Saray askerlerinin giydiği kırmızı pelerini takıyordu asker. Saçları ve sakalı oldukça düzgündü. Yüz hatları ise yaşanmışlıkların izlerini taşıyordu. Keskin gözleri bir anlığına ona değdi. Sanki bir şeyleri gizlediğini hissetmişçesine kısıldı göz kapakları. Sonra hiçbir şey olmamış gibi önlerine geçerek hana girdi. İşte şimdi her şey bitmişti.
“Neden kardeşin hazırlanana kadar iki kadeh devirmiyoruz”
Prens onu sürüklercesine içeri soktuğunda ne yapacağını bilmedi. Hangi ara masaya oturdular, içkiler ne zaman önlerine konuldu kestiremedi. Gözleri ona sırıtmaya devam eden adamda olsa da zihni yukarıya çıkan askere takılmıştı. Ölü kadını bularak aşağı inmesi ne kadar sürerdi?
“Sorun ne?”
Elindeki gümüş kadehle ona bakan adamın gözleri şüpheyliydi. Onu köşeye kıstırmış olmanın verdiği hazzı son demine kadar yaşıyor olmalıydı.
Parmaklarını soğuk kadehe sardı ve “Sağlığınıza” diyerek kaldırdı.
Dudaklarına götürdüğü içkiden bir yudum alan Prens Vagus, yüzünü ekşitti ve kadehi masaya sertçe bıraktı. Ardından han sahibine kınayan bakışlarını gönderdi.
“Bil diye söylüyorum...”
Güçlükle yuttuğu içkiyi geri çıkarmamak için çabaladığı sırada sertleşmişti Prensin Vagus’un ses tonu. Kadehini yüzünden indirdiğinde ellerini masaya dayayarak yüzünü ona yaklaştırmış olduğunu gördü. Serseri ve bağnaz tavırlarını bir kenara atarak tehditkarca sürdürdü konuşmasını “...eğer prenses burada değilse bu şehirden ölün dahi çıkamaz!”
“Onsuz şehre girecek kadar aptal mı görünüyorum?”
“Ne!! Hayır hayır. Bunu kast etmediğimi biliyorsun.” Diyerek başını iki yana salladı ve ellerini teslim oluyorum dercesine havaya kaldırdı. “Bana gücenmemelisin. Onunla girdiğini doğrulamış olsakta hala burada olduğundan emin olmak zorundayım. Anlarsın ya?” dedi göz kırparak. Ellerini indirdi ve birbirine vurarak avuçlarına bulaşan kiri temizlemeye çalıştı. Geri çekilerek sırtını sandalyesine yasladığında yüzü yine memnuniyetsizlikten kırış kırış olmuştu.
Elini kadehine sıkıca sararak sıktı Nhamo. Yukarı çıkan saray muhafızı hala dönmemişti. Her şeyin bir an önce olup bitmesini istiyordu. Prens Vagus resmen onu küçümsüyor ve canıyla tehdit ediyordu. Prensesle evlilik anlaşması yapılmayacağını söylememişler miydi? Neden onu görmekte bu kadar ısrarcıydı?
“Prenses anlatıldığı kadar güzel mi?”
Merdivenleri sık sık kolaçan eden hınzır gözlerine bakarak hafifçe başını salladı. Yüzünde oluşmaya başlayan memnuniyeti mimiklerinden silmek istiyordu. Şehre girdikleri andan itibaren kardeşiyle evlenecek olan oymuş gibi davranıyordu. Sinsi planlarını tahmin etmek zor değildi. Güçlü biriyle evlenerek ki bu güçlü kişi kardeşi oluyordu, tahtta ki yerini sağlamlaştırmayı düşünüyor olmalıydı. Kralın buna izin verip vermeyeceğini merak etti. Hala genç ve dinçken prensesi oğluna bırakır mıydı?
“Prenses geliyor!” diyerek sesini yükselten muhafızıyla göz göze geldiğinden şoka girdi. Kimden bahsediyordu?
Sandalyesini iterek hızlıca kalkan Güney Celn prensi “Sonunda!” diye söylenerek merdivenlere doğru yol aldı.
Nhamo’un elinde titreyen kadeh devrildi. Kollarının ıslanmasına aldırmadan gözlerini merdivenin başına çevirdi. Kadının su yeşili gözleri, esmer teninde delice parlıyordu. İmkansız diye bağırdı zihni. Biraz önce o gözler kollarında sönmüştü.
YYYYYYYY
Odaya dolan hafif esintiyle savrulan tüller bir yukarı bir aşağı salınıyordu. Yağmacı kadının yıkandığı yassı küvet hala odanın ortasındaydı. Hemen yanında duran kovalarla su taşınmıştı. Birkaç tanesi henüz kullanılmadığı için temizdi ama iki tanesi çoktan boşaltılmıştı.
Boş yatak, belki de odadaki en toplu görünen şeydi. Prensin üzerinden çıkardığı kıyafetler koltuğun yanına yerleştirilen sandıkların önüne özensizce atılmış, bırakılmıştı.
Kapakları açık sandıkların içinden yayılan yasemin kokusu, hemen yanındaki koltuktan sızan kan kokusuna karışıyordu. Üstelik kadının göğsünde duran eli oldukça korkutucu görünüyordu. Kendi canımı kendim alırım diyen bir çizim yerleşmişti kareye. Saçlarının bir kısmı koltuktan sarkarak yere uzanmıştı. Öyle çok kanamıştı ki ne saç rengi ne de açıkta kalan teninin rengi seçiliyordu.
Karnına düşen eli yavaşça kalkarken odayı saran hava boğuldu. Güneş ışıkları geri çekilerek saklandı. Öleli daha çok olmamıştı. Belki de ölüler diyarını beğenmemiş ve geri dönmeye kalkmıştı. İçeriye doluşan kızgın karanlık, kadının elinden çıkarak yükseldi. Yarım metre kadar havaya kalkan avuçlarındaki güç, fırtına misali dönmeye ve daireler çizmeye başladı. Biraz sonra, top gibi ufalarak sakinleştiğinde oda uğuldamayı kesti. Açıkta kalan kıyafetler, sağa sola savrulmaya bıraktı.
Uzun ve siyah tırnakları gücü kavradı. Yavaşça inmeye başlayan eli doğruca göğsüne yönelmişti. Gözleri kapalıydı ve hareket eden eli dışında bilinçsizdi. Onu kontrol eden bir başkası mıydı yoksa yine kendi kendine mi zarar veriyordu?
Kalbi durmuş, bedenindeki kan son damlasına kadar çekilmişti. Sol göğsünün üzerinde duran tırnaklar aralandı. Avucunda dönen güç yumağı, kalbinin üzerine düşerek içeri sızdı. Bir saniye sonra sırt üstü uzanan bedeni sertçe ileri atıldı ve kalçasının üzerinde doğruldu. Ardından tekrar sırt üstü serildi. Sağ eli henüz kalbini bırakmamıştı. Tekrar ileri atıldı. Şimdi göz kapakları yarı açıktı. Simsiyah görünen gözleriyle tekrar sırt üstü serildi. Her sıçrayışında parmakları kalbinden sıyrılarak yüzeye çıkarken her düşüşünde acısı ve sancısı arttı.
Kandırılmıştı! İntikamını alarak üzerindeki aşağılanmışlığı silmek istemişti ama o kadar kolay değildi. Hem bedenen hem de ruhen kirlenmiş hissediyordu. Eğer onu kandırdığını söylememiş olsaydı yaşamayı seçer miydi?.. Ne kadarda saftı!
Onun çektiği acının aynısını çekmesini isteyerek almıştı ruhunu. Farkındaydı. Kuzguna ne yaparsa yapsın kendisi kadar aşağılanması imkansızdı. Onu öldürmeye çalışan birine duyduğu çekimi elbette normal karşılamamıştı. Sadece hissettiği açlığı bastırmak istemişti. Yaptıklarından, ona verdiği karşılıktan utandı. Vicdanı karşısında eziliyordu. Lanet okuduğu kuzgunların dürtülerinden çokta farklı hareket etmemişti. Onu kandırmasına izin vermişti. Biliyordu ama kendine itiraf etmemişti. Arzusu gerçeklerin önüne geçmişti. Şuan için tek isteği, güçsüzlüğü yüzünden bir kez daha aynı duruma düşmemekti.
Sırtı son kez koltuğa çarptığında sağ eli cokkk sesiyle yuvasından çıkarak savruldu ve koltuktan sarktı. Parmakları yere çarptı. Aldığı nefeslerle yükselen göğsünden kara dumanlar sızdı.
Gözlerini tavana çevirerek ağladı. Günlerdir çektiği acıya, kaybettiklerine sızlandı. Hıçkırıklarını kapatan kanlı avuçları gibi benliğini örtebilmeyi diliyordu. Hiçbir gözün bu acizliğini görmesine dayanamazdı.
Sol elini dudaklarından çekerek kanlı parmaklarıyla koltuğu kavradı. Aldığı destekle doğruldu ve sırtını yasladı. Göğsünden çekilen havlu, göbeğine dek açıkta bırakmıştı tenini. Aldığı her nefeste göğüslerinin ortasındaki boşluk, yavaşça silinerek mühürlendi.
Odayı turlayan cansız gözleri prensi aradı. Onu göremediğinde ise rahatlayarak saldı hıçkırıklarını. Göz yaşlarıyla ıslanan yüzü kan lekeleriyle doluydu. Yalnız olduğu için huzurluydu. Bir kez olsun başkası tarafından aşağılanmaktan kurtulmuştu.
Ne yazık ki kendine daha fazla zaman tanıyamazdı. Yalnızdı ama yalnızlığının ne kadar uzun süreceğini bilmiyordu. Üzerini örtmeyen havludan kurtularak ayaklarının üzerine bastı ve doğruldu. Göz yaşlarına rağmen şimdi daha güçlü hissediyordu. Küvete doğru giden adımları tereddütlüydü. Gerçekten yaşıyor muydu yoksa yine onun düşlerinden birine mi hapsolmuştu? Kuzgunun tekrar kendine yalan söylediğine inanıyordu. Her an karanlığa düşebilirdi.
İlk yıkandığının aksine buz gibi olan suya adımını atar atmaz rahatladı. Üzerindeki kan henüz kurumadığı için şanslıydı. Eğer kurusaydı sıcak suyla dahi çıkarması güç olacaktı.
Tam anlamıyla suya girdiğinde gözleri biraz önce kalktığı koltuğa takıldı. Pembeye çalan kumaşı kanıyla lekelenmişti. Ne kadarda çok kanamıştı. Hayatta kalmasının imkansız olduğunu açıkça görebiliyordu. Kuzgun adinin teki olmasına rağmen onu ölümden kurtarmıştı. Neden diye düşündü. Kendi yararına değilse onu neden kurtarmıştı?
Zaman kaybetmeden vücudunu ovmaya başladı. Düşüncelere dalmayı bırakmalı ve prens dönmeden burayı terk etmeliydi. Kirli suyun rengi kırmızıya çalmaya başladığında nefesini tutarak sırt üstü suyun altına uzandı. Parmaklarıyla saçlarını ovalarken suyun rengi koyulaştı. Artık odanın tahta tavanını göremiyordu. Üstelik nefes alma ihtiyacı duymuyordu. Şaşırdı. Güçlerini geri mi almıştı?
Sabırsızlanarak göz kapaklarını indirdi. Suyun altına sızan ışık silindi. Küvetin tahtalarını aşan görüsüyle gülümsedi. Benliğine kavuşmuştu. Sırada işitme duyusu vardı. Odaklandı. Kulaklarına değen ilk şey kapının çarpma sesiydi ki küvetteki suyu dalgalandıracak kadar şiddetliydi. Bunu duymak için güçlerine ihtiyacı yoktu. Sağır olsa duyardı.
Merakla içeriye giren yabancıyı inceledi. Kırmızı pelerini gördüğü an tanıdı. Adam saray muhafızıydı. Öyle herhangi bir muhafızda değildi. Onu defalarca kez Prens Vagus’un yanında görmüştü. Sarışındı. Çenesini örten sakallar bile yüzündeki şaşkınlığı gizleyemiyordu. Gözleri içeri girer girmez kanlı koltuğu bulmuştu. Etraftaki dağınıklıksa cabasıydı. Burada birilerinin öldüğünü anlamaması için aptal olması gerekirdi.
Eli kılıcında odayı turlamaya başladığında ne yapması gerektiğini düşündü. Eğer onu öldürür ve buradan kaçarsa eski kimliğiyle yaşayabilir miydi? Hayır. Bunu yapamazdı. Muhtemelen şehirdeki herkes en köklü yağmacıların öldüğünü öğrenmişti. Ortalıkta yağmacı olarak dolaşarak kuzgunların tekrar peşine düşme ihtimalini göze alamazdı. Onlarla fiziksel olarak savaşamayacağını anlayacak kadar yaşanmışlığı vardı artık.
Güney Celn’de beş kuruşsuz yaşayabilir ve başının çaresine bakabilirdi ama asla kimliksiz bir yağmacı olarak yaşayamazdı. Şimdilik geriye kalan tek seçeneği Kuzey Ferq Prensesi olmaktı. Bunu yapabilir miydi? Prensin çıkarlarıyla kendi çıkarlarının örtüştüğünü fark edince duraksadı.
Parmaklarıyla koltuktaki kanın tazeliğini kontrol eden adam, kanlı havluyu alarak kaldırdı. Ardından gözleri sandığa ve yerdeki kıyafetlere değdi.
Eğer prenses olmayı başarırsa evlilikten kaçınmanın ve kendi halinde yaşamanın bir yolunu bulabilirdi. Hayır! Bunu seçenek olarak bile göremezdi. Kimi kandırıyordu ki? Bir prenses gibi davranmasının imkanı yoktu.
Saray muhafızı elindeki havluyu yavaşça koltuğun üzerine bırakarak ondan tarafa döndüğünde ağzındaki acı tadı gidermek için yutkundu. Adam, ufak adımlarla küvete yöneldi. Hala saçında duran ellerini kıpırdatmaya korkarak bekledi. Tek bir hareketi suyu dalgalandırmak için yeterliydi.
Keskin gözleri, kıstığı göz kapaklarının arasında parlıyordu. Adamın kararlılığını görebiliyordu. Pes etmeyecekti. Küvete ulaştığında gözleri kanlı suyu taradı. Cevap bulmak için bu kadar uğraşması şart mıydı? Hizmet ettiği adamı hatırlayınca evet diye düşündü. Bu kadar ısrarcı olmak doğasında vardı.
Elini kılıcından çektiğinde kendine son bir soru yöneltti.
Onu öldürebilir miydi?