Prenses, atlarını dehleyen askerlerin ardından dizginleri çekti. Önce şaha kalkan gürbüz atı, sonra prensin beyaz atının ardına düştü. Pelerininin başlığı rüzgara inat sürdürdükleri yolculukla saçlarından kayarak geriye, sırtına indi. Ata binmek onu özgürleştiriyordu. İtiraf etmeliydi ki bu hissi özlemişti.
Geçtikleri yol at arabalarının rahatlıkla ilerleyebileceği kadar genişti ve sürekli ezildiği için düz ve dönüşlü bir eğim oluşturmuştu. Atını yanında süren kuzey prensine göz ucuyla baktığında adamın gözlerinin zaten üzerinde olduğunu gördü. Gülümsedi ve önüne döndü. Aklından geçenleri merak ediyor olmalıydı. Ona karşı çıkmasına rağmen neden kardeşi gibi davranıyordu? Bunu bilmek istediğine emindi. Zamanı geldiğinde öğrenmesine izin verecekti. Üstelik o gün geldiğinde prensin bu şehirden çıkmasını sağlaması gerekecekti.
Derenin üzerine kurulan taş köprüye geldiklerinde saraya kadar olan yolun tamamen arabalarla dolu olduğunu gördü. Her gün bu karmaşaya nasıl katlanıyorlardı?
Atını yavaşça Güney prensinin yanına sürdü ve ilk kez prenses gibi davranmadan kendi rızasıyla konuştu.
“Neden bu kadar çoklar?”
Vagus sorduğu sorudan hoşlanmış olmalı ki gülümseyerek cevapladı onu.
“Çiftçiler. Sarayın kendine ait arazilerini sürmek için geliyorlar. Bir ay kadar konaklayıp ardından köylerine geri dönüyorlar. Hasat zamanı yine gelip burada kalıyorlar”
“Bu kadar zorluğun ne gereği var? Burada yaşayabilirler”
Eğlendiğini belli eden mimikleri silindi. Sorduğu soru ona tuhaf gelmiş gibiydi. Kısık gözlerinin arasında parlayan mavileriyle düşünceli görünüyordu. Yanlış bir şey mi söylemişti?
“Sizde aynı şeyi yapıyorsunuz”
“Saray için ayırdığımız arazi küçük” diyerek atıyla aralarına girdi Nhamo. Kadının pot kırmasından korkmuştu. Ona uyarıcı bir bakış attı. Ardından yüzünü güney prensine dönerek devam etti. “Geldikleri gün işlerini bitirip dönüyorlar”
“Ahhh! Bu sarayın giderini karşılamak için yeterli değildir”
“Evet değil. Bu yüzden gıdalarımızı onların, çiftçilerin topraklarından satın alıyoruz”
“Tuhaf bir yol, bizim için yorucu olurdu” diyerek başını salladı Vagus. Ondan beklenmeyecek şekilde anlayışlı ve ciddi konuşmuştu. Ülkelerinin zor durumunu bildiği için onları küçümseyeceğini falan düşünmüştü. Ancak prens bunu yapmayarak onu şaşırttı.
Öndeki askerler ilerlemeye başladığında Vagus’un arkasından ilerlemesi için prensesi bekledi ve onun peşine düştü. Köylüler geri çekilip başlarını eğmiş olsalar da çekingen gözlerle onları izleyenler vardı. Güneylilerin kuzeylileri burada istemediklerini iyi biliyordu. Onlara göre oldukça zayıflardı. Bu nedenle savaşıp topraklarını almak varken anlaşma sağlamayı gereksiz ve aşağılayıcı buluyorlardı.
“Anne o kanamış!” diyen genç çocuğun sesiyle ofladı. Neden başlığını güzelce örtmemişti?
Hüma, hayır artık Lindiwe’di. Atını durdurarak solunda kalan çocuğa baktı. Annesi onu tutarak geri çekmişti ama hala başını uzatarak onu görmeye çalışıyordu.
“Gel” dedi gülümseyerek. Annesinin “Bağışlayın!” diyerek Vagus’a baktığını gördüğünde eliyle çocuğa gelmesi için diretti. Annesinin korumasından çıkıp öne geçtiğinde onu baştan ayağa inceledi. Üzerindeki kahve rengi uzun gömleği yer yer parçalanmış, yer yer yamalanarak renklendirilmişti. Eskiydi. Rengi solmuş ve kumaşı sarkmıştı. Altına giydiği pantolon daha renkli ve canlıydı. Yeni alındığını anlayabiliyordu. Şehir ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun her zaman sefalet çeken birileri oluyordu.
Atının yanına dek gelen oğlanın boyu atı kadar yoktu. Eğilerek fısıldadı “Benden korkuyor musun?”
Başını iki yana salladı çocuk. Kıvırcık tutamları terli ve şaşkın yüzüne düşerek geri sekti. Yanakları toza karışmış ve dudakları sıcaktan kurumuştu.
“O zaman ...Benim için üzülüyor olmalısın?”
“Evet” diye fısıldadı çocukta onun gibi.
“Neden?”
Merak etmişti. İnsanları önemsemiyor olsa da insan çocuklarına olan merakını her zaman tatmin etmeye çalışırdı.
“Acımıyor mu?”
Kaşlarını çattığı için alnında dizi dizi kırışıklar oluştu.
Dizgini tutan ellerinden birini çekerek boynuna götürdü ve başını iki yana salladı.
“Benim acımıştı” dedi çocuk. Sanki prensesin canı yanmadığı için kendini suçluyor gibiydi. Şaşırdı. Neden üzgün göründüğünü merak etti.
“Nasıl oldu?”
Elini karnına götürdü ve kısa süreliğine arkasına baktı. Yüzünü tekrar ona döndüğünde “Annem için güçlü olmak zorundayım ama çok acıdığı için...” diyerek eğdi başını.
Haline üzüldü. Annesi için sert görünmeye ve erkek gibi davranmaya çalışıyordu ama bunun için çok küçük değil miydi?
“Bazen...” dedi boynundan elini çekerek. Elinde kuruyan kanı vardı. Farkında olmadan elbisesine dahi bulaştırmıştı. Pasaklı olmaya ve yaralanmaya o kadar alışkındı ki halini yadırgayamıyordu. Çocuğun kumral çenesini usulca kaldırarak gülümsedi ve onu güzelce anladığından emin olmak için siyah gözlerine iyice baktı. “...canımız çok yanar. Öyle anlarda ağlamak veya yakarmak seni güçsüz yapmaz. Unutmamalısın! Acı büyütmekle kalmaz aynı zamanda seni güçlü kılar.”
Başını usulca salladığında parmaklarını geri çekerek doğruldu. Onlar konuşurken diğerleri sessizce onları izliyor ve bekliyorlardı. Dizginleri tekrar eline alarak genç çocuğa göz kırptı. Önüne döndüğünde Vagus’un onu inceleyen gözleriyle karşılaştı. Yine prenses olduğunu unutmuştu. Sessizce onu izleyen prens, atını çevirerek dehlediğinde rahatça nefes aldı. Tam ona katılmak üzereydi ki “Bekle!” diye seslendi çocuk. Atının yelesini tutarak karşısına dikildi ve tuttuğu kırmızı çiçeği uzatarak “Bu senin için” dedi. Elindekini gülümseyerek aldı ve başıyla onu hafifçe selamladı. Büyüyüp yetişkin olduğunda bu güzel anın zihninde kalmasını diledi.
Atını diğerlerinin ardından sürdüğünde insanların onu yabancılayan bakışlarına aldırmadı. Yağmacı da olsa prenseste olsa bu hor görü onun değişmeyen kaderinin bir parçası olarak kalacaktı.
Sarayın yüksek duvarları vardı. Daha önce hiç köprüyü geçme şansı olmamıştı. Onun yaşadığı yıllarda sadece iki kral hüküm sürmüştü. Doksan yılda iki kral, ülkesinin gücünü göstermez miydi? Herhangi bir taht kavgası yahut veliaht belirsizliği yaşanmamıştı. Ancak Güney Prensiyle tanıştığı için bunun değişmeye başlayacağını hissediyordu.
“İnsanlarla konuşmaktan kaçınmalısın” dedi atını yanına süren yeni kardeşi. Sesi kızgındı ama duruşu oldukça sakindi. Yine eski duvar adam olmuştu.
“Senide buna dahil edeyim o zaman” diyerek atını hızlandırdı ve önüne geçti. Kızgın gözlerinin yarattığı baskı, onda sırtını kaşıma isteği uyandırıyordu.
Çıktıkları yol son bulduğunda şehrin girişindeki gibi bir kapıyla karşılaştılar. Prens Vagus’u tanıyan nöbetçi askerler, kenara çekilerek geçmelerine izin verdi.
İçeri girer girmez geniş tarlalar çarptı gözüne. Gelen çiftçiler yerleştirildikleri tarlalara çadırlarını kurmaya başlamışlardı bile. İlerledikleri yola baktığında geçmeleri gereken bir kapı daha olduğunu gördü. Alt tabakadan olan işçileri en dışta bırakmış olmaları onu şaşırtmamıştı. Tüm bunları duymuştu. Sarayı avucunun içi gibi biliyordu. Ancak itiraf etmek zorundaydı. Duydukları gördükleri kadar net değildi.
İkinci kapı ilk kapı gibi açık değildi ama askerlerin yukarıda bekleyenlere verdiği işaretle daha onlar varmadan ağır ağır açılmıştı.
İkinci yerleşim yeri askerlere aitti. Sağda solda devriye gezenlerin dışında birçoğu onlar için ayrılan talim alanlarında çalışıyorlardı. Birbiriyle yakın dövüş yapanlarda vardı, gözlerine güvenip ok atanlarda. Henüz sarayın içine girmemişlerdi. Buranın tamamına neden saray dediklerine anlam veremedi. Şehir demeleri çok daha mantıklı olurdu.
Üçüncü kapıyı gördüğünde neredeyse şaşkınlıktan dili tutulacaktı. Onları bu kadar korkutan ve içeri hapseden şeyi merak etti. Deliceydi. Aklına sığmıyordu. Savunmalarını sağlayan askerler olmalarına rağmen neden derin hendekler kazmışlardı? Nedense duyduklarının arasında bu hendekler yoktu.
Saray kapısından inen ağır köprü bekledikleri tarafa yavaşça inerek sabitlendiğin de olurda buradan kaçması gerekirse başının belada olacağını düşündü. Hendekler kazıklarla doldurulmuştu. Uzun atlayış yapamayacağı kadar geniş, tırmanamayacağı kadar derin kazılmışlardı.
Üçüncü kapıyı geçtiklerinde gözünü, yeşil ağaçlar ve dallarında salınan meyve çiçeklerinden alamadı. Ortalığı kasıp kavuran hafif ve renkli bir koku oluşmuştu. İnsanı ferahlatan ve salık vermesini sağlayan bir rahatlık bahşediyordu. Göz kapaklarını indirerek atını yavaşlattı. Güneşin yakıcı ışınları buraya daha yeni düşmeye başlamıştı. Soğuktu ama içini titretecek kadar değildi.
“Beğeneceğini biliyordum”
Onu düşlerinden ayıran sese aldırış etmeden göz kapaklarını kapalı tutmaya devam etti. Bu güzelliğin tadına doya doya varmak istiyordu.