Kamp girişindeki demir kapı açıldığında içimde tuhaf bir sessizlik oldu. Ne heyecan, ne korku… sadece soğuk, düz bir kararlılık. Çocukken babamın arkasından yürüdüğüm bu taş yollar, şimdi kendi ayak izlerimle çizilecek. Herkesin tanıdığı Zeynep Karaca, artık sadece bir soyadından ibaret değil. Burada savcı olarak bulunuyorum. Ve adalet, yalnızca kelimelerle değil, gerçeğin ağırlığıyla sağlanır.
Karargâha ilk adımımı attığımda dikkatli bakışları hissettim. Üniformam yoktu, ama üzerimde taşıdığım duruş, onların disipliniyle çatışmayacak kadar netti. Babamın kızı olduğumu bilenler eğreti bir saygı gösterdi. Bilmeyenlerse beni sorgulayan gözlerle süzdü. Alışığım. İnsanlar önce şekle, sonra kalana bakar.
Odasına girmeden önce birkaç kez derin nefes aldım. Babam, yıllar geçse de aynıydı. Sert, duygusuz ve emir cümlelerinden ibaret biri. Kapıyı tıklattım. “Gir,” dediği an, aramızdaki görünmez sınır da hatırlatıldı bana.
“Zeynep,” dedi, göz ucuyla bakıp dosyaları düzenlemeye devam ederek. “Kendini kanıtlama çabana burada gerek yok. Dosya açık, suç sabit.”
“Öyle mi?” dedim sakince. “Dosyayı henüz okumadım bile.”
“Kampın huzuru önemli. Bunu sen de biliyorsun. Yiğit Demirci, birliğin yüz karası. Arkadaşını tehlikeye atmak ne demek bilir misin sen?”
Sesi tok ve buyurgandı. Ama artık ondan korkmuyordum. “Ben olayları değil, delilleri yargılarım. Suçlamalara değil, boşluklara bakarım.”
Bakışlarını ilk kez üzerimde gezdirdi. Belki küçümseme, belki bir anlık gurur. Ama bana fark etmezdi. Onun gölgesinden çoktan çıkmıştım.
Dosyayı o akşam ilk kez açtım.
İlk sayfada Yiğit’in vesikalık fotoğrafı vardı. Düzgün çizgilerle kesilmiş yüzü, soğukkanlı ama yorgun bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözlerinde suçluluk yoktu. Daha çok… kırgınlık vardı.
Yiğit Demirci. Üstçavuş. Üst düzey eğitimli, sicili tertemiz. Ta ki…
“Ta ki birliğinde düzenlenen tatbikatta, bir askerin ağır yaralanmasına sebep olana kadar.”
Resmî tutanaklarda, emir-komuta zincirine uymadığı, sorumluluğu kabul etmediği, psikolojik olarak dengesiz olduğu yazıyordu. Ama aynı dosyada ödülleri, görevdeki disiplin başarısı, arkadaşları tarafından sevildiği yönündeki raporlar da vardı.
Bu bir çelişkiydi.
Birileri ya bir hatayı örtbas etmeye çalışıyor, ya da onu günah keçisi ilan etmişti.
Ertesi sabah karargahta küçük çaplı bir sorgu yaptım. Düşmanca bakışlar Yiğit için ayrılmış hücrenin çevresindeydi. Onun adını duyan askerlerin yüzleri ya sertleşiyor, ya da sessizleşiyordu.
Bir astsubaya sordum: “Yiğit hakkında ne düşünüyorsun?”
Cevabı hızlıydı. “Önceden iyiydi. Son zamanlarda değişmişti. Kendi kafasına göre hareket etmeye başlamıştı. Sonunda olan oldu.”
Ne gariptir… herkesin dilinde aynı cümle: “Önceden iyiydi.”
Ama değişimin sebebi yoktu. Kimse neyin onu değiştirdiğini açıklayamıyordu. Oysa bir insan, durduk yere değişmezdi.
Bunu düşündüğüm sırada, hücre kapısının önünden geçerken istemsizce durdum. Gözetleme camından baktım. Sırtı duvara yaslanmış, başı öne eğikti. Ama o anda gözlerini kaldırdı.
Ve bana baktı.
O bakışta ne pişmanlık ne öfke vardı. Sadece bir soru gizliydi:
“Gerçeği merak ediyor musun?”
O an içimde tuhaf bir kıpırtı oldu. Yargılamadan önce dinleme hakkını ona vermek istedim. Kimin kızıyım, nereden geldim, kim ne dedi… bunların ötesinde, yalnızca kendim olarak.
Dosyayı tekrar elime aldım. Ve kararımı verdim.
Ziyaret talebini onayladım.
Ona soracağım.
“Ne oldu Yiğit? Gerçek neydi?”
Ama bunu daha sonra yapacağım.
Çünkü önce… neyle karşılaşacağımı bilmem gerek.