirdiğim yolculuk nihayet sona erdiğinde ise; şoförün beyanıyla saatin sabaha karşı iki olduğunu öğrenmiş bulundum. Durduğumuz yerin bir yokuş olduğunu ise beni kasa kapağı ile arasına sıkıştıran çekyat sayesinde anlamıştım. Şimdi diyeceksiniz ki madem çekyat var, sen niye yerde oturdun? O çekyatın üzerine kurulacak benden daha değerli eşyaları vardı Nurşen ablanın. Televizyonu, fırını, oğlunun oyuncak sepeti dururken ben mi oturacaktım güzelim çekyata? Velhasıl yeni ikametgahımızın bulunduğu mahalle bir yokuşta ve ekseriyetle iki ya da üç katlı evlerin bulunduğu bir sokaktaydı. İlginç bir şekilde kimilerinin ışığı geç saat olmasına rağmen hala yanıyor, kimilerinden yüksek sesle izlenen televizyonun sesi gelirken, kimilerinden de kavga sesleri yükseliyordu. Gecesi bile böylesine hareketli olan bu sokağın, gündüzü kim bilir nelere gebeydi? Babam ve şoför yükledikleri hızla eşyayı boşaltmış ve biz de bu vesileyle, birkaç saat sonra başka bir şehirde, başka bir evde, aynı eşya yığınının ortasında kalakalmıştık. Günün aydınlanmasına birkaç saat kaldığı için herkes bulduğu yerde uyuma kararı almış, bana da annemden kalan işlemeli iki minder düşmüştü. Ona ait her şeyi atmasına rağmen, babam belki de ilk defa insaflı davranarak bu iki minderi saklamıştı. Öyle güzellerdi ki; başlarına bir şey gelecek diye aklım çıkardı. Hayatımda belki de bir iki defa onlar için baş kaldırmıştım Nurşen ablaya. “atalım şu çulu çaputu Nahit” dediği her seferde sesimi yükseltmiş ve engellemiştim. Zaten babam da “kızın ondan başka çeyizi mi var Nurşen? Bırak taşısın gittiği her yere hamal gibi.” Der, konuyu kapatırdı. Doğru ya; bu evde onlardan başka “benim” diyebileceğim bir şeyim var mıydı ki? Güneş sanki koca şehirde sadece bizim perdesiz evimize doğmuş gibi aynı dakikalarda açtık gözümüzü. Evde ne elektrik vardı ne de su. Babam nasipse bugün gidip açtıracaktı hepsini. Bu vesileyle de onlar halledilene kadar ne temizlik yapabilecek ne de doğru düzgün yerleşebilecektik. Babam biraz oturup kendine gelince; “Dane kız, yokuşun dibinde bi bakkal gördüm gelirken. Koş var da kahvaltılık bir şeyler al. İki beşlik su da al eve. Açtırana kadar susuz kalmayalım. Emin’ime de sevdiği çikolatadan al.” “Para verirsen alayım baba.” “Zaten ağzından hayırlı bir laf çıkmaz. Parasız alınmayacağını bilmiyoz mu biz? Git ceketimi getir şu yandan.” Bu konuşma artık aramızda sıradan olmuştu. Her işe koşturmamı, eksiği gediği almamı ister ancak iş para vermeye gelince sanki bende olmasına rağmen, ondan istiyormuşum gibi olanca laf ederdi. Bir gün kendi paramı kazanıp gönlümce alışveriş yapmayı o kadar isterim ki, nasip olur mu onu umut edecek kadar bile cesaretim yok. "Kız Dane hayde seni mi bekleyecez aç aç?" "Tamam baba şimdi alır gelirim ben." Coğrafya ve Tarih derslerinde adını duyup, uzaktan bile ürktüğüm bu şehirdeki ilk günümde, bilmediğim bir yerde sokağa çıkmanın tedirginliğini anlatamadım elbette babama. Şimdiye kadar nispeten küçük ilçelerde yaşamış, ev ile çarşı arasını kısa vakitlerde adımlayarak almıştım. Ama şimdi içinde bir ülke nüfusu kadar insan yaşadığını bildiğim şehirde hayır pilavındaki pirinç tanesi kadar hissediyordum kendimi. Birileri tarafından yutulur muydum yoksa kazanın dibinde unutulur muydum tam bir muammaydı. Çift kanatlı ahşap sokak kapısını açıp, birkaç basamaktan sonra yokuşa karıştım. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen her yer cıvıl cıvıldı. Camdan cama bağırarak konuşan kadınlar, henüz ilkokul çağına gelmemiş, daha karnına bir lokma ekmek girmeden oyuna koşan çocuklar, okulun son günlerini sırf devamsızlık hakları bittiği için boş geçemeyen öğrenciler. Şimdi Bursa'da olmuş olsaydık ben de son günlerimi okulda geçirirdim. Belki de bir daha göremeyeceğim insanlarla vedalaşma fırsatım bile olmamıştı. Diplomamı bile alabileceğim meçhulken, sınava girmek ise oldukça uzak bir ihtimaldi. Dün gece kamyon kasasında aldığım o keskin kararlar gün ışığı ile birlikte yerlerini çekingen fikirlere bırakmıştı artık. Belki de çelimsiz cesaretim gün yüzüne çıkmak için bir kıvılcım bekliyordu. Kim bilir... Babamın bahsettiği yerde yani yokuşun dibindeki bakkala çevreyi biraz olsun tanımak için aheste aheste yürüyerek gitmeye karar verdim. Belki de bu birkaç dakikalık geç kalışım evde yeni bir krize sebep olacaktı ama umursamadım. Sokak öyle canlı, öyle merak uyandırıcıydı ki; kapıldığım cazibe azar işitme korkumun önüne geçmişti. Tabelasında rengarenk harflerle "Balatlı Hasip"yazan bakkalın önüne geldiğimde, kapı önünde sabah kritiği yapan yaşlı genç bir gurup mahalle sakininin anında dikkatini çekmiştim. Çok mu belli oluyordu buraların yabancısı oluşum bilmem; konuşmalarını sanki bir teybin pause tuşuna basmış gibi kesmişlerdi. Her zaman olduğu gibi üzerimde yoğunlaşan bu ani ilgiden huzursuz oldum. Elim ayağıma dolandı, ne alacağımı bile unuttum neredeyse. Kendimi toparlayıp işime odaklandığımda ise meraklı bakışlar yerini korusa da aralarındaki hararetli konuşma yeniden başlamıştı. Bursa'da sürekli alışveriş yaptığımız bakkaldaki gibi burada da şarküteri ürünleri gramaj ile satılıyor ve istediğiniz her şeyden azar alabiliyordunuz. Babamın verdiği para da ancak birkaç mütevazi kahvaltı sofrası kuracak kadardı. Yeterince oyalandığımı anladığımda hızla kasaya gidip elimdeki parayı kasaya bıraktım. Yaptığım hesaba göre sadece biraz bozukluk para üstü alacaktım. Ancak Hasip denilen adam olabildiğince ağır hareket ediyor ve kısıtlı zamanımdan çaldıkça çalıyordu. Ben aldıklarımın poşetlenmesini beklerken önce koşar adım yaklaşan ayak sesleri, ardından da nefes nefese kaldığı her halinden belli olan bir çocuğun konuşması doldurdu ortamı. "Hasip amca yetişin! Melahat ablanın oğlanı sıkıştırdılar yine. Bu sefer öldürecekler anam avradım olsun!" Duyduğum sözlere henüz anlam verememişken bir de bakkalın önündeki topluluktan küfürlü bağrışlar yükseldi. Aldıklarımı hesaplayan Hasip bey de onlara katılıp kavgayı ayırmak için dükkandan çıkınca elimde yarısı dolmuş alışveriş poşeti ile kalakaldım. Şimdi aldıklarımın hepsini poşetleyip dükkandan ayrılsam, bir şey kaybolduğu vakit ilk akla gelen şüpheli ben olurdum. Hasip bey gelene kadar beklesem, bu kez de babamın azabı yutardı beni. Ben ne yapacağımı kara kara düşünmeye durmuştum ki çok yakından "oğlummm" diye bir feryat koptu. Kadının sesi öyle sarsıcıydı ki olduğum yerde kaskatı kesildim. Olan her neyse sokak sakinlerini dışarı dökmüş ve kalabalıktan yükselen bağrışlar oldukça büyük bir karmaşanın çıkacağının habercisi halini almıştı. Duramazdım. Evden neredeyse yüz metre kadara ancak uzaktaydım fakat, ellerinde sopalarla yokuşu çıkan kalabalığa karışmadan eve varmam imkansızdı. İçimdeki korkuyu tarif edecek kelime bulamıyordum. Bakkal dükkanının yol seviyesinin altında kalan kapısından başımı uzatıp sokağa şöyle bir bakındım. Ortalık mahşer yeri gibiydi. Sıra sıra dizilmiş evlerin kıyısından yürüsem, az zaman sonra eve varmış olurdum. Cesaretimi toplamaya çalışırken gittikçe yaklaşan polis arabalarının sirenleri duyulmaya başladı. Kalabalıktaki hararet de bu vesileyle biraz olsun azalmıştı. Polislerin gelmesini beklemek en iyi seçenek gibi gözüktüğü için dükkana geri girdim. Sirenler kulakları sağır edecek kadar yaklaştı, kalabalığın yüksek sesi azaldı ve megafondan konuşan polis dağılmaları için anons yapmaya başladı. Sakinliğin sağlandığını düşünerek dışarı çıktım ve kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak yokuşu tekrar geri adımlamaya başladım. Eve yaklaştıkça tedirginliğim dağılıyor ve nefesim sıklaşıyordu. Sonra hiddetli bir ses yükseldi. "Bu kaçıncı can ulan? O şerefsizleri alıp tekrar serbest bırakacaksınız. Bilmiyoz mu biz? Ama bu sefer onları size vereni Balat siksin." Sanki kalabalık bu nidayı bekliyormuş gibi tekrar hareketlendi ve iki gurup arasında amansız bir kavga çıktı. Tam yarı yolda, tehlikenin tam ortasında kalakalmıştım. Polis havaya birkaç el uyarı atışı yaptı fakat, kimse dikkate almıyordu. Korkudan ölmek üzereydim. Elimdeki poşetleri öyle sıkıyordum ki, avuç içlerime kan oturacağından emindim. Sonra bir kol tarafından sarılıp aniden yoldan çekilmemle korkum daha da arttı. Sırtım duvarla birleşmişti. Ama asıl şaşkınlığa uğratan şey; bir bedenin üzerime kapanmasıydı. "Ne yaptığını sanıyorsun aptal kız?" "Be ben işey yapmadım." "Seni çekmeseydim az kalsın bıçaklanıyordun. Bakma sakın. Bakma o tarafa." "Ne oldu, neden bakmayayım?" Dinlemedim ve bakmamı istemediği yöne çevirdim kafamı. Benim yaşlarımda bir genç, yerde kanlar içinde yatıyordu. Gördüklerimle dehşete düşmüştüm. Bütün bedenim titremeye başladığında üzerime kapanan beden biraz daha uzaklaştı benden ve yüzüme dikkatlice bakmaya başladı. Sanki her an kırılacak bir şeymişim gibi tetikte bekliyordu. "Evin nerede senin?" "İleride. Çok az kalmıştı gitmeme. Ama sonra, sonra kavga başladı birden." "Tamam korkma, seninle beraber yürüyeceğim eve kadar. Ama sakın yanımdan ayrılma anlaştık mı?" "Anlaştık." Kalan kısa mesafeyi de kimse bize sataşmadan almıştık. Eve girdiğimden emin olana kadar bekledi. İçeri girerken kısa bir an neye benzediğine bakmaya çalıştım. Uzun boylu ve epeyce yapılıydı. Üzerinde polis yeleği ve boynunda asılı bir fotoğraf makinesi vardı. Bakışları arada bir bana değse de, dikkati daha çok sokaktaki kargaşadaydı. Kapıyı kapatıp derin bir nefes aldım. Bizi nasıl bir yere getirdiği hakkında babama hesap sormayı çok isterdim ama kavganın içinden geçip yürümek için bulduğum cesaret çoktan beni terk etmişti...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD