Kaçışın Eşiği

994 Words
Sokaklar, geceyle birlikte bir labirente dönüşmüştü; dar, kıvrımlı yollar, paslı tabelalar ve terk edilmiş binaların gölgeleri arasında koştuk. İrfan önde, demir çubuğunu hâlâ elinde sıkıca tutarak yolu açıyordu. Mahir hemen arkasında, el fenerini yere tutarak adımlarını dikkatle atıyordu. Ben ise veri çubuğunu cebime sıkıca bastırmış, gözlerimdeki parlamayı bastırmaya çalışarak onları takip ediyordum. Dronların vızıltısı, uzaktan ama ısrarcı, peşimizi bırakmıyordu. Nehir Hanım’ın sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu: “Bana verileri ver, bu bitsin.” Ama bu, bir son değil, bir tuzaktı. “Bu taraftan!” dedi İrfan, bir sokağa saparak. Ama o anda, gözlerimde bir görüntü belirdi—net, ama tehditkâr: sokağın sonunda bir barikat, dronlar ve Nehir Hanım’ın ekibi. “Dur!” dedim, İrfan’ı kolundan çekerek. “O yol tıkalı. Bizi bekliyorlar.” İrfan durdu, nefes nefese bana baktı. “Nereden biliyorsun?” dedi, sesinde hem şüphe hem çaresizlik. “Gözlerim,” dedim, zorlukla. “Bana gösteriyor. Ama… bilmiyorum, İrfan. Ya bu bir oyunysa?” Mahir araya girdi, feneri söndürerek. “Oyun ya da değil,” dedi, fısıldayarak, “hareket etmeliyiz. Dronlar yaklaşıyor.” Karanlıkta bir an durduk, nefeslerimiz sessizliği deliyordu. Gözlerim, kendi kendine tarama yapar gibi etrafı kolaçan etti; bir alternatif yol belirdi zihnimde—eski bir kanalizasyon tüneli, sokağın sonunda, bir rögar kapağının altında. “Aşağı,” dedim, işaret ederek. “Tünele inmeliyiz.” İrfan kaşlarını çattı. “Tünel mi? Orhan, emin misin?” Mahir elini omzuma koydu. “Gözlerin bizi bu noktaya getirdi,” dedi, sakince. “Şimdi onlara güvenmek zorundayız.” Başımı salladım, ama içimde bir huzursuzluk vardı. Gözlerim mi beni yönlendiriyordu, yoksa Nehir Hanım mı? Rögar kapağına ulaştık; İrfan çubuğunu kullanarak kapağı kaldırdı. Metal gıcırdayarak açıldı, aşağıdan nemli, iğrenç bir koku yükseldi. “Harika,” dedi İrfan, burun kıvırarak. “Bir de kanalizasyonda yüzeceğiz.” Mahir gülümsedi, ama gergindi. “Hadi,” dedi, feneri yeniden yakarak. Tünele indik; merdivenler kaygandı, duvarlar yosunla kaplıydı. Ayak seslerimiz, su damlalarının yankılarıyla karıştı. Dronların vızıltısı yukarıda kaldı, ama hâlâ duyuluyordu—bizi kaybetmişlerdi, ama pes etmemişlerdi. Tünel, beklediğimden daha genişti; yer yer kırık borular ve eski kablolar duvarlardan sarkıyordu. Mahir feneri etrafta gezdirdi. “Burası eski bir bakım tüneli,” dedi, düşünceli bir sesle. “Kilikya’nın altyapısı için kullanılırdı. Ama… terk edilmiş gibi.” İrfan öfkeyle homurdandı. “Terk edilmiş mi? Nehir Hanım burayı da biliyordur o zaman.” Haklı olabilirdi. Gözlerimdeki parlama geri döndü; bu kez bir harita değil, bir sinyal—zayıf, ama tanıdık. “Bir şey var,” dedim, durarak. “Yakında. Bir… cihaz, belki.” Mahir kaşlarını çattı. “Veri çubuğu mu?” dedi, cebime bakarak. Başımı salladım. “Hayır, başka bir şey. Sinyal gönderiyor.” İrfan elimi tuttu, endişeli bir ifadeyle. “Orhan, ya bu bir tuzaksa? Gözlerin… seni ona mı çekiyor?” Bir an sustum. İrfan’ın korkusu, benim de korkumdu. Ama geri dönemezdik. “Öğrenmemiz gerek,” dedim, kararlılıkla. “Eğer Nehir Hanım bizi izliyorsa, bu sinyal onun izi olabilir.” Tünelde ilerledik, sinyali takip ederek. Gözlerim, karanlıkta bir rehber gibi çalışıyordu; duvarlardaki kabloların arasında bir panel belirdi—eski, paslı, ama hâlâ aktif. Üzerinde bir ekran, zayıf bir yeşil ışıkla yanıp sönüyordu. “Bu ne?” dedi İrfan, çubuğunu panele doğrultarak. Mahir yaklaştı, ekranı inceledi. “Bir iletişim düğümü,” dedi, şaşkınlıkla. “Luna Ağı’na bağlı. Buradan sinyaller gönderiyorlar.” Ekranı taradım; gözlerim, şifrelemeyi çözdü—Nehir Hanım’ın ekibine ait mesajlar, koordinatlar, ve… bir isim: Salim Bey. “Salim Bey,” dedim, sesim titreyerek. “Hâlâ oyunda.” Mahir bir kabloyu çekti, ekran titredi. “Bu düğümü devre dışı bırakırsak, iletişimlerini kesebiliriz,” dedi. “Ama dikkatli olmalıyız—bir alarm tetikleyebilir.” İrfan öfkeyle panele vurdu. “Tetiklesin!” dedi. “Bulsunlar bizi. Artık saklanmaktan bıktım.” Ama ben elini tuttum. “Hayır,” dedim, sakince. “Akıllı olmalıyız. Verileri alalım, sonra yok edelim.” Mahir bir veri çubuğu daha çıkardı, düğüme taktı. Mesajlar ve koordinatlar kopyalanmaya başladı. Ama o anda, gözlerimde bir görüntü belirdi—tünelin sonunda bir gölge, insan değil, mekanik. “Dron!” dedim, fısıldayarak. İrfan çubuğunu kaldırdı, Mahir feneri söndürdü. Karanlıkta, dronun sensörlerinin yeşil parıltısı belirdi—yavaşça, ama kararlı bir şekilde bize yaklaşıyordu. “Ne yapacağız?” dedi İrfan, sesini alçaltarak. Zihnimi zorladım; gözlerim, dronun sistemine sızmaya çalıştı, ama bu model farklıydı—korumaları daha sıkıydı. “Durduramıyorum,” dedim, panikle. Mahir elini koluma koydu. “O zaman kaçarız,” dedi. “Veriler bitti mi?” Çubuğu kontrol ettim; kopyalama tamamlanmıştı. Çubuğu kaptım, paneli yumrukladım—ekran karardı, düğüm sustu. “Hadi!” dedim, koşmaya başlayarak. Tünelde koştuk, dronun vızıltısı peşimizden geliyordu. Gözlerim, bir çıkış aradı; bir merdiven, tünelin sonunda belirdi. “Orada!” dedim, işaret ederek. Merdivenlere tırmandık, bir rögar kapağını iterek dışarı çıktık. Şehrin başka bir bölgesindeydik—eski bir pazar yeri, terk edilmiş tezgâhlar ve kırık lambalarla dolu. Ama dron hâlâ peşimizden geliyordu; kapağı zorlayarak çıkmaya çalıştı. İrfan çubuğunu kapağa indirdi, metal ezildi, dron aşağı düştü. “Bu işe yaradı,” dedi, nefes nefese. Ama o anda, bir ışık huzmesi üzerimize düştü—gökten, bir dron filosu. Ve uzaktan, Nehir Hanım’ın sesi bir hoparlörden yankılandı: “Orhan, verileri ver. Son uyarım.” İrfan öfkeyle gökyüzüne baktı. “Seni lanet olası—” Sözünü kestim, elini tutarak. “Kaçmalıyız,” dedim. “Ama nereye?” Mahir bir an düşündü, sonra fısıldadı: “Bir yer var. Eski bir sığınak, şehrin dışında. Orada saklanabiliriz.” Koşmaya başladık, dronların ışıkları peşimizde. Gözlerimde bir harita belirdi—sığınağın konumu, net ve kesin. Ama bir şey yanlıştı; bu bilgi, sanki biri tarafından zihnime yerleştirilmişti. “İrfan,” dedim, nefes nefese. “Ya bu bir tuzaksa?” İrfan bana baktı, gözlerinde kararlılık. “O zaman tuzağı bozarız,” dedi. “Ama sensiz değil.” Şehrin sınırlarına doğru koştuk, dronlar hâlâ peşimizde. Sığınak, ufukta belirdi—eski, beton bir yapı, yosunla kaplı. Ama gözlerimdeki parlama şiddetlenmişti; bir uyarı, bir tehlike. “İçeride bir şey var,” dedim, durarak. Mahir ve İrfan bana baktı. “Ne?” dedi İrfan, çubuğunu sıkarak. Cevap veremedim—çünkü o anda, sığınağın kapısı yavaşça açıldı. Ve içeriden, Nehir Hanım’ın gülümsemesi belirdi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD