Kadının uzun kirpikleri, göz kapaklarının üzerinde oynaşıyordu.
“Uyandın”
Sesiyle birlikte gözlerini açtı. Kısık bakışları loş odanın aydınlığına kısa sürede alışmıştı. Bir süre manasız baktı. Sonra ardına dek açılan gözleri eşliğinde doğruldu. Yatağın yanında duran dolabın üzerindeki mumun ışığı, titredi.
Prens omuzlarını kavrayarak yataktan kalkmasına mani oldu.
“Bırak beni!” dedi sertçe. Araladığı dudaklarından yayılan açlığın kokusunu duyumsayan prens, burnunu büktü. Kaç gündür yemek yememişti?
“Kalkma”
Bir kez daha onu zorlayarak “Çekil” dedi kadın. Bu kez ona engel olmadı. Üzerindeki örtüyü yere doğru fırlatarak yerinden hızla kalmıştı. Tıpkı yataktan sarkarak yere değen örtü gibi savrulan bedenini izledi. Ancak müdahale etmedi. Titrek elleri yatağa tutundu, dizleri zemine çarptı. Aldığı darbelerin acısıyla buruşan yüzüne baktı.
“Kalkma demiştim”
Öfkeyle ona çevrilen gözleri çakmak çakmaktı. Diğer yağmacılar gibi yeşil olan irislerine ilgiyle baktı. Seçimini doğru yaptığı için bir kez daha kendini tebrik etti. Kardeşi kadar koyu renk değildi ama işlerini görecek olması yeterliydi.
Prensesin dolgun hatları ve yuvarlak bir yüzü vardı. Ancak yağmacı kadın tam aksi özelliklere sahipti. Zayıf diyemezdi. Sürekli avlandıkları için vücudu buna göre şekillenmiş ve sıkılaşmıştı. Bu görüntü, elbiselerle örtüldüğünde gizlenebilirdi. Neyse ki ten renkleri uyuşuyordu. Prensesin annesi güneyli olduğu için koyu tenliydi. Prensin annesi ise kuzeyliydi. Bir nevi kraliyet ailesindenmiş gibi görünmeyen tek kişi aslında prenses Lindiwe’di. Çünkü diğer kardeşlerinin anneleri de kuzeyliydi.
“Sende kimsin?”
Hırçın sesiyle birlikte titreyerek doğrulmaya çalışmasını izledi. Göz kapaklarını esefle kapattı. Böylesine aykırı birini nasıl prensese dönüştürecekti? Soylu da olsa her şey görüntüden ibaret değildi. Edep ve görgü kurallarını öğrenmesi yıllarını alabilirdi. Bu kurallara uyması ise kim bilir ne kadar mümkündü.
Gerekli gereksiz tüm düşüncelerine rağmen pes etmek gibi bir tercih hakkı yoktu. Ucuna oturduğu yataktan doğrularak yüzünü kadına döndü. Ellerini karnında birleştirdi ve reverans yaptı.
“Ben Nhamo, Kuzey Ferq prensi”
Birkaç saniye bu şekilde bekledikten sonra sırtını dikleştirdi. Kadının olanlara anlam vermeye çalışan gözleri karmaşa içindeydi. Sorularını cevaplama vakti gelmişti. “Saldırıya uğradığını hatırlıyor musun?” dedi.
“Evet”
Yatağa tutunan ellerinden birini kalbine götürdü. Onun bükülen boynuyla birlikte kardeşinin acısına şahit oldu sanki.
“Geçecek! Seni iyileştirmek için buradayım”
“Ailem nerede?”
Dizlerinden aldığı destekle doğrulmaya çalıştığında yatağın ayak ucundan dönerek yanına ulaştı. Elini sırtına koydu. Diğer eliyle dirseğini tuttu ve tekrar yatağa oturmasını sağladı.
“İyiler merak etme. Buraya geldiklerinde çok bitkin düşmüşlerdi. Bu nedenle evlerine giderek dinlenmelerini söyledim”
Kadın hafifçe başını sallayarak sırtını yatağın demir başlığına verdi. Yastığı alarak sırtıyla başının arkasına koydu ve rahat etmesini sağladı. Başını kaldırarak ona baktığında aralarındaki mesafe sıfıra inivermişti. Geri çekildi. Ardından “Önce karnını doyuralım” dedi.
O başını sallayıp karnına bakarken sırtını döndü ve kapıya ulaştı. Tahta kapıyı hafifçe aralayarak önünde dikilen muhafızına yiyecek bir şeyler getirmesini söyledi.
Geri dönüp sandalyeye kurulduğunda kadının, yatağın etrafından sarkan tüllere ve odadaki eşyalara ilgiyle baktığını gördü. Muhtemelen nerede olduğuyla ilgili fikir yürütmekle meşguldü. Çok uzun sürmeyen ilgisi dağıldığında başını geri yatırarak iç çekti. Göz kapakları kapandı ve yatağın üzerinde duran elleri yumruk oldu. “Acının ne olduğunu bilmiyormuşum” dedi yorgunlukla. Dudakları dışında hareketsizdi. Şimdiye dek aldığı yaralar belli ki bu işkencenin yanında sönük kalmıştı.
“Tarif et bana”
Alacağı cevabın ağırlığını bekleyerek yutkundu prens. Huzursuzdu. Kardeşinin çektiklerini duymak onun acısını ne azaltacak ne de ıstırabıma son verecekti. Yine de onu kurtaramadığı günler için acı çekmek, kendini cezalandırmak istiyordu.
Sessizlik uzasa da kadına beklentiyle bakmayı sürdürdü. Saniyeler su gibi akarken onu cevaplamadığı her an daha da sabırsızlandı. Yağmacı kadının aynı acıları tekrar tekrar başa sardığından, istediği tarifi bulmak için çabaladığından habersizdi.
“Hadi!” dedi daha fazla dayanamayarak.
Göz kapaklarını aralayarak yüzünü ona döndü kadın. Gözlerinin içi titriyordu. Mumun titrek alevinde kirpiklerini ıslatan birkaç damla, göz pınarlarında süzüldü. Sonra gözlerini kaçırarak “Bulamıyorum” dedi. Yumruk olan elleriyle yüzünü temizledi.
“Anlıyorum”
Oturduğu sandalyeden kalktı prens. Bir yağmacı dahi çektiği acıyla ağlıyordu. Vücudu prensesten daha dayanıklı, yaşanmışlıkları daha fazlaydı. Narin elleri sıcak sudan soğuk suya girmeyen prensesleri nasıl dayanmıştı? Pamuk gibi yumuşacık teni kemirilirken nasıl direnmişti?
Yumruk olan ellerini koltuklarına kıstırdı ama yüzeye çıkan saldırganlığına engel olamadı. Önüne dek geldiği kapıya başını vurarak onu kurt gibi yiyen azaba son vermeye çalıştı. Neden onu kurtaramamıştı? Neden onun yerine ölememişti?
Kapı vuruşlarıyla birlikte aralanarak üstüne geldiğinde onu tutarak geri çekmeye çalışan kollardan kurtuldu. Yüzünü geriye döndü. Elini kolunu sallayarak ona bir şeyler söyleyen kadına nefretle baktı. Biraz daha erken gelmiş olsalardı eğer kardeşini kurtarabilirdi.
“Sizin yüzünüzden!!!” diye haykırdı. Bedeni tir tir titriyor, öfkesi katlanarak artıyordu.
Kadın, duyamadığı ve anlayamadığı sözlerine son vererek durduğunda şaşkın gözlerine aldırmadan üzerine yürüdü. Yumruk olan ellerini güçte olsa açarak yağmacının boğazına yapıştı. Parmaklarının altında atan damarların kan akışını durdurdu. Kadının sırtını örtülerin olduğu uzun dolaba çarptı. Cansız elleri onu engellemek için çırpınırken kocaman olan gözlerinde hala belirsiz bir şaşkınlık vardı.
“Prensim!” diyerek onu kadının üzerinden almaya çalışan muhafızını diğer eliyle uzak tuttu. Ancak ona engel olan ellerin sayısı bir anda arttı ve kadın parmaklarının altından uzaklaştırıldı.
Kollarını saran ellerden kurtulmak için çırpınıp durdu. Dolabın önüne çökerek iki büklüm olan kadın öksürüklerine rağmen ona bakmayı sürdürdü. Ona neden saldırdığını anlayamamış görünüyordu. Anlatacaktı... Anlamasını sağlayacaktı! Neden kardeşini kaybettiğini, neden onları suçladığını söyleyecek ve telafisini isteyecekti. Sonra onu kullanabildiği kadar kullanacak ve işi bittiğinde bir kenara atacaktı.
Kadının yanakları kızarmış ve nefessiz kalmıştı. Başını eğdi. Öne düşen siyah saçları yüzünü perdeledi.
Derin derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştı prens. Kabullenemiyordu. Aslında onun, kadının hiçbir yanlışının olmadığını biliyordu. Her şeyi doğru yaptığını da biliyordu. İşlerini o kadar ciddiye almışlardı ki kadın, tüyler için neredeyse canından olacaktı.
“Bırakın!” dedi onu tutan askerlerine. Verdiği emre rağmen hareket etmediklerinde gözlerini üzerlerinde gezdirdi. Tereddüt ederek gerilediler. Kapının arkasından gelen gürültüyle soluklandı. Ardından dışarıya kulak vererek üzerini düzeltti.
“Neler oluyor?”
“İçeride neler olduğunu merak ediyorlar” dedi muhafızı. Gözleri bir yerdeki kadına bir ona değiyordu.
“Çıkın”
İki asker, bu kez onu ikiletmeden başlarını eğdi ve sessizce çıktılar odadan. Kapıya biriken insanları uzaklaştırdıklarını duyabiliyordu.
“Sende çık” dedi muhafızına.
“Burada kalmam daha sağlıklı” diyerek koltuklara doğru ilerledi adamı. Öfkeyle soludu prens. Boynunda atan damarın gerginliğini gidermek için parmaklarıyla tenini ovaladı. Muhafızı, onu takmayarak koltuğuna oturdu ve bacaklarını uzatarak koluyla başını destekledi.
Yüzündeki örtüyü kaldırmıştı. Kirli sakalları sert hatlarını yumuşatmış ve onu daha insancıl göstermişti. Pek sıcak kanlı biri sayılmazdı. Yıllardır birlikte olmalarına rağmen kendinden çok az bahseder, genellikle karşısındakini dinlemeyi tercih ederdi. Mantıklı düşünemediği zamanlarda onun emirlerine itaat etmez ve kendince doğru olanı yapmayı tercih ederdi. Ona kızmak istese de verdiği karara itiraz etmedi. Şimdiye dek yanlış karar verdiğini görmemişti.