VAGUS

1407 Words
Korkmuyordu! Asla korkmazdı. Sadece yalnız kalmak istemiyordu. “Tamam” dedi çocuksu kahkahası yüzüne çarpan adam. “Fazla zamanımız kalmadı. Elini ver” İstediğini yaparak elini ona uzattı. “Hayır sol elini” İkazıyla diğer elini kucağından kaldırdı ve eline bıraktı. “İşte burası” dedi. Avucunu serin göğsüne, kalbinin üzerine bastırmıştı. Neden bu kadar soğuk olduğunu merak etti. “Ben şansımı kaybedeli çok oldu. İkimizin de bu karanlıkta hapsolmasının bir anlamı yok. Al onu!” Kalbini almasını mı istiyordu? “Hayır. Artık bir kalbim yok” diyerek kıkırdadı adam. Sesinde hüzün ve kararlılık dışında hiç bir şey yoktu. “Altına bak. Orada içsel enerjimi göreceksin. Benden geriye kalan tek şey o ve sen, hayatta kalmak için onu almalısın” Bunu yapmak istemiyordu? Elini, onu hapseden iri elinden kurtararak geri çekti ve başını iki yana salladı. “Heyy!” dedi nazikçe alnına dokunarak. “Aptal olma” Kucağından kalkmak için hareketlendi ama adam ona izin vermeyerek bacaklarını etrafına sardı. Onu tam anlamıyla kapana kıstırmıştı. “Ben zaten seninleyim” derken elinin tersini kalbine sürttü. “Unutma seni hayata döndüren parçam hala orada.” Onlar gibi olmak istemediğini görmüyor muydu? “Bizim gibi olmayacaksın” diyerek düşüncelerine cevap verdiğinde duraksadı. Nasıl olacaktı? “Yeşil kuzgunların bizim ki gibi açlıkları yok. Üstelik sen ne bizim gibi ne de onlar gibi olacaksın. Kendi gücünle kendi bilincinle yükseleceksin.” Hayatında yaşamaya değer ne kalmıştı? “Burada kalmaktan çok daha iyidir” dedi kuzgun, bir kez daha onu ikna etmeye çalışarak. Kadının gözlerinde siyahlık kaybolmaya yüz tutmuştu. Fazla zamanlarının kalmadığının bilincinde “Birkaç nefes sonra bende yok olacağım. Tereddüt etme şansın yok” diyerek tuttu çektiği elini. Kadın ona olan zaafının sahte olduğunun farkında değildi. Direnip durması bu yüzdendi. Halbuki her şey onu avlarken üzerinde bıraktığı etkiden ibaretti. Gözleri yeşillerine geri kavuşmaya başladığında “Hissettiğin her şey sahte. Sadece zihnine yerleştirdiğim bir kurguyla duygularının hakimiyetini kaybettin!” dedi, onu küçümsercesine. Ses tonunun ve acınası bakan gözlerinin onun iç güdülerini kırbaçlayacağını biliyordu. Öyle de oldu. Kadının şaşkın mimikleri silindi, yeşil gözleri alev alev öfke doldu. Sonra tırnakları tenini yararak ödülüne uzandı. Çok hızlıydı. Fevri ve aceleci. Duygularına ne kadar çabuk yenildiğini görünce gülümsedi. Her şey üzerinde bıraktığı etkiden ibaretti. O nasıl hissetmesini istiyorsa kadın öyle hissetmeye mahkumdu. Ağzından gelen kanlara aldırmadan kahkaha attı. Yağmacı aldatıldığı için öyle öfkeliydi ki biran bile düşünmemişti. Onu alması için neden bu kadar çırpınmış ve çabalamıştı? Prens kaç dakikadır başını beklediğini bilmiyordu. Elini hala boynundan ayırmamıştı. Kabullenememekten ziyade onun bu kadar çabuk pes etmesini beklememişti. Ancak kadın ona gülerek kapamıştı işte gözlerini. Yine de ondan kopamıyordu. Çalan kapıyla eğdiği başını kaldırdı. Damarları kasıldı. Boynu tutulmuştu. “Gir” dedi cansız çıkan sesiyle. Kapıyı kapatarak ona doğru ilerleyen muhafızın adımları yatağı geçer geçmez durdu. Öyle aceleci girmişti ki içeri onlara bakmamıştı. Haliyle dumura uğramış, önündeki manzaranın farkına varır varmaz kalakalmıştı. “Sorun mu var?” Kucağındaki ölü kadından daha büyük bir sorun beklemiyordu aslında. “Daha sonra konuşabiliriz” Muhafızın sesi şaşkınlığını ele vermeyecek kadar duyarsızdı. “Hayır. Şimdi söyleyebilirsin” dedi prens. Ayağıyla biraz önce devirdiği sandalyeyi gösterdi. Usulca karşısına gelerek sandalyeyi kaldırdı ve oturdu adam. Elleri dizlerinin üzerindeydi ama gözleri bir türlü kadını bırakmamıştı. “Ona ne oldu böyle?” “Öldü” “Nasıl?” “Bilmiyorum” diyerek tekrar kadının kalbine saplanan eline baktı. Bunu nasıl başardığına dair ufacık bir fikir edinememişti. “Neden gelmiştin?” “Ahhh” diyen muhafız gözlerini kadından çekerek prensine döndü. Kadını kurtaramadığı için kendini suçladığını görebiliyordu. Yüzündeki tüm kanı çekilmiş gibi fersiz kalmıştı. “Ajanımız uğradı. Söylediğine göre kralın evlilik gibi bir niyeti hiç olmamış. Sizi ve kız kardeşinizi ganimet olarak almayı düşünüyormuş” Bu iyi haber mi yoksa kötü haber miydi? “Sizin şehirden sağ çıkmamanız için şimdiden hanın etrafına onlarca asker yerleştirmiş. Şehir kapıları da aynı durumda. Sanırım burada sıkışıp kaldık” Onları ikna etmeye yönelik büyük beklentileri olmamıştı. Ülkesi ve insanları için elinden geleni yapmak istemişti sadece. Yapmıştı da. Şimdiyse daha fazla imkansızı zorlamanın bir anlamı kalmamıştı. “Herkese söyle, toplanıyoruz” Beklediği buymuş gibi itirazsız doğruldu muhafız. Arkasını dönüp birkaç adım attıktan sonra başını geriye çevirdi ve “Peki kadın?” dedi. “Ben hallederim” Kapı kapanır kapanmaz kadının başını bacağından kaldırarak nazikçe koltuğa bıraktı. Onun savaşı bitmişti. Kanlı ellerini ıslattığı mendille sildi. Aynı kanla kirlenen giysilerini hızlıca değiştirerek pelerinini başına geçirdi. Buraya bir yığın sandıkla gelmişlerdi ama giderken hiçbirini yanına alamayacaktı. Kapıyı açarak dışarı çıktığında aralıktan son kez baktı kadına. Yaşamış olsaydı da onun için yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Koridora çıktığında diğerleri de yavaşça toplanmaya başlamıştı. Çok değil bir avuç adamı vardı. Barış için geldiğini gösterme şekliydi bu. Az adamım var; sana ne gibi bir zararım olabilir? Bir orduyla gelse de sonuç değişmeyecekti. Her halükarda onların topraklarında dezavantajlı olacaklardı. “Hazırız” “Gidelim!” Muhafızıyla yan yana yürüyerek geniş koridoru ikiye ayıran merdivene ulaştılar. Yanlarından geçen uşakların sorgulayıcı gözleri üzerlerindeydi. Merdiveni inmeye başladıklarında gürültü arttı. Sarhoş yerlilerin sesi, açık pencerelerden dışarıya taşıyordu. Ancak onlar inene kadar her biri sessizleşmiş ve sarhoş tavırlarını bir kenara bırakmışlardı. Handan çıkmalarına izin verilmeyecekti. Onlar basamakları inene kadar silahlarına sarılan adamlar, kapıyla aralarına girdiler. “Nereye gittiğinizi öğrenebilir miyim prensim?” Dört adamının önünde duran iri kıyım askerdi bu soruyu soran. Asil gibi görünmüyordu. Giysilerinden yayılan pahalı alkol kokusuna bakılırsa oldukça varlıklı biriydi. Eğer asil değilse bu kadar sert içebilmesi için rütbesinin yüksek olması gerekirdi. “Hava almaya” diyerek pelerinin başlığını indirdi prens. Ayakta durmakta zorlanan adamın şaşı bakan gözleri, arkasına uzandı. Ardından başını anladım der gibi salladı. Geniş ve yayvan gülümsemesiyle “Size eşlik edelim” dediğinde prens “Zahmet vermeyelim” dedi. “Görevimi yapıyorum” Asker yalpalayarak kenara çekildi ve yolu gösterdi. Geniş kapılar açılarak gün ışığını içeri saldı. Öğle olmak üzereydi. Tahmininde yanılmıyorsa bu adamlar geceden beri içmekle meşgullerdi. Prens odasına geri dönmekle dönmemek arasında tereddüt yaşadı. Eğer dönerse şehirden ayrılmaya çalıştığı anlaşılacaktı. Bunu yapamazdı. Belki şansı yaver giderse buraya geri dönmeden kaçmanın bir yolunu bulabilirdi. Askerlerin arasından geçerek hanın bahçesine adım attı. Önüne ve arkasına dizilen askerlerle ne yaparsa yapsın bu şehirden ayrılmasının mümkün olmayacağını anladı ama pes etmedi. Esefle attı adımlarını. Savaş kesinlikle kaçınılmazdı. Yüksek duvarların dışına çıktığında günlerdir süren huzurlu sessizliği bozuldu. Böylece onu kemiren düşüncelerden uzaklaştı. İnsanlar yine sokakları tıklım tıklım doldurmuştu. Şöyle bir etrafını kolaçan ettiğinde onu izleyen gözlerin farkına vardı. Sebze satan yaşlı amcanın tezgahına dayanmış etrafı izleyen adam, onunla göz göze geldiğinde sırtını dönerek sebzelere göz atmaya başlamıştı. Sağına döndü. Hanın yanına arabasını yeni çekmiş olan tüccarın yardımına koşan uşak da onu dikizliyordu. Bunlar gözüne çarpanlardı. Kim bilir çatılarda ve pencerelerde üzerine dikilmiş bekleyen kaç göz vardı. At nallarının gürültülü sesi yeri döverek yaklaşırken “Çekilin! Yolu açın!” diye bağıran ses dikkatini çekti. Uşaktan gözünü ayırarak sola döndü. İnsanlar çocuklarını sürükleyerek kenara çekmeye çalışıyorlardı. Kargaşanın sebebi, beyaz atının üzerinde altın işlemeli beyaz peleriniyle görüş açısına girdi. Elleri yumruk oldu. Daha dün görüşmemişler miydi? Neden şimdi yoluna çıkmak zorundaydı ki? “Çüşşşş!” diyerek atının dizginlerini çekti Güney prensi. At arka ayaklarının üzerinde kalkarak kişnedi. Gün ışığından daha parlak bir gülümsemeye sahipti. Işıl ışıl mavi gözlerini ondan ayırmadan atından indi ve dizginleri biraz önce yolunu kesen askerin eline bıraktı. “Prens Nhamo!” Yılışık ve yapmacık tavırlarla onu selamladığında hafifçe başını eğerek “Prens Vagus” dedi. Adı gibi serseriydi. İsmini veren kişi onun için çok doğru bir seçim yapmıştı. “Nereye böyle?” Elini saran beyaz eldivenleri çıkararak arkasında dikilen adamına uzattı. Gösterişçinin tekiydi. Kıyafetleri gibi ışıldayan çizmeleri, güneşten daha parlaktı. Sessizleşen insanların onları izlediğini unutmamaya çalışarak “Biraz temiz havaya ihtiyacım var” dedi. “Şansa bak!..” Ellerini çırptıktan sonra yanına gelen ve elini omzuna atan Güney Celn Prensi, yine sinirleriyle oynuyordu. O, sözlerini gülücükler saçarak sürdürürken ifadesiz yüzünü bozmamak için çabaladı. “Bende size sarayı gezdirmek için gelmiştim. Oldukça geniş bir bahçemiz var. İhtiyacın olan havayı orada buluruz. Kardeşinin de bundan hoşlanacağına eminim” Ona cevap vermek için fırsat bulamadan Prens Vagus, onunla birlikte hana dönmesini sağladı. “Sözü açılmışken kardeşini göremedim?” “Dinleniyor” “Onu yalnız mı bıraktın? Gördüğüm kadarıyla…” diyerek sağa sola hızlıca göz gezdirdi. “… bütün adamların burada” Kaç gündür onları izlettiğini ve ne kadar şey bildiğini merak etti. Adamlarının sayısına dek öğrenmişti ve daha dışarı adımını atar atmaz kapıda bitmişti. Üstelik açıkça konuşarak onu tecrit altında tuttuğunu görmesini istiyordu. “Yalnız kalmak istedi” dedi dişlerinin arasında kelimeleri yuvarlayarak. “Olur mu öyle şey” Cık cıklayan Vagus, yanındaki adama başıyla hanı gösterdi ve “Prensese bizi çok bekletmemesini söyle” dedi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD