Onu prenses olarak kullanmayı planladığında kardeşine bu kadar çok benzeyeceğini düşünmemişti. Ellerini karnında birleştirerek indiği merdivenlerin önünde dikilirken Lindiwe’in geri döndüğünü düşündü. Her iki kadında kollarında can vermişti ama sadece yağmacı ona geri gelmeyi başarmıştı. Kalbinin durduğundan emindi. Ölmüştü ama yaşıyordu işte! Bunu nasıl başarmıştı?
Prens Vagus, prensesin önünde diz çökerek eline uzandığında şaşkınlığından sıyrıldı. Elini ıslatan içkiden kurtulmak için cebine attığı mendili çıkardı ve parmaklarını kuruladı.
“Prenses!” diyerek elini dudaklarına götürdüğünde yağmacı kadın gözlerini yukarı kaldırarak ona baktı. Parmaklarının arasında kalan ıslak mendili sıktı Nhamo. Kadının bakışları uyarı doluydu. İzle ama bulaşma diyordu sanki. Dudağını hafifçe kıvıran sinsi gülüşünü saniyelere sığdırarak elini prensin parmaklarından sertçe çektiğinde kahretsin dedi içinden. Ne yapmaya çalışıyordu? Çektiği eli havalanıp prensin yanağına indi. Yüzündeki sinsilik silindi. Yerini oldukça öfkeli bir gülüş almıştı şimdi. Kumral tenindeki kızarıklıklarla nefreti oldukça gerçekçi görünüyordu.
Şakkk! Diye adresine ulaşan tokadın sesi mekanda yankılandı. Prensin askerleri kılıçlarını kınlarından çekti. İlk atak prensesi almaya giden saray muhafızından gelmişti. Keskin kılıcı, yağmacının narin boynuna yerleşmişti. Kendi adamları güneyin askerleri kadar çabuk sıyrılamamışlardı şaşkınlıklarından. Geçte olsa prensesi korumak için kılıçlarına sarıldıklarında elini kaldırarak onlara engel oldu. Ardından artık kirlenmiş olan mendilini masaya fırlattı ve kardeşi kılıklı kadına doğru ilerledi.
“Bunu neden yaptın prenses?”
Prens Vagus, yana düşen başını kaldırdı. Eli çenesindeydi ve parmakları yanan yüzünü okşuyordu. Beyaz teni aldığı darbeyle kızarmıştı. Mavi gözleri ateş çukurlarını kıskandıracak kadar parlıyordu. Kızgındı. Prenses tarafından şehrin en soylu erkeklerinin önünde küçük duruma düşürülmüştü. Diz çöktüğü yerden tüm acımasızlığıyla doğruldu. Bu yaptığını ona ödetmeliydi.
“Adamınıza kapı çalmayı öğretmediğiniz için”
Ona diklenen kadının gözlerinde korku yoktu. Aksine onun kadar öfkeli görünüyordu. Boynundaki kılıç tenini tahriş etmişti. Korkması ve onu affetmesi için yalvarması gerekirdi.
Gözlerini sağa kaydırarak kadının boynuna kılıç dayayan adamına baktı. Ne hata yapmıştı ki bu duruma düşmesini sağlamıştı? Sarışın adam gözlerini ondan kaçırdığında elini yanağından indirerek kaşlarını kaldırdı. Prenses haksız yere bu kadar sinirlenmemişti.
“Kardeşim adına özür dilerim” diyerek hemen yanında biten Nhamo’ya göz ucuyla bakarak tekrar prensese döndü.
“Gerek yok! Ben adamım adına prensesten özür dilemeliyim” dedi ve hafifçe belini kırarak ekledi “Bağışla prenses”
“Hayır hayır. Kız kardeşim biraz fevridir. Eminim önemli bir şey olmamıştır”
Hüma, tenindeki kılıç çekilir çekilmez elini boynuna götürerek kontrol etti. Ufak bir çizikte olsa kanamıştı. Öfkeyle kahkaha attı ve onu dirseğinden tutarak sarsan Prens Nhamo’ya döndü. Adam kendince onu uyarmaya çalışıyordu. Ne yazık ki uyarılarını dikkate alacak kadar düşünceli değildi.
“Sana buraya gelmek istemediğimi söylemiştim! Daha yolun başındayım ama kırkıncı kez ölümden dönüyorum. Hale bak” diyerek dudaklarını büktü ve parmaklarına bulaşan kanı gözüne sokarcasına yüzüne tuttu “Babama güneylilerin ne kadar düşüncesiz olduklarını anlatmaya çalıştım. Gördüğüm muamele... “
O kadar şiddetli konuşuyordu ki sağa sola salladığı elleri öfkeden titriyordu. Avlanmaktan daha iyi olduğu şey rol yapmaktı. İnsanları kandırmak için türlü yollara başvurmuştu. İtiraf etmeliydi ki daha önce büründüğü bir rolden hiç bu kadar zevk almamıştı.
Prens Nhoma kadına onunla nasıl başa çıkacağını bilemeyerek baktı. O kadar gerçekçi konuşuyordu ki bir an için onun yağmacı olduğunu unuttu ve yarasına odaklandı. Canı gerçekten yanmış olmalıydı ki işin sonunu düşünmeden konuşuyordu. Ne yapmalıydı? Cebine giden parmakları mendilini ararken onu biraz önce kullanıp attığını çoktan unutmuştu.
Prenses “İzin verin yaranızı temizleyelim” diyerek mendiliyle eline uzanan güney prensinden geri çekilerek uzaklaştı.
Prens Vagus’un mendili havada kaldı. Kadının kendini korumak isteyen tavrına ve elini yarasına sararak ona öfkeyle bakışına şaşırdı. Hiç korkusu yoktu, bunu görebiliyordu. Ancak öfkeden ağlayanı da ilk kez görüyordu. Su yeşili gözlerinden süzülen damlalar, birbiri ardına inerek çenesinden döküldüğünde ona sert davrandığını kabul etmek zorunda kaldı. Muhafızına başıyla geri çekilmesini işaret etti. Sadece biraz korkutması yeterliydi ama adam düşüncesizce prensesi yaralamıştı.
“Acıyor!!”
Kardeşine dönerek sızlanınca havada kalan elini indirdi. Kadınların canı tatlıydı. Mendilini, ceplerini karıştıran Prens Nhamo’a uzattı. Açıkça ifade etmeliydi ki onun beklediği prenses bu kadar hırçın değildi. Gerçi uysal olsa eğlencesi kalmazdı.
Hüma, burnunu çekti ve parmak uçlarıyla Kuzey prensinin koluna tutundu. Göz yaşlarının bu kadar etkili olacağını tahmin etmemişti. Daha sonra istediğini elde etmek için bolca ağlaması yeterli olacaktı. Boynuna eğilerek yarasını üfleyen ve temizleyen adamın kolunu bırakmadı. Onlarca gözün üzerinde olması her an hata yapabilecek olma olasılığını arttırıyordu. Bu yüzden endişeliydi. Tek yanlışında kılıç, sadece çizmekle kalmaz kellesini bedeninden kesip atardı.
“Gider gitmez saray doktoruna gösteririz” dedi Vagus. Kadın başını çevirerek ona baktı. Biraz önceye nazaran sakinleştiğini görerek rahatladı. En azından güneyliler hakkında atıp tutmayı bırakmıştı.
Başıyla onayladı Prens Nhoma. Saray muhafızının pelerininden yırtarak ona uzattığı kırmızı kumaşı, kadının yarasına sararak güzelce düğümledi. Ardından beyaz pelerininin başlığını çekerek yüzünü gizledi. Böylesi her ikisi için de daha rahatlatıcıydı. Kolundaki parmakları onu yatıştırmaya çalışarak çözdü. Neredeyse gözleriyle ona yalvarıyordu. Elini tutarak koluna girmesini sağladı. Fırsattan istifade eden kadın, ona yaklaşarak başını omzuna yasladığında gerginliği arttı. Yağmacıyı prenses olmaya zorlarken bu kadar diken üstünde hissetmemişti.
“Gidelim!”
Güney prensi, önlerine geçerek handan çıktı. Nhamo kadın kolunda, aklında bir yığın soruyla Vagus’un peşine düştü.
Atına atlayan Prens Vagus gözleriyle prensesi kontrol etti. Aslında ona beraber gitmeyi teklif etmek istemişti. Aynı atı paylaşmak samimiyeti artırırdı. Ancak daha en başında kadını kendinden soğutmayı başarmıştı. Atıyla yanına gelen muhafızına kaşlarını kaldırarak baktı. Elbette onu cezasız bırakmayacaktı.
Atını geri çevirdi ve başıyla askerlerine prensesi işaret etti. Ata binmesine yardımcı olmalarını istemişti ama kadın elini kaldırarak onları durdurdu. Kardeşinin yardımını dahi istememişti. Atı yalnız kullanacağa benziyordu. Dizginleri askerin elinden almıştı. Eteğini kaldırarak ayağını üzengiye koyuşunu sabırla izledi. Eğeri tutan ellerinden aldığı destekle kendini yukarı rahatça çekmiş ve eteklerine rağmen bacaklarını açarak oturmuştu. Gülümsedi. Onun düşündüğü kadar kolay biri değildi. Aksine gafa düşüp bir daha hafife alamayacağı kadar dişliydi.
“Yolu göster!”
Başını sallayarak öne geçen muhafız, üzerindeki yoğun bakışların etkisiyle geriye dönüp prensese göz attı. Yüzündeki gerçekten bir gülümseme miydi yoksa onun gördüğü bir yanılsamadan mı ibaretti? Pelerini kirpiklerine kadar örtmüştü yüzünü. Ona göz kırparak atını dehlediğinde prense yakalanma korkusuyla önüne dönerek atını sürdü. Su yeşili gözlerine uzun süre baktığında düşünmek imkansız hale geliyordu. Kadın nedense kanının kaynamasına sebep olmuştu. Adeta sinsi bir yılan gibiydi. Ancak o sinsiliğin koynuna sızmasına seve seve izin verirdi.
Geçtiği her yer tanıdık yüzlerle doluydu. İnsanlar onu öyle çok merak ediyorlardı ki önlerinden geçip gitmesine rağmen arkasından bakmaya devam ediyorlardı. Prenses Lindiwe, bu şöhreti hakkıyla kazanmış ama kazancının tadını çıkaramamıştı. Kuzeye gelip evlilik yapmak onun çileli kaderi olmalıydı ki vakitsizce bu dünyadan kaçmıştı. Sıra ondaydı. Onun kaderini yüklenemeyeceğine göre fırsatını bulduğunda burayı terk etmeliydi.
“Sarayı seveceksin”
Kızgın güneşin onu rahatsız etmesine aldırmadan başını kaldırdı. Şehrin kalabalık sokaklarından sıyrılır sıyrılmaz hemen yanına sürmüştü atını. Sağında o, solunda ise Prens Nhamo yani kardeşi vardı. Yüzünü ona çevirdiğinde pelerini gözlerini korumuyordu. Bu yüzden kıstı gözlerini. Yüzündeki ifadeyi seçemiyordu ama sesi, adamın onu memnun etmeye çalıştığını anlaması için yeterliydi. Attığı tokadın ardından öyle sert bakmıştı ki onu öldüreceğini düşünmüştü. Eğer ağlayıp zırlamamış olsaydı tavırları bu kadar çabuk değişmezdi.
Bir nedenden ötürü onu çantada keklik gördüğünü düşünüyordu. Kim bilir, belki de prensesin evliliği onunla ayarlanmıştı. Başka türlü olsaydı onunla bu kadar ilgilenmezdi değil mi?
“Gerçi...” dedi onu karşılıksız bıraktığında. “Bahçesini daha çok seversin”
Bu kadar çok uğraşması gerekiyor muydu? Zaten avucunun içinde değil miydi? Başını sallayarak önüne döndü. Başka bir şey vardı. Öyle olmalıydı. Kuzey Ferq dezavantajlı durumda olmasına rağmen prensin böyle alttan almasının ve çabalamasının bir sebebi olmalıydı.
Vagus, “İşte görkemli sarayımız” diyerek atının dizginini çektiğinde ona uyarak durdu. Güney Celn öyle düzlük arazilere sahip değildi. Birçok vadi vardı. Bu yüzden eğimli yamaçlara yerleşmek zorunda kalmışlardı. Ancak onun doğduğu şehir yani Luna diğerlerinden farklıydı. Ona göre yaşanabilecek en güzel şehirdi. Eğimli olsa da dik değildi. Evlerine ulaşmak için çıktığı yokuşu hatırladığında hüzünlendi. Artık evsiz ve kimsesizdi.
Saray şehrin dışına kurulmuştu. Luna güneye bakıyorken saray kuzeye Luna’ya bakıyordu. Şehrin düzlüğü burada siliniyordu. Oraya ulaşmak için önce vadiye inmeleri ve tüm gürültüsüyle ilerleyen akarsuyu geçmeleri gerekecekti. Prensin de dediği gibi görkemliydi. Yamacın tamamı saraydan oluşuyordu. Daha açık tarif etmesi gerekirse saray onların şehrinden daha büyük yer kaplıyordu.