Toz ve Gölgeler

1039 Words
Şehrin kuzeyindeki terk edilmiş sanayi bölgesinden uzaklaşırken, ayak seslerimiz paslı zeminde yankılanıyordu. Gökyüzü, bulutların arasında kaybolan Ay’la birlikte gri bir örtüye bürünmüştü. İrfan önden gidiyor, elindeki demir çubuğu hâlâ sıkıca tutuyordu; sanki her an bir dron ya da Nehir Hanım’ın gölgesi karşımıza çıkabilirmiş gibi. Ben ise adımlarımı zor atıyordum. Bedenim geri dönmüştü, evet, ama zihnim hâlâ o kapsülde, Ay’ın tozlu yüzeyinde bir yerlerde asılı kalmış gibiydi. Gözlerimdeki his—o biyoteknolojik kristalin titreşimi—hâlâ silinmemişti. “Orhan,” dedi İrfan, bir an durup bana bakarak. “Yüzün kireç gibi. Emin misin iyisin?” Başımı salladım, ama bu bir yalandı. “İyiyim,” dedim, sesim kendime bile yabancı geliyordu. “Sadece… düşünmem gerek.” İrfan kaşlarını çattı, ama üstelemedi. “Mahir’in dükkânına dönelim,” dedi, kararlılıkla. “Orası güvenli. En azından şimdilik.” Haklıydı; Nehir Hanım kaçmış olsa da, dronlar susmuş olsa da, bu iş bitmemişti. Proje Luna, Salim Bey, o mikroçip… Hepsi hâlâ peşimizdeydi. Sokaklar, geceyle birlikte daha da tekinsizleşmişti. Birleşik Sokak’ın sınırlarını geçtik, dar ara yollara saptık. Her gölge, her rüzgâr sesi beni irkiltiyordu. Gözlerim, kendi kendine tarama yapar gibi etrafı kolaçan ediyordu; sanki hâlâ Luna Ağı’na bağlıymışım gibi. Bir an, bir harita parçası zihnimde belirdi—kısa, bulanık, ama tanıdık. “Dur,” dedim, İrfan’ı kolundan tutarak. “Ne?” dedi, şaşkınlıkla. “Yine mi görüyorsun?” Başımı salladım, gözlerimi kapatarak görüntüyü netleştirmeye çalıştım. “Bir yer,” dedim, nefes nefese. “Mahir’in dükkânına yakın. Ama… bir tuzak olabilir.” İrfan yüzüme baktı, gözlerinde kararlı bir parlama vardı. “Tuzaksa, üstesinden geliriz,” dedi, çubuğu omzuna vurarak. “Ama önce ne gördüğünü tarif et.” Görüntüyü zihnimde canlandırdım: dar bir sokak, paslı bir kapı, üzerinde soluk bir tabela—“Kilikya Arşivi.” “Arşiv mi?” dedim, kendi kendime. “Nehir Hanım’ın belgeleri… Belki orada daha fazlası vardır.” İrfan başını salladı. “O zaman Mahir’e gider, durumu anlatırız. Sonra arşive bakarız. Ama yalnız değil—Mahir’i de alırız.” Mahir’in dükkânına vardığımızda, kapı hafif aralıktı. İrfan hemen tetikte oldu, çubuğu hazır tutarak içeri süzüldü. “Mahir?” diye seslendi, sesi alçak ama gergin. İçeriden bir hışırtı geldi, sonra Mahir’in tanıdık sesi: “İrfan? Orhan? Tanrı’ya şükür!” Mahir, dükkânın arka odasından çıktı; yüzü terli, ellerinde bir sürü kablo ve alet vardı. “Neredeydiniz?” dedi, bize bakarak. “Dronlar burayı da taradı, ama bir şey bulamadan gittiler.” İrfan durumu kısaca özetledi: Depo 7, Nehir Hanım, kapsül, Luna Ağı. Mahir’in gözleri büyüdü, özellikle “zihin yüklemesi” kısmında. “Bu… delilik,” dedi, fısıldayarak. “Ama imkânsız değil. Biyoteknoloji bu seviyeye geldiyse…” Sözünü kesti, elindeki kablolara bakarak. “O çip,” dedi, aniden. “Onun kalıntıları bende. İnceledim.” Masaya yöneldi, bir kutudan o yeşilimsi kristalin parçalarını çıkardı. “Bu,” dedi, cımbızla bir parçayı kaldırarak, “sadece bir verici değil. Aynı zamanda bir nöral köprü. Zihni bir ağa bağlamak için tasarlanmış.” İrfan öfkeyle masaya vurdu. “Yani Orhan’ı bir makineye mi çevirmeye çalıştılar?” Mahir başını salladı. “Makine değil. Bir tür… hibrit. Bedeni burada, zihni ise başka bir yerde işleyen bir sistem.” Bana döndü, gözlerime bakarak. “Hâlâ hissediyor musun? O bağlantıyı?” Elbette hissediyordum. Gözlerimdeki titreşim, zihnimdeki o hafif bulanıklık… “Evet,” dedim, zorlukla. “Ama kontrol bende gibi. Şimdilik.” Mahir kaşlarını çattı. “Şimdilik,” dedi, tekrarlayarak. “Eğer bu kristal aktifse, seni hâlâ izliyor olabilirler.” İrfan araya girdi. “O zaman ne yapacağız? Gözlerini mi çıkaracağız?” Sesi öfkeliydi, ama gözlerinde korku vardı. “Hayır,” dedim, sertçe. “Gözlerimle yaşayacağım. Ama onların kontrolünden çıkacağım.” Mahir’e döndüm. “Bu kristali devre dışı bırakabilir misin?” Mahir bir an düşündü, sonra başını kaşlarını çatarak. “Belki,” dedi. “Ama riskli. Kristal, gözlerinle entegre. Onu devre dışı bırakırsak, görme yetini kaybedebilirsin. Ya da daha kötüsü…” Sustu, ama neyi kastettiğini anlamıştım. Zihnim, bir şekilde o kristale bağlıydı. Onu çıkarırsak, belki de kendimi kaybederdim. “Başka bir yol bulmalıyız,” dedim, kararlılıkla. “Kilikya Arşivi’ni gördüm. Orada bir şeyler var—belgeler, veriler, belki Nehir Hanım’ın planları.” Mahir şaşkınlıkla bana baktı. “Arşiv mi?” dedi. “O yer terk edilmiş. Yıllar önce kapandı. Ama…” Bir an duraksadı, sonra çekmeceden eski bir anahtar çıkardı. “Orada çalıştım, gençken. Hâlâ bir anahtarım var.” İrfan gülümsedi, ilk kez rahatlamış gibi. “İşte bu,” dedi. “Gidelim, hemen.” Ama Mahir tereddüt etti. “Orası tehlikeli olabilir,” dedi, sesi alçalarak. “Proje Luna, Kilikya Arşivi’nde başladı. Eğer Nehir Hanım oraya gittiyse, yalnız değildir.” O anda, gözlerimde bir parlama oldu—kısa, ama keskin. Bir görüntü: paslı kapı, arşivin içi, raflarda kutular ve… bir gölge. İnsan değil, ama hareket eden bir şey. “Bir şey var,” dedim, nefes nefese. “Arşivde. Canlı.” İrfan ve Mahir bana baktı, ikisi de donakalmıştı. “Ne gördün?” dedi Mahir, cımbızı masaya bırakarak. “Bilmiyorum,” dedim, dürüstçe. “Ama bizi bekliyor.” İrfan çubuğunu aldı, kararlılıkla. “O zaman hazırlanalım,” dedi. “Nehir Hanım, dronlar, ya da her neyse… Karşılarına çıkacağız.” Mahir başını salladı, alet kutusunu topladı. “Size yardım ederim,” dedi. “Ama önce, Orhan, şu kristali kontrol etmemiz gerek. En azından sinyalini zayıflatabilirim.” Bana bir sandalye işaret etti, elinde küçük bir cihazla yaklaştı. “Hazır mısın?” dedi, gözlerime bakarak. Derin bir nefes aldım. “Hazırım,” dedim, ama içimde bir korku kıpırdanıyordu. Gözlerim, benimle Ay arasında bir köprüydü. Ama aynı zamanda bir tuzak. Mahir cihazı çalıştırdı; bir vızıltı sesi, sonra gözlerimde hafif bir yanma. Görüntüler titredi, zihnimdeki harita soldu. Ama hâlâ görebiliyordum. “Başardık mı?” dedim, nefes nefese. Mahir cihazı kapattı, kaşlarını çatarak. “Biraz,” dedi. “Ama tamamen değil. Arşive gidersek, dikkatli olmalıyız. Seni hâlâ izliyor olabilirler.” Dükkândan çıktık, geceye karıştık. Kilikya Arşivi, sadece birkaç sokak ötedeydi. İrfan önde, Mahir yanımda, ben ise gözlerimdeki titreşimi hissederek yürüyordum. Ay, bulutların arasından bir an göründü; soğuk, sessiz, ama sanki beni çağırıyordu. “Seni yeneceğim,” diye düşündüm, ona bakarak. “Ne pahasına olursa olsun.” Arşivin paslı kapısı karşımıza çıktığında, Mahir anahtarı çıkardı. Ama o anda, gözlerimde bir görüntü belirdi: gölge, kapının ardında, bizi bekliyordu. “Hazırlanın,” dedim, fısıldayarak. “İçeride yalnız değiliz.” İrfan çubuğunu sıktı, Mahir kapıyı açtı. Karanlık, bizi yuttu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD