Instgram:gecegunesi06
Toprak ayaklarının altında hafifçe titreştiğinde, Meva bir şeylerin ters gittiğini anladı.
Rüzgâr yoktu ama hava hareket ediyordu sanki görünmeyen bir el, nefes alır gibi çevreyi dalgalandırıyordu.
Araf durdu, başını eğdi.
“Bir şey yaklaşıyor,” dedi alçak bir sesle.
Sesi insan gibi sakin ama içinde öfke taşıyordu.
Meva tam “Ne?” diyecekken, yer birden yarıldı.
Toprak çatladı, içinden siyah duman fışkırdı.
Dumanın içinden, elleri pençe gibi uzun, derileri yarık yarık yaratıklar tırmanmaya başladı.
Kırılmış taşların arasından tırnaklarıyla tutunuyor, her hamlede bir ıslık sesi çıkarıyorlardı.
Bazılarının yüzü insanı andırıyordu ama gözleri boştu; içleri tamamen karanlıkla dolmuştu.
Araf hemen Meva’nın önüne geçti.
Bir eliyle Meva’yı geri itti, diğeriyle havaya bir işaret çizdi.
Parmak uçlarından gri ışık damlacıkları döküldü, sonra birleşip havada dalgalanan bir enerji kalkanına dönüştü.
İlk yaratık üstlerine atladı.
Araf döndü, eliyle bir darbe savurdu.
Enerji, rüzgâr gibi patladı yaratığın göğsüne çarpıp onu birkaç metre geriye fırlattı.
Ama diğeri hemen ardından geldi.
Yerin altından çıkan her yeni varlık, bir öncekinden daha vahşiydi.
Bazılarının kolları insan boyundaydı, tırnakları taşları deliyordu.
Bazılarının vücudu çatlaklar içinde ışıkla doluydu ama o ışık Meva’nın ışığı değil, çürümüş bir taklitti.
Araf ellerini açtı, avuçlarının arasında gri bir enerji girdabı döndü.
Toprak titredi, etrafı gri kıvılcımlar sardı.
Ama bu sefer yaratıklar kalkanı aştı, Meva’ya yaklaştılar.
Meva’nın nefesi kesildi.
Kalbinde bir şey kıvılcımlandı
korku değil, bir çağrıydı.
Araf’ın sesi uzaklardan geldi
“Meva! Geri çekil!”
Ama Meva geri adım atamadı.
Toprağın altından bir el çıktı, bileğini yakaladı.
Soğuk, kemikli, canlıydı.
Meva çığlık attı, dizleri çözüldü.
O anda Araf’ın gözleri koyulaştı.
Sanki karanlığın kendisi, iradesine boyun eğmişti.
Koşarak Meva’ya ulaştı, elini yere bastı.
Parmaklarının altından gri çizgiler toprağın içine doğru yayıldı.
Bir uğultu duyuldu.
Yer patladı gri enerji sütunları fışkırdı.
Yaratıklar birer birer geri savruluyor, yer yarığına düşüp karanlığa karışıyordu.
Ama biri hâlâ Meva’nın kolunu tutuyordu.
Araf’ın sabrı kalmadı; diğer elini kaldırdı, bu sefer parmak uçlarından siyahla gri arasında kıvılcımlar çıktı.
Havayı yırtan bir ışık huzmesiyle o eli hedef aldı
ve yaratığın bedeni toz olup dağıldı.
Toprak sakinleşti.
Karanlık geri çekildi.
Sadece gri bir sis kaldı geride, Araf’ın nefesinin sıcaklığıyla dans eden.
Meva, yere düşmüş hâlde nefes nefeseydi.
Araf yanına diz çöktü, elini uzattı.
“İyi misin?”
Meva cevap veremedi.
Elini tuttuğunda parmaklarının hâlâ titrediğini hissetti.
O an Araf’ın bakışları yumuşadı, insanîleşti.
“Burada bile seni buluyorlar,” dedi sessizce.
“Bu diyar bana ait ama senin ışığın onları çağırıyor.”
Meva başını kaldırıp ona baktı.
“Ben istemedim,” dedi neredeyse fısıldayarak.
Araf gülümsedi, yorgun ama sıcak bir ifadeyle.
“Biliyorum.”
Eliyle havayı kavradı
ellerinin arasında gri bir ışık kıvrıldı, sonra büyüyüp iki bedenin etrafında beyazla gri arasında titreşen bir alan oluşturdu.
“Bu seni bir süre koruyacak,” dedi.
“Ben burada olmasam bile, seni bulmalarını engelleyecek.”
Meva şaşkınlıkla baktı.
Araf’ın gözleri yine karanlıktı ama bu defa içinde bir ışık gizlenmiş gibiydi.
Güç değil, koruma isteği
Sonra Araf başını kaldırdı, uzaklara baktı.
“Buradan ayrılmalıyız. Black Krallık’a gideceğiz. Orada hem geçidin hem senin için bir çözüm bulacağız.”
Meva sessizce başını salladı.
Korkunun yerini merak almıştı.
Ama içinden geçen his, bu yolculuğun sadece bir başlangıç olduğu yönündeydi.
Araf ona elini uzattı.
Meva tereddüt etti ama sonunda tuttu.
Eller birleştiğinde, toprağın altından son bir nefes gibi gri bir ışık yükseldi
ve uzaklarda, karanlığın ötesinde, yeni bir dünyanın yolu açıldı. Gece, sonunda susmuştu.
Toprak hâlâ ılıktı, gökyüzü solgun bir maviye dönüyordu.
Karanlık yerini, sanki uzun bir uykudan uyanır gibi esneyen ışığa bırakmıştı.
Meva sırtını ağaca yaslamış, gözlerini kapatmadan dinlenmeye çalışıyordu.
Araf biraz ötede, ellerini dizlerinin üzerinde birleştirmiş, çevreyi sessizce izliyordu.
Sabaha kadar bir kelime bile etmemişlerdi
sadece toprağın sakinleşmesini ve gökyüzünün yeniden renk bulmasını beklemişlerdi.
Sonunda Araf derin bir nefes aldı.
“Güvenli,”
Sesi alçaktı ama sabahın sessizliğinde yankılandı.
Meva başını kaldırdı.
Ufuk çizgisinde pembe ve turuncu bir ışık birbirine karışıyor, ağaçların yaprakları o renkle parlıyordu.
Her şey çok canlıydı.
Toprak bile ışığı yansıtıyor gibiydi.
Meva’nın gözleri şaşkınlıkla büyüdü.
“Burası”
Kelimeyi tamamlayamadı.
Araf ona baktı, hiçbir şey demedi.
Sadece izledi.
Kuşlar ötüyordu ama bildiği kuşlar gibi değillerdi.
Kanatlarının ucunda ince çizgiler halinde ışık vardı
her kanat çırpışında havaya renkli kıvılcımlar bırakıyorlardı.
Biraz ilerideki ağaçlardan birinin dallarında, sanki ışığın kendisinden yapılmış gibi parlayan meyveler asılıydı.
Morla beyaz arasında değişen, içlerinden hafif bir parıltı sızıyordu.
Meva dikkatlice yaklaştı, birini kopardı.
Avuçlarının içinde meyve hafifçe ısındı.
Araf uzaktan izliyordu.
Bakışlarında alışılmış bir soğukluk vardı ama gözlerinin ardında belli belirsiz bir gülümseme gizlenmişti.
Meva tereddüt etti.
Sonra ısırdı.
Tatlıydı ama aynı anda serin ağzında kar ve bal karışımı bir his bıraktı.
Gözlerini kapadı, nefesini tuttu.
“Bu inanılmaz,” dedi yavaşça.
“Tatlı ama değil. Soğuk ama yakıyor. Ne bu?”
Araf yerinden kalkmadan cevap verdi.
“Arfel meyvesi.
Sadece Araf diyarının sabahında yetişir.
Işık ve karanlık bir arada olunca çıkar.”
Meva bir ısırık daha aldı.
Dudak kenarında bir gülümseme belirdi.
“Yani ben ışıkla karanlığın ortasında kahvaltı mı yapıyorum?”
Araf başını hafifçe yana eğdi.
“Öyle sayılır,” dedi, sesi kuru bir ciddiyetle.
Ama içinden bir şey kıpırdadı,
o kadar ciddi kalmaya çalışmasına rağmen, Meva’nın yüzündeki saf ifade hoşuna gitmişti.
Meva, elindeki meyveyi kaldırıp ışığa tuttu.
İçinde küçük damarlar gibi kıvrımlar vardı; sanki minik bir kalp atıyordu.
“Burada her şey canlı gibi,” dedi şaşkınlıkla.
Araf ona doğru yürüdü.
“Çünkü bu dünya nefes alır.
Her şeyin bir sesi vardır burada.
Sadece dinlemeyi bilmek gerekir.”
Meva başını eğdi, meyveyi elinde çevirdi.
“Ben hâlâ duyamıyorum,” dedi sessizce.
“Sanki bir şey susmuş içimde.”
Araf birkaç saniye sessiz kaldı.
Sonra, yumuşak bir sesle:
“Zamanla duyar,” dedi.
“Sen hâlâ insan gibi dinliyorsun.
Ama buranın sesi, kalple konuşur.”
Meva başını kaldırdı, gözleri Araf’ınkilerle buluştu.
Bir an hiçbir şey söylemediler.
Sadece rüzgâr geçti aralarından,
ve yaprakların arasında ışık kırıldı.
Araf bakışını çevirdi.
“Dinlen biraz,” dedi.
“Önümüzde uzun bir yol var.”
Meva yere oturdu, kollarını dizlerine sardı.
Gökyüzüne baktı, sonra elindeki yarım kalmış meyveye.
Bir an düşündü, sonra kendi kendine fısıldadı:
“Burası korkunç olduğu kadar güzel.”
Araf duymuştu.
Ama hiçbir şey söylemedi.
Yüzünü sabahın ışığına çevirdi,
göz kapaklarının ardında kısa bir süre için
kendini güvende hissetti.
Sabahın serinliği dağılırken, gökyüzü altın rengine dönüyordu.
Araf, kısa bir sessizlikten sonra ayağa kalktı.
“Gitmemiz gerek,” dedi.
Sesi ne yumuşaktı ne sert.
Sadece gerekliliğin sesi vardı içinde.
Meva yavaşça doğruldu.
Ellerini toprağa bastığında, parmaklarının arasında ince ışıltılar gezindi.
Bu dünyanın toprağı bile canlıydı dokunduğunda sıcaklık veriyor, sanki nabız atıyordu.
Araf yönü gösterdi.
“Batıya gideceğiz. Black Krallığı orada.
“Black”
Meva kelimeyi tekrarladı.
“Yani siyah?”
Araf başını salladı.
“Renk, burada anlam değildir,” dedi.
“Burası karanlık değil. Sadece dengeye ait.”
Yola koyuldular.
Toprak yolları yoktu
ağaçların gövdeleri birbirine bağlanmış gibiydi, aralarından geçerken yapraklar hışırtıyla fısıldıyordu.
Hava tatlı bir koku taşıyordu meyve, toprak ve yağmur karışımı bir koku.
Meva bazen elini uzatıp geçen dallara dokunuyordu.
Her temasında dallardan minik ışık kıvılcımları sıçrıyor, havada kısa süreliğine dans ediyordu.
Küçük bir çocuk gibi merakla sordu:
“Burada her şey bana cevap veriyor gibi.”
Araf yürümeye devam etti.
“Sana değil,” dedi.
“Buranın sana verdiği tepki, ışığından.”
“Yani beni tanıyorlar?”
“Hayır.”
Bir süre sustu, sonra ekledi:
“Sadece yabancı olduğunun farkındalar.”
Meva’nın içi ürperdi.
“Pek de iç açıcı bir hoş geldin değilmiş,” diye mırıldandı.
Araf’ın dudak kenarı belli belirsiz kıvrıldı ama bakmadı.
“Senin için bile fazla dürüstler,” dedi kısa bir gülümsemeyle.
Yol ilerledikçe ağaçlar seyrekleşti, yer yer ince sis tabakaları oluştu.
Sislerin arasında renkleri değişen taşlar vardı mavi, gri, bazen gümüşe dönen.
Yerde yürürken taşların üzerinde ayak izleri belli oluyor, birkaç saniye sonra yavaşça siliniyordu.
Meva dikkatle izledi.
“Burada hiçbir şey sabit değil,” dedi.
Araf cevap vermedi.
Ama bir süre sonra yavaşladı, eliyle bir noktayı işaret etti.
“Orası,” dedi.
Uzakta, sisin ardında geniş bir düzlüğün ortasında kara bir yapı belli oluyordu.
Kule gibi değil, bir dağ gibi yükseliyordu ama yüzeyi düz, pürüzsüzdü sanki taş değil de gölgeydi.
Meva nefesini tuttu.
“Orası mı Black Krallığı?”
Araf başını salladı.
“Henüz değil.
Orası Araf’ın sınırı.
Sınırı geçince krallığa varırız.”
Meva başını çevirdi, gözlerini kısarak baktı.
“Peki bu sınır neden böyle karanlık?”
Araf durdu.
“Çünkü orada, aydınlığın sesi kesilir.”
Bir süre sessizlik oldu.
Rüzgâr bile susmuş gibiydi.
Sonra Meva’nın gözleri yerdeki bir harekete takıldı.
Toprak, sanki içten içe nefes alıyordu.
İnce bir çatlak, ayaklarının önünde belirdi.
“Bu normal mi?” diye sordu ürkek bir sesle.
Araf hemen çevresine baktı, gözleri koyulaştı.
Ellerini kaldırdı; parmak uçlarından siyah ve gri karışımı bir enerji dalgası süzüldü.
“Hareket etme,” dedi sertçe.
Toprak aniden yarıldı.
İçinden, gölgeyle taş karışımı bir yaratık çıktı.
Vücudu insan biçimindeydi ama yüzü bozulmuş, ellerinde uzun tırnaklar vardı.
Deri değil, taşla et arası bir şeydi dokunduğu yerden duman ve ateşler yükseliyordu.
Meva geri çekildi, kalbi hızla atıyordu.
Araf ellerini iki yana açtı,
ellerinden çıkan ışık kavislenerek yaratığın üzerine düştü.
Ama yaratık ışığı emer gibi oldu, sonra aniden saldırdı.
Araf bir an sendeledi, sonra eliyle yere vurdu.
Yerden yükselen gri çizgiler yaratığın ayaklarını sardı,
ama o zincirleri kırarak Meva’ya atıldı.
Her şey çok hızlı oldu.
Meva nefes bile alamadan Araf bir adımda önüne geçti.
Eliyle bir daire çizdi,
avuçlarından çıkan siyah-beyaz kıvılcımlar birbirine karışarak yaratığı geriye savurdu.
Yaratık inleyerek yere düştü, sonra toz gibi dağıldı. Sessizlik.Sadece Meva’nın hızlı nefesleri kalmıştı.
Araf ağır ağır ona döndü. Meva’nın elindeki kesikten süzülen ince kanı fark ettiğinde, kaşları kısılıp sessizce yaklaştı. Hiçbir şey söylemeden, parmaklarının ucuyla onun avucuna dokundu. Dokunuş, önce soğuk bir yankı gibi başladı; sonra Meva’nın damarlarından bir sıcaklık yayıldı. Işık teninin altından titreşir gibi parladı, yara kapanırken Araf’ın nefesi onun nefesine karıştı.
İkisi de fark etmeden birbirlerine biraz daha yaklaştılar nefesleri aynı ritimde alıp verilmeye başladı.
Meva başını kaldırdığında Araf’ın yüzü neredeyse dokunulacak kadar yakındı.
Dudaklarının arasında kalan mesafe yok denecek kadar azdı birbirlerinin soluğunu hissettiler. “Elini kestin,” dedi sakin bir tonla.
Meva şaşkınlıkla eline baktı avuç içi kanıyordu.
“Farketmemişim”
Göz göze geldiler bir an, zamanın bile nefesini tuttuğu o an.
Meva elini çekemedi, Araf da bırakmadı.
Parmaklarının arasında kalmış o temas, ikisini de suskun bıraktı.
Dokunmak isterken geri durmanın, yakınlaşmanın eşiğinde yanmanın ağırlığı çöktü aralarına.
Işık ve gölge birbirine değdiği o anda kelimeler susarken, hisler konuştu.
Artık ikisininde bastırılmış arzusu vardı.
Araf’ın sesi sonunda sessizliği yardı,
“Burada,” dedi Araf,
“ışık kanı kokar.”
Meva şaşkınlıkla baktı.
“Yani beni bu yüzden mi hedef aldı?
Araf başını eğdi.
“Evet.”
Sonra kısık sesle ekledi
“Ve bu sadece başlangıç.”