i********::gecegunesi06
Ne kadar süre geçti bilmiyorum.
Kendime geldiğimde dışarıdaydım.
Yağmur yağıyordu.
Ayakkabılarım çamura bulanmıştı.
Nefesim kesilmiş, ellerim yanıyordu.
Korkudan koşarak eve döndüm.
Onca yolu nasıl koştum bilmiyorum, derin nefeslerim bogazımı kurutuyor ciğerlerimi kesiyordu.
O gece hiçbir ışık açmadım.
Sadece oturdum.
Titreyen ellerimle kahve yaptım, içemedim.
Bir şey olacağını hissettim
O his, göğsümün içine yerleşmişti.
Ve o an…
Bir uğultu yeniden başladı.
Kulağımın arkasından, kalbimin altından, sanki toprağın altından gelen bir ses gibi.
Arkamda bir nefes hissettim.
Yavaşça döndüm.
Araf oradaydı.
Gözleri eskisinden karanlıktı ama içinde altın çizgiler titreşiyordu.
Ne bir kelime söyledi, ne bir açıklama yaptı.
Sadece baktı.
Ben de bakakaldım.
“Sen…” dedim nefesim kesilerek.
“Gitmiştin.”
Sustu.
Sonra yavaşça bir adım attı, sesinde bir hüzün vardı:
“Gitmem gerekiyordu.
Ama sen bir şeyi açtın, Meva.”
Söylediği sözlerin onu rahatsız ettiği, canını sıktığı belliydi.
Kalbim sıkıştı.
“Ben hiçbir şey—”
Sözüm bitti.
Çünkü onun arkasında o ışık yeniden doğmuştu.
Duvardaki gölge kıvrıldı sanki bir geçit nefes alıyordu.
Araf yaklaştı.
Sesi hem fısıltı hem emirdi
“Bu kapı açık kalamaz.”
O an anladım..
Ben bir hata yapmıştım.
Araf’ın gözleriyle benimkiler buluştuğunda, içimdeki bütün korkular sustu.
O an sadece bir şey hissettim
Sanki içimde yıllardır sessizce atan kalp, onun nefesiyle aynı ritme girmiş, çarpıntısını duyuruyordu.
Işığın kaynağı duvarın arkasında kıvranıyor, ince çizgiler halinde yayılıyordu.
Kök gibi ama yaşayan damarlar gibiydi.
O ışık ne kadar parlarsa, odadaki hava o kadar ağırlaşıyordu.
Her nefesim, içime sanki başka bir dünyanın kokusunu taşıyordu.
“Araf,” dedim sonunda, sesim içime kaçmış zor çıkan bir fısıltıyla.
“Bu nedir? Ne yaptım ben?”
Gözlerini benden ayırmadan yaklaştı.
İki adım, bir nefes aramızda durdu.
Göz bebekleri, karanlığın içinde altın çizgilerle kıvrılıyordu.
“Bir geçidi uyandırdın.”
“Sana ait olmayan bir sesi çağırdın.”
Kalbim boğazıma tırmandı.
“Bunu nasıl yapabilirim ki ben? Ben sadece—”
“İnandın.”
Sesi ne yumuşaktı, ne sert.
Sadece bir gerçek gibiydi.
“Ve inanç, bazen kapıları açar.”
Sustu.
O an fark ettim duvar artık duvar değildi.
Işık, spiral bir şekilde dönüyor, odanın ortasında havayı büküyordu.
Yerdeki gölgeler yukarı akıyor, tavan aşağıya iniyordu.
Bir adım geri çekildim.
“Bu şey nereye açılıyor?”
Araf bakmadı bile.
Ellerini havada gezdirdi, sanki görünmeyen bir perdeyi aralıyordu.
Cevabı kısaydı
“Benim geldiğim yere.”
Sözleriyle birlikte odanın içindeki sıcaklık değişti.
Sanki hava değil, zaman titredi.
Yere dizlerimin üzerine düştüm, kulaklarım uğuldamaya başladı.
“Araf, dur! Kapat onu, lütfen!”
Korku, göğsümden yükseldi; ama gözlerim ondan ayrılmıyordu.
Ne kadar korksam da, bir yanım ondan uzaklaşmak istemiyordu.
Sanki bu geçit beni çağırıyordu ya da o.
Araf yaklaştı.
Yüzüme eğildi, fısıltı gibi konuştu;
“Bu kapı artık seninle bağlı.
Sen açtın, ben kapatamam.”
Nefesim kesildi.
“Ne demek istiyorsun?”
Elini uzattı.
“Benimle gelmen gerek.”
O an dünya sustu.
Sadece onun sesi vardı.
Sadece kalbimin ritmi.
Bir an düşündüm reddetmek istedim, ama kelimeler dilimde eridi.
Elini tuttum titreyen ellerimi sıkıca kavranı güven vermek ister gibi tutuyordu.
Işık üzerimize kapandı.
Bir anlığına vücudumun her noktası parçalanıyor gibiydi, sonra yeniden birleştim.
Gözlerimi açtığımda gökyüzü siyah değildi artık.
Altın çizgilerle bölünmüş bir geceydi.
Yıldızlar değil, enerji damarlardı her biri nefes alıyor, hareket ediyordu.
Ayağa kalktım.
Etrafımda bir orman vardı, ama bildiğim hiçbir ormana benzemiyordu.
Ağaçların kökleri ışıkla örülmüş, dallarından sessiz rüzgarlar akıyordu.
Uzakta bir göl parlıyordu siyah ama içinde beyaz yankılar vardı.
Araf yanımdaydı.
Bakışları göğe değil, bana dönüktü.
“Burası,” dedi sessizce,
“Benim evim.
Ve artık senin geçidin.”
Sözlerini duyduğumda içimde bir ürperti yayıldı.
Ne tam korkuydum, ne güven içindeydim.
Sadece varlığının içinde kaybolmuş gibiydim.
“Peki neden ben?” dedim.
“Bunca insan içinde neden ben?”
Araf bir süre sustu.
Rüzgar saçlarımızı savurdu, gökyüzü bizden nefes aldı.
Sonra dudakları kıpırdadı, sesi kulaklarımda yankılandı.
“Çünkü sen ışığı taşıyorsun, Meva.
Benim karanlığımı dengeleyecek tek şeysin.”
Kalbim durdu.
Bir şeyler içimde yer değiştirdi.
Köklerimin bir ucu bu toprağa dokundu sanki.
O an anladım
Bu sadece bir geçit değil.
Bu, benim dünyamla onunki arasındaki bağdı.
Araf’ın sözlerinden sonra uzun süre yerimden kıpırdamadım.
Orman sessizdi, ama sessizlik burada huzur değil, bekleyiş gibiydi.
Gökyüzü gümüş ve altın arasında parlıyordu; sanki ışığın kendisi canlıydı.
Her nefeste toprağın hareket ettiğini hissedebiliyordum.
Kökler kıpırdıyor, ağaçların gövdeleri yavaşça dönüyordu.
Bu dünyanın kalbi vardı ve o kalp, artık benim kalbime karışmıştı.
Ama Araf yoktu.
Ne kadar bekledim bilmiyorum.
Dakikalar mıydı, saatler mi?
Burada zaman, düşüncelerin hızına göre akıyor gibiydi.
Etrafımda dönen ışıltılı bir güvenlik çemberi oluşturmuş.
Geçidi kontrol etmek için gideceğini söylemişti.
Bir ara uzaklardan bir ses duydum.
İlk başta rüzgâr sandım.
Sonra o rüzgârın içinde bir uğultu belirdi boğuk, karanlık bir nefes gibiydi.
Ardından toprak titredi.
Kalbim sıkıştı.
“Bu da ne?” diye fısıldadım kendi kendime.
Yavaşça ayağa kalktım.
Uzakta, gölün kenarında siyah bir sis yükseliyordu.
O sisin içinde hareket eden bir şey vardı insan biçiminde ama eksik, yarım kalmış bir varlık gibi.
Kökleri tersine büyümüş, toprağın üstünde sürünüyordu. Geri çekildim.
Bir kaç adım atıp farketmeden çemberden çıkmıştım.
Ama o varlık, yönümü sezmiş gibi döndü.
Gözlerinin yerinde iki boşluk vardı oradan siyah dumanlar sızıyordu.
Bir adım attı, sonra bir daha.
Her adımda zemin çöküyordu.
“Git -gitme” gibi kelimeler mırıldanıyordu.
Sesi aynı anda hem uzaktan hem içimden geliyordu.
Yaratığın çığlığını kalbimin derinlerinde hissediyordum.
Koşmak istedim ama bacaklarım beni dinlemedi.
Sanki toprağın kökleri bile beni tutuyordu.
Bir anlığına dizlerimin üstüne çöktüm, nefesim kesildi.
O yaratık yaklaşırken toprak çatladı, gökyüzü sarsıldı.
Tam o anda, etrafı keskin bir ışık sardı.
Rüzgârın yönü değişti.
Yaratığın içindeki karanlık ışığın gücüyle parçalandı çığlık bile atamadan toz gibi savruldu.
Arkasında Araf duruyordu.
Gözleri, o an ilk kez gerçekten karanlık değildi.
Parlıyordu öfkeden değil, korkudan.
Yanıma koştu, elleriyle yüzümü tuttu.
“Dokundu mu sana?” dedi sert bir sesle.
“Hayır,” dedim kısık bir sesle, ama gözlerim hâlâ yerdeydi.
“Korktum sadece…”
Araf derin bir nefes aldı.
Bir süre konuşmadı.
Sonra sessizce ekledi:
“Burada yalnız kalamazsın. Bu yer seni tanıyor ama seni tam olarak kabul etmedi henüz.”
Bakışlarımı kaldırdım.
“Ne demek bu?”
“Bu dünya canlı, Meva.” dedi alçak sesle.
“Seninle bağ kurmak istiyor ama hâlâ kararsız.
Bir yanın ışığa ait, bir yanın hâlâ o dünyada.”
Sustu.
Yüzüme baktı gözlerinde bir şey vardı öfke değil, endişe.
O kadar yakındı ki nefesini hissediyordum.
“Bir daha benden uzaklaşma.” dedi kısaca.
Sesi hem emir hem yalvarış gibiydi.
“Ben uzaklaşmadım…”
“Sen gittin.”
Bir anlık sessizlik oldu.
Rüzgâr bile durdu.
Araf’ın bakışları sertti ama içinde bir şey kırılmış gibiydi.
“Bazen gitmek zorundayım.” dedi, gözleri ufka kayarken.
“Yoksa bu yer çöker.”
O an fark ettim: onun da korkuları vardı.
Görünmeyen bir yük taşıyordu, her nefesini bastırmak için.
Ama ne olursa olsun, o beni orada bırakmayacaktı.
Ellerimi tuttu, bu defa ilk kez bilerek.
Temas anında vücudumdan bir sıcaklık geçti bir arzu, bir hatırlayış gibiydi.
Sanki bedenlerimiz değil, iki dünyanın damarları birleşti.
O anda, toprağın altından beyaz kökler fışkırdı.
Araf’ın ayaklarının altına sarıldı, sonra benimkine.
Bir ışık çizgisi aramızda dolaştı.
Ne o çekildi, ne ben kaçtım.
“Bu bağ, artık sadece kelimelerde değil.” dedi sessizce.
“Beni nereye gidersen çağırır.”
Sözleriyle birlikte karanlık yavaşça dağıldı.
Göl yeniden sessizleşti.
Orman, nefesini bıraktı.
Araf, elimi yavaşça bıraktı ama gözlerini benden ayırmadı.
“Biraz dinlen geçit seni etkileyebilir ,” dedi.
Meva, yere çöktü, sonra sırtını ağaca dayadı.
Göz kapakları ağırlaştı.
Kalbinde bir güven duygusu vardı açıklayamadığı ama derin bir sıcaklık.
Araf yanında kaldı, gitmedi.
Rüzgâr ağaçların arasından geçerken, Meva sessizce uykuya daldı.
Araf onu izledi.
Elleri dizlerinde, bakışları sakin ama içinde fırtınalar vardı.
“Bu dünya senin dokunuşunla değişiyor, Meva,” diye düşündü.
“Benim varlığım bile artık farklı.
Karanlık bile seni izliyor.
Ama ben ben sadece seni izlerken kendimi hisseder oldum.”
Araf başını hafifçe yana eğdi, Meva’nın yüzündeki huzura baktı.
Saçına düşen ışıltılı bir yaprağı usulca aldı, parmaklarının ucunda tuttu.
Sonra gözlerini kapattı.
Ona sahip olmak istemişti,
Bir varlık için bu imkânsızdı ama o an kalbinde bir ritim hissetti.
Meva’nın nefesiyle aynı tempoda atıyordu.
Ve o sessiz gecede, hiçbir yıldız parlamasa da,
onların arasında bir bağ yeniden filizlenmişti.
Karanlığın içinden doğan bir ışık gibi.....
Sabah, sessizce geldi.
Gecenin ardından doğan ışık bu dünyada bambaşkaydı.
Gökyüzü, sanki içinde binlerce küçük güneş barındırıyormuş gibi parlaktı
mavi, beyazla karışıyor, morun ince bir tınısıyla titreşiyordu.
Meva gözlerini açtığında ilk fark ettiği şey sessizlikti ama bu sessizlik korkunç değil, huzurluydu.
Gecenin gürültüsü, gölün uğultusu, canavarın yankısı hepsi kaybolmuştu.
Yerine bir kuş cıvıltısı dolmuştu etrafa.
Ama bu kuşlar farklıydı kanatları ince bir ışıktan yapılmış gibiydi,
rüzgârla değil, kendi titreşimleriyle süzülüyorlardı.
Ağaçların yaprakları sabah ışığıyla gümüşümsü bir renk almıştı.
Bazılarının damarlarından ince mavi ışıklar geçiyor,her esen rüzgârda dallar fısıldar gibi parlıyordu.
Meva bir an için nefesini tuttu.
“Burası değişmiş.”
Yanında oturan Araf sessizce başını kaldırdı.
Yüzü sabah ışığında daha yumuşak görünüyordu.
Sanki o da bu dünyanın bir parçası olmuştu,
ama bir adım uzaktan hep biraz ayrı, hep biraz öte.
“Gece bitti,” dedi Araf.
“Sistemin nefesi dindi. Bu, senin ışığının yankısı.”
Sonra gözlerini göle çevirdi.
Göl artık siyah değildi.
Yüzeyinde dalgalar parıldıyor,
suyun içinde sanki başka bir gökyüzü daha varmış gibi ışık yansıyordu.
Meva dizlerini kendine çekip suya baktı.
“Her şey çok farklı. Sanki cennet gibi.”
Araf’ın dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
“Bu, karanlığın dinlenmiş hâli.
Her şey, dengedeyken güzeldir.”
Bir süre konuşmadan oturdular.
Rüzgâr, yaprakları hafifçe titretiyor, göl ışığı Meva’nın yüzünde dans ediyordu.
O an, Araf başını kaldırdı.
Sesi daha ciddiydi.
“Burada kalamayız.”
Meva başını çevirdi. “Neden?”
Araf ayağa kalktı, üzerindeki siyah pelerini düzeltti.
“Geçidin dengesini tam olarak anlamam için krallığa gitmem gerek.
Black Krallığı’na.”
Meva ismi duyduğunda garip bir ürperti hissetti.
“Black Krallığı…” diye tekrarladı.
Kulağa hem soğuk hem büyüleyici geliyordu.
Araf devam etti
“Orada dinleneceğiz. Plan yapmamız gerekiyor.
Geçit hâlâ açık ve bu dünya buna dayanmaz.
Kapanması gerekiyor ama nasıl yapılacağını öğrenmem için oraya gitmeliyiz.”
Meva sessiz kaldı.
Araf’ın bakışlarında bir ağırlık vardı,
sanki oraya gitmek onu da zorluyordu.
“Ne kadar sürecek?”
“Bir ya da iki gün,” dedi Araf. “Belki daha az.
Meva
Orada sana dokunamazlar.”
“Dokunamazlar mı?”
Araf’ın gözleri bir anlığına karardı, sonra geri aydınlandı.
“Siyah Krallığı, karanlığın kalbidir.
Ama ben oranın efendisiyim.”
Meva bir an sustu.
O an, Araf’ın kim olduğunu, ne kadar büyük bir varlığın önünde oturduğunu fark etti.
Ama içindeki merak korkunun önüne geçti.
“Tamam,” dedi, usulca. “Gidelim.”
Araf elini uzattı.
Parmaklarının arasında ince bir sis çizgisi belirdi,
yerin üstünde bir yol gibi uzandı siyah ve beyazın karışımı,
ışığın damarları gibi kıvrılarak ormana doğru giden bir hat.
“Bu yol, bizi oraya götürecek,” dedi.
Meva ayağa kalktı, dizlerinin altındaki toprağın sıcaklığını hissederek Araf’ın yanına geldi.
Yürümeye başladılar.
Her adımda çevredeki dünya daha derinleşiyor,
renkler daha canlı hale geliyordu.
Ağaçlar arasında parlayan gözler, yaprakların arasında koşuşan küçük yaratıklar…
hepsi merakla onlara bakıyor ama yaklaşmıyordu.
Araf, sanki her hareketini kontrol edercesine sessizdi.
Sadece ara sıra Meva’ya bakıyor,
onun korkudan değil, hayranlıktan sustuğunu anlıyordu.
Meva yavaşça sordu
“Black Krallığı nasıl bir yer?”
Araf bir an durdu.
“Gecenin içi,” dedi sonunda.
“Orada ışık görünmez ama her şey hissedilir.
Kökler orada başlar.”
Meva, onun ses tonundaki hüzne dikkat etti.
Belki de o krallık sadece bir yer değil, bir yara gibiydi.
Gölün kenarından uzaklaştıklarında sabah güneşi tepeye yükselmişti.
Rüzgâr hafifti, ama havada bir ağırlık vardı.
Meva geriye, göle son kez baktı.
Artık karanlık yoktu.
Sadece ışığın suya düşen yansımaları ve içinde yankılanan sessiz bir his..
Birşey başlıyor...