En sadık muhafızı içeriye süzülerek kapıyı kapattı.
“Bir isteğiniz var mı prensim?”
Başını iki yana sallayarak “Kardeşim?” dedi.
“Merak etmeyin efendim. Onu uygun şekilde uğurladık”
İç çekerek dolabın üzerindeki kutuyu toparladı prens. Adamının gözlerinin yatakta takılı kaldığının ve ondan bir açıklama beklediğinin farkındaydı. Neyseki yatağı örten tüller kadını gizliyordu.
“Ilık su ve temiz bez iste” dedi ona dönmeden. Kapı açıldığı sessizlikle örtüldü. Çekmeceyi kapattı. Ardından el çabukluğuyla yerde kalan bütün tüyleri topladı ve kardeşinin mendillerine sardı. Dört top olmuşlardı. Tedavisi için kaç günde bir tüy yakması gerekeceğini bilmiyordu. Bu nedenle ne kadar uzun süre dayanabileceklerini hesaplayamadı.
Tülü hafifçe kaldırdı ve askısına tutturdu. Ardından kadının üzerine eğilerek yarasını kontrol etti. Tenindeki küller kaybolarak onu sağlıklı ışıltısına kavuşturmuştu. Daha önce böyle bir mucizeyle karşılaşmadığı için şaşırması gerekirdi. Ancak kardeşi anlattıklarıyla olacaklara çok önceden hazırlamıştı onu.
Mendilleri çekmeceye tıkıştırarak doğruldu. Kadının ağır ve pis çizmelerini çıkardı. Biraz önce çarşaf aldığı dolaba ilerleyerek bir top daha aldı. Muhafızı tekrar kapıyı tıklattığında kadını yeşil örtülerle örtmüştü.
Dolabın üzerindeki ıvır zıvırı kenara çekerek “Şuraya bırak” dedi.
“Efendim?”
Adam, önünden çekildiğinde getirdiği bezlerden birini alarak açtı ve geniş kabın içindeki suya daldırdı.
“Evet?”
“Saraya ne zaman haber göndereceğiz?”
Yeterince su alan bezi sıkarak katladı. Sonra kadının yüzüne yapışan ince saç tellerini çekerek yüzünü temizlemeye başladı.
“Neyin haberini göndereceğiz?”
“Prenses...”
“Bak işte...” Kadının alnını temizleyerek yanaklarına geçtiğinde “...prensesimiz burada” diyerek güçte olsa tamamladı sözlerini. Boğazı düğümlendi. Zar zor yutkundu.
“Ama...”
Eğdiği başını kaldırarak sertçe baktı muhafızına. Siyah pelerinin içinde sadece kestane saçları ve gözleri görünüyordu. Yüzünü saran örtüyü henüz kaldırmamıştı.
“Emredersiniz” diyerek başını eğince “Şunları götür” dedi ve kirli bezi tekrar suya daldırdı. Muhafız, çenesiyle gösterdiği örtüleri kucakladı ve odadan çıktı.
Prens, elindeki bezi suyun içine fırlattı. Dalgalanan su kaptan taşarak ahşabı ıslattı. Böyle olmasını o istememişti.
Gündüzün hararetini bastırarak sokulan gecenin sessizliğinde şehre girdi yabancı. Üzerinde eğreti duran gömleği çekiştirerek saçlarına sardığı örtüyü düzeltti. Sağa solu kolaçan etti. Ardından şehrin sokaklarına daldı. Lideri birkaç günlüğüne ormandan uzaklaştığı için bu şansın bir kez daha gelmeyeceğini biliyordu. O yola çıkar çıkmaz sessizce ayrılmıştı ormandan. Uğradığı ilk köyde üzerine birkaç parça kıyafet geçirmişti.
Uçarak gelmeyi göze alamamıştı. Bu nedenle yürümeye alışkın olmayan bacakları sızlıyor ve ara ara kasılıyordu. İki gündür yediği artıklardan bıkmıştı. Ancak sabırlıydı. Nasıl olsa arkadaşını öldüren o yağmacıları bulduğunda kendine güzel bir ziyafet çekecekti. Kalplerinin ağzında erimesi için aç kalmaya değerdi. Ağzı sulandı. Kuru dudaklarını saran tozu diliyle yaladı.
Arzusunu kırbaçlayan düşüncelerin tadını, lokantalarda çevrilen etin nefis kokusu bile bastıramadı. Eğer liderleri onları canlı bırakmasaydı bu arzuyu paylaşmak zorunda kalabilirdi. Kuzgun kadına olan kızgınlığı bu farkındalıkla geçti.
Onları nasıl bulacağını bilmiyordu. Daha fazla zaman kaybedemezdi. Eğer liderden önce dönmezse sorgulanırdı. Bu gece onların işini bitirip dönmeliydi. Kaç gündür açamadığı kanatlarını açarak karanlık ağarmadan ormana varırdı belki.
Şehir büyüktü. Daha önce uğradığı köylerden oldukça farklıydı. Güneş batmış olmasına rağmen insanlar hala sokaklardaydı. Baktığı her yüzde yağmacıları aradı gözleri. Dükkanların önünde yoğunlaşan kalabalık kesimlere girerek ilerlemeye ve bir kişiyi dahi gözden kaçırmamaya özen gösterdi.
Evlerin ve dükkanların içine girme riskini göze alamıyordu. Geldiği sessizlikle işini bitirmesi şarttı. Birkaç saat sokaklarda bu şekilde dolandı. Çok fazla yerleşim yeri vardı ve bu şehir nedense fazla kalabalıktı.
Aç ve bitkin halde geldiği yönü geri dönmeye başladı. Fazla zamanı kalmamıştı ve hala ne yapması gerektiğini bilmiyordu. İnsanlar evlerine çekilmişti. Dükkanlar lambalarını söndürmüş ve kapılarını kilitlemişlerdi. Elleri ceplerinde ilerlemeye başladı. Hırsı söndü. Onları bulamadığı yetmezmiş gibi şimdi onca yolu geri yürümesi gerekiyordu. Şehir kapısı kapanmadan çıkmalıydı. Eğer avına ulaşmış olsaydı kazandığı güçle buradan çıkmak çok daha kolay olacaktı.
Yanından geçerek devriye gezen askerlerin keyifli kahkahaları sokaklarda yankılandı. Sarhoşların ve evsizlerin dengesiz tavırları dikkatini çekti. Fazla pervasız görünüyorlardı. Belki de onlardan birini kuytulara çekmeliydi. Hayır, hiçbiri aç ruhuna hitap etmiyordu.
Şehrin içine doğru girmişti. Aynı güzergah yerine başka bir yoldan dönmek istese de riske girmeye ve başına iş almaya korkuyordu.
Yanından geçtiği evlerin gaz lambaları sokakları yeterince aydınlatmıyordu. Sadece belli kesimlere yerleştirilmiş meşaleler vardı. Bu nedenle aydınlık yolundan sapmadan devam etti.
Hanların coşkulu gürültüsü sokaklara taşarken insanların gece eğlencelerinin nasıl olduğunu merak etmeye başlamıştı.
Omuzları çökük, bitkin bir halde ilerlerken “Durumu nasıl?” diyen bir ses duydu kulakları. Tanıdıktı. Ayakları durdu. Sırtını yüksek duvarlara vererek yan yan ilerledi. Köşeyi dönmeden başını uzattı.
İki gölge hanın duvarına sinmiş fısıltıyla konuşuyorlardı. Meşaleler orayı aydınlatamayacak kadar uzaktı. Kulak kesildi.
“Öldü. Bir kez daha gelirsen sende öleceksin” Dedi diğeri. Ardından cevap beklemeden sırtını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Karanlık gecede uzun pelerini arkasından savruluyordu.
Kuzgun adam gülümsedi. Kadın ölmüş olmalıydı. Yağmacı başını yüksek duvarlara doğru kaldırdı. Bir süre sessizce bekledi. Ardından başını indirerek karanlık sokaklara saptı. Adımları yavaş ve dengesizdi. Saklandığı duvardan sıyrılarak arkasından onu izledi. Gölgelere kalmaya ve ses çıkarmamaya özen gösterdi. Eğer onu evine kadar izleyebilirse diğerleriyle birlikte öldürecekti. Sonra güneşin doğmasını beklemeden şehirden uçarak ayrılacaktı.
Yokuş yukarı çıkarlarken dizlerini ovaladı. Eğer arzusu bu kadar güçlü olmasaydı onu kıl payı kaçıracak ve şehirden çıkacaktı. Belki de ona rastladığı için şanslıydı. Adam sonunda durduğunda cebinden çıkardığı anahtarla içeri süzülüşünü izledi.
Slime ailesinin evi şehrin dışında değildi. Ancak meydana tepeden bakacak kadar yüksekteydi. Oldukça geniş bir konaktı burası. Dış kapının üzerindeki tabelada aile isimleri vardı. İçerisi ise geniş bir bahçeyle çevriliydi. Renk renk çiçekler, ay ışığının altında seçiliyordu.
Kapının dışında kalan kuzgun ıssız sokağı kolaçan ederek üzerindeki kıyafetleri yırtıp attı. Kanatları özgürlüğe açılırken dudakları ölüm şarkısını söylemeye başlamıştı.
Havalandı. Konağın yüksek duvarına konarak bedenini kanatlarıyla gizledi. Gaz lambalarının ışığı pencerelerden dışarıya sızıyordu. Yağmacı içeri girerek gözden kaybolmuştu ama biraz sonra çağrısına karşı koyamayarak ayaklarına gelecekti. Aşağı atladı. Çıplak ayaklarının altındaki çiçekler ezildi. Nemli toprak keskin tırnaklarına sızdı.
Konağın bahçesine inşa edilmiş tahta yol ilerde üçe ayrılmıştı. Her yolun sonu bir kapıya çıkıyordu ve o kapılardan biri gıcırdayarak açılmıştı. Dudakları kıpırdamaya devam eden kuzgun, arzuyla soludu. Kanın kokusu, atan damarlarından dışarı yayılıyordu sanki.
Kokusunda adamın gücü ve yaşı gizliydi. İnsanlardan farklı olduğunu anlamak için gücünü hissetmesi yeterliydi. Duyuları bu kadar açıkken hissettiği güç, onu korkutmuştu. Ancak artık duramayacak kadar açtı arzusu.
Yağmacı yanına dek sokulduğunda kanatlarının ona sağladığı karanlıktan çıktı. Uzun ve siyah tüylerle kaplı tırnakları öne doğru uzandı. Ay ışığı bir anlığına değdi üzerine. Sonra yağmacının göğsünü yararak derinlere daldı. Kan kokusu anında dağıldı. İçinde volkan patlamıştı sanki. Nefes almadan avuçlarında atan kalbi çekip aldı. Ay ışığının altında dudaklarına doğru götürdüğü et parçasından sızan kanlar, parmaklarının arasından damlayarak düştü yeni sulanmış çiçeklerin üzerine.
Dudaklarını araladı. Keskin gagasını açtı bastırmaya çalıştığı hırıltısı serbest kaldı. Ağzına sığmayan eti gagalamaya başladığında önünde dikilmeye devam eden adamın göğsünden kan boşalıyordu. Son lokmayı iştahla ağzına tıkıştırdı. Can damarını kaybeden yağmacının bedeni, daha fazla ayakta duramayarak yıkıldı.
Yere devrilen bedeninden çıkan pat sesiyle birlikte bir kapı gıcırtısı daha duyuldu. Bu defa gücünü avını davet etmek için harcamadı ve süratle öne atıldı. Kadının çığlık atmak için aralanan dudaklarını, boynuna sapladığı tırnaklarıyla engelledi. Ağzından boşalan kanlar pençesine damlarken sırıttı. Hayatı boyunca bir daha böyle bir av bulamayacağının bilincinde ikinci kalbi kavradı ve tadına vara vara, küçük lokmalar alarak yuttu.