Sığınağın molozları arasında, çöldeki gece soğuk ve keskin bir sessizlikle bizi sarmaladı. Ay, gökyüzünde bir yara gibi parlıyordu; artık tehditkâr değil, ama hâlâ sırlarla dolu. İrfan, demir çubuğunu yere bırakmış, nefes nefese bana bakıyordu. Mahir, veri çubuğunu avucunda sıkıca tutuyor, gözleri etraftaki gölgeleri tarıyordu. Erol, yorgun bir şekilde dizlerinin üzerine çökmüş, kristal devre dışı bırakıcıyı elinde çeviriyordu. Gözlerimdeki kristalin sessizliği, bir an için özgürlük gibi hissettirmişti, ama Nehir’in son sözleri—“Luna Ağı, bir zihindir. Ve zihinler ölmez”—zihnimde bir gölge gibi dolanıyordu. İçimde bir his, bu savaşın henüz bitmediğini söylüyordu.
“Orhan,” dedi İrfan, sesinde hem rahatlama hem endişe. “Nasılsın? Gerçekten geri döndün mü?” Elimi gözlerime götürdüm; kristalin titreşimi yoktu, ama bir boşluk hissi vardı—sanki bir parçam hâlâ Luna Ağı’nda, Ay’ın tozlu yüzeyinde kaybolmuştu. “Bilmiyorum,” dedim, dürüstçe. “Ama buradayım. Şimdilik.” Mahir öne çıktı, veri çubuğunu kaldırarak. “Bu,” dedi, “Nehir’in sonunu getirecek. Verileri dünyaya açıklarsak, Luna Ağı’nı tamamen çökertebiliriz.” Erol başını salladı, ama yüzünde bir tereddüt vardı. “Eğer ağ gerçekten bir zihinse,” dedi, fısıldayarak, “o zaman veriler yetmeyebilir. Nehir, bir yedek planı olmalı.”
O anda, gökyüzü bir kez daha yırtıldı. Bir gök gürültüsü, ardından ufukta bir ışık patlaması—sanki şehir yeniden alevlere teslim oluyordu. Gözlerim, otomatik olarak tarama yaptı; bir görüntü belirdi: Kilikya’nın merkezinde, kule yıkıntılarının ötesinde, dev bir yapı yükseliyordu. Camdan, çelikten, ve… canlı gibi. “Bu ne?” dedim, nefes nefese. İrfan bana baktı, kaşlarını çatarak. “Yine mi görüyorsun?” Başımı salladım. “Bir şey inşa ediyorlar. Şehirde, şimdi. Nehir… pes etmedi.”
Erol ayağa kalktı, gözlerinde bir korku parıltısı. “Bu, Ana Düğüm olabilir,” dedi. “Luna Ağı’nın kalbi. Kule, sadece bir koluydı. Eğer Nehir yeni bir merkez inşa ediyorsa…” Sözünü tamamlamadı, ama hepimiz anlamıştık. Nehir, tüm planını riske atarak bizi tuzağa çekmiş, ama asıl hamlesini şimdi yapıyordu. İrfan çubuğunu kaptı, öfkeyle. “O zaman gidelim!” dedi. “Onu bitirelim!” Ama Mahir elini omzuna koydu. “Dur,” dedi. “Bu, dronlarla dolu bir sokağa dalmak değil. O yapı, bir kale olmalı. Hazırlıksız girersek, hepimiz ölürüz.”
Gözlerimde bir parlama oldu—bir şema, yapının içi: labirent gibi koridorlar, lazer tuzakları, ve merkezde dev bir sunucu, etrafında yüzlerce kapsül. Ve her kapsülde, bir denek—zihinleri ağa bağlı, bedenleri hareketsiz. “Denekler,” dedim, sesim titreyerek. “Yüzlerce… belki binlerce. Nehir, bir ordu kuruyor.” İrfan’ın yüzü bembeyaz oldu. “Ne ordusu?” dedi. Erol cevap verdi, sesi ağır. “Zihin ordusu. Luna Ağı, sadece Ay’ı kolonileştirmek için değil. Kontrol için. İnsanlığı yeniden şekillendirmek için.”
O anda, bir vızıltı duyuldu—dronlar, ama bu kez farklı. Gökyüzünde, bir fil odan çok bir bulut gibi hareket ediyorlardı; binlerce küçük, böcek benzeri makine, kırmızı sensörleriyle bize kilitlenmişti. “Kaç!” dedim, ama çok geçti. Dronlar, bir dalga gibi üzerimize indi. İrfan çubuğunu savurdu, birkaçını yere serdi, ama sayıca çok fazlaydı. Mahir bozucuyu çalıştırdı; bir kısmı titredi, ama çoğu etkilenmedi. “Yeni model!” dedi Mahir, panikle. Erol kristal cihazını kaldırdı, ama dronlar ona da saldırdı, cihaz yere düştü.
Zihnimi zorladım; gözlerim, dronların sistemine sızmaya çalıştı. Bir açık buldum—zayıf, ama yeterli. Kapan. Komutu gönderdim, ama sadece bir grup dron yere yığıldı; diğerleri hâlâ havadaydı. “Orhan!” diye bağırdı İrfan, bir dronu savururken. “Bir şey yap!” Gözlerim, yapının şemasına geri döndü; merkezdeki sunucu, her şeyi kontrol ediyordu. “Oraya gitmeliyiz!” dedim, nefes nefese. “Sunucuyu yok edersek, dronlar durur!” Mahir başını salladı. “Ama nasıl? Şehir dron kaynıyor!”
O anda, yer sarsıldı—bir patlama, ama bu kez uzaktan değil, hemen yanımızdan. Molozların arasından bir şekil belirdi: bir araç, zırhlı, dev bir tank gibi, ama üstünde Kilikya logosu yoktu. Kapısı açıldı, ve bir kadın çıktı—genç, kısa saçlı, elinde bir silah. “Hadi!” diye bağırdı. “Girin!” İrfan şaşkınlıkla ona baktı. “Sen de kimsin?” dedi. Kadın gülümsedi, keskin bir gülümsemeyle. “Adım Leyla,” dedi. “Nehir’in düşmanıyım. Ve sizin dostunuzum. Hadi, yoksa dronlar sizi y utar!”
Tereddüt ettik, ama başka çaremiz yoktu. Araca atladık; Leyla gazı kökledi, tank şehirde hızla ilerledi. Dronlar peşimize düştü, ama araç zırhlıydı; lazerler, gövdesinde sadece çizikler bırakıyordu. “Sizi nasıl buldun?” dedi Leyla, direksiyona sıkıca tutunarak. “Orhan’ın gözleri. Sinyalini takip ettim.” Şaşkınlıkla ona baktım. “Beni nasıl biliyorsun?” dedim. Leyla aynadan bana baktı. “Çünkü ben de bir denektim,” dedi. “Ama kaçtım. Nehir’in ağından koptum. Ve şimdi, onu bitireceğiz.”
Araç, şehrin göbeğine, yeni yapının önüne ulaştı. Dev bir kule, ama camdan değil—sanki organik bir şeymiş gibi, yüzeyi nabız gibi atıyordu. “Bu ne?” dedi İrfan, korkuyla. Leyla dişlerini sıktı. “Nehir’in son eseri,” dedi. “Biyoteknolojik bir sunucu. Canlı bir ağ.” Erol başını salladı. “O yüzden çökmedi,” dedi. “Ağ, kendi kendine düşünüyor.” Gözlerim, yapının içine sızdı; kapsüller, denekler, ve merkezde bir çekirdek—sanki bir kalp gibi atıyordu.
Leyla aracı durdurdu, silahını kaldırdı. “Plan basit,” dedi. “İçeri giriyoruz, çekirdeği yok ediyoruz. Ama Orhan, sen kilit önemdesin. Gözlerin, ağı çökertebilir.” Başımı salladım, ama korku içimi kemiriyordu. “Ya kopamazsam?” dedim. Leyla bana baktı, gözlerinde bir kararlılık. “O zaman seni koparırım,” dedi. “Ama pes etmek yok.”
Aracın kapısını açtık, yapıya daldık. İçerisi, bir organizma gibiydi—duvarlar nabız atıyor, koridorlar damar gibi kıvrılıyordu. Dronlar, böcek gibi sürüler halinde saldırdı. İrfan çubuğunu savurdu, Mahir bozucuyu çalıştırdı, Leyla silahıyla ateş etti. Erol, kristal cihazını bana uzattı. “Kullan,” dedi. Cihazı çalıştırdım; gözlerimde bir acı, ama zihnim açıldı—çekirdeğin sistemine sızdım. Yok et. Ama o anda, Nehir’in sesi zihnimde yankılandı: “Orhan, hoş geldin. Artık tamamen benimsin.”
Zihnim, Ay’a çekildi; tozlu yüzey, mavi Dünya. Ama pes etmedim. İrfan’ın sesi, gerçek dünyadan geldi: “Orhan, dayan!” Çekirdeğe bir komut gönderdim: Çök. Yapı sarsıldı, duvarlar çatladı. Nehir’in çığlığı zihnimde yankılandı. Gözlerim açıldı; çekirdek patladı, kapsüller karardı. Leyla bana sarıldı. “Başardın!” dedi.
Ama o anda, yapı çökmeye başladı. Koştuk, alevlerin ve molozların arasından çıktık. Şehir, bir savaş alanıydı, ama dronlar sustu. Nehir, yok olmuştu—ya da öyle umuyorduk. İrfan elimi tuttu. “Özgürsün,” dedi. Ama gözlerimde bir titreşim vardı—zayıf, ama gerçek. “Belki,” dedim, Ay’a bakarak. “Ama savaş bitmedi.”
(1087 kelime)