Kuru ve kanlı dudaklarından “Hüma!” diyen bir yakarış koptu. Elleri titriyordu. Neden onun bu halde olduğunu anlayamıyordu.
Başını kaldırdı ve yardım istemek için adama baktı Ural. Kulakları korkuyla çınladı. Önündeki yabancının kim olduğunu bilmiyordu. Neler olduğunu bilmiyordu.
Sanki biraz önce prensle konuşmamış gibi afallamıştı. Onu tanımadığı gibi gözlerindeki öfkeyi de anlamlandıramamıştı.
“Ne oldu?..”
“... O neden?.. “
Kesik sorularına cevap alamadı. Kuzenini yere yatırdı ve elleriyle yanaklarına vurdu. Neden ateşler içindeydi? Neden bu kadar zayıf görünüyordu?
Onu cevapsız bırakan yabancı “Ne hatırlıyorsun!?” diye sorduğunda çaresiz çırpınışları durdu. Avda olduklarını hatırlıyordu. Gecenin çöktüğünü ve dinlenmek için durduklarını anımsadı.
“Avdaydık...”
“Sonra?”
“Buraya nasıl geldik?..” Dedi sağına soluna bakarak. Ormandan çıktıklarını hatırlamıyordu. Nerede olduklarını da bilmiyordu.
Başını sallayarak doğruldu Kuzey Ferq Prensi. Güney Celn’e gelirken nasıl saldırıya uğrayıp her şeyi unuttularsa yağmacılarda aynı şeyleri yaşamıştı. Hafızasını kaybettiği zamanki boşluk hissi hala taptazeydi.
Odanın içinde birkaç tur attı. Yağmacının ondan yardım bekleyen gözleri üzerindeydi. Ancak onu değil kendisini ve ülkesini düşünmek zorundaydı. Buraya bir amaç için gelmişti ve canı pahasına o amaca ulaşmalıydı. İntikamı ve amacı arasında bir tercih yapması gerekiyordu.
“Çantaları boşalt” Dedi.
Yağmacı ona yardım edeceğini düşünmüş olmalıydı ki itirazsız gerçekleştirdi isteğini.
Çantaları ters çevirip sallarken çıkan tozlar odaya savruldu. Yemek kapları ve birkaç silahın yanında uzun sivri dişler gürültüyle yere döküldü.
“Bu kadar mı?”
“Evet” diyen Ural, çantanın dibinde kalan giysileri ve örtüyü de attı yere. Sırtındaki kılıçları çıkardı sonra. Çizmesinin içinde duran çakıları da yere bırakarak doğruldu.
“Ceplerin?” dedi prens. Aslında ellerinde bir şey olduğunu düşünmüyordu. Ancak umut etmekten de kendini alamıyordu. Eğer kadını kurtarabilirse onu kullanabilirdi. Böylece planlanları aksamazdı ve ülkesini koruyabilirdi.
Ural iki elini de cebine attığında eline gelen yumuşak kuş tüyleriyle şaşırdı. Neden cebinde tutam tutam tüy vardı?
Dolu ellerini ceplerinden çıkardı. Birkaç tüy parmaklarından kayıp yere düştü. Yabancı dikilmeyi bırakarak hemen öne atıldı ve ellerindeki tüyleri çekip aldı. Kocaman olan gözleri o kadar sert ve pervasız bakıyordu ki Ural adamın onu öldürmek istediğini düşündü. Bunu neden yapmak istediği ise onun için muammaydı.
“Sizi öldürmeliyim!” derken çenesi titriyordu Kuzey Ferq prensinin.
Yutkunarak geri çekildi Ural. Bacakları koltuğa değdi. Babasına ve halasına baktı yan gözlerle. Neden bu kadar tepkisiz oturuyorlardı?
“Onlara ne yaptın!?” dedi. Ancak aklından geçen bizi neden öldürmek istiyorsun sorusuydu.
Gözleri ailesinin üzerinde gezindi. Sonra yabancıya çevrildi. Neden ona yardım etmek istediğini düşünmüştü? Neden onlara zarar vermiş olabileceğini düşünmemişti?
“Henüz bir şey yapmadım” diyerek yatağın yanında duran ahşap masaya ilerledi prens. Üzerinde kardeşinin mendilleri vardı. Zamanını bunları işleyerek geçirirdi. Birini aldı. Mavi ipeğin üzerine kondurulmuş anka kuşunu okşadı parmakları. Altın iplikle işlenmişti her nakışı. Parmaklarının arasında kırışan kumaşı burnuna götürerek kokladı. Sandığın içine koyduğu yaseminlerin kokusu hala tazeydi.
Prensesin yokluğu yüreğini sızlatıyordu. Kardeşlerine ve kraliçeye durumu nasıl açıklayacaktı? Onu buraya rızası dışında getirmişti. Her şeyin güzel olacağını söylemişti ama her şey başlamadan bitmişti onun için.
Şimdilik düşüncelerin onu ele geçirmesine izin veremezdi. Mendili avucuna hapsederek yüzünü yağmacıya döndü ve “Onu kurtarabilirim” Dedi. Adamın gözlerindeki şüpheye rağmen nefesini gürültüyle verdiğini duydu. Rahatlamış olmalıydı.
Başını eğerek gülümsedi prens. Bu kadar çabuk rahatlamaması için onu uyarması gerekiyordu.
“Ancak...” Dedi adımlarını kadına doğru atarken “... O artık benim”
Yağmacı itiraz etmek için dudaklarını araladığında “İstemiyorsan başka tabi” Dedi.
“Başka şifacı bulurum” diyerek dizlerinin üzerine çöktü ve Hüma’yı kucağına çekti Ural. Yabancının tehditkar tavırlarından hoşlanmamıştı.
“Yanlışın var yağmacı. Ben şifacı değilim. Üstelik herhangi bir görücünün veya şifacının onu kurtaramayacağını bilmelisin”
“Onu sana bırakmam” diyerek doğruldu Ural. Yere döktüğü eşyaları ve silahlarını toplamak için oyalanmadı.
“Kadın ölecek” diyen yabancı, önünde dikilmeyi sürdürünce “Çekil!” diyerek yükseltti sesini.
“... ölmese dahi onu ben öldüreceğim.”
“Buna izin vermem”
“Kim olduğumu bilmiyorsun” Dedi prens. Öfkeyle titreyen dudağının sağ yanı yukarıya doğru seğiriyordu.
Yabancının tehdidini hafife almadan sustu Ural. Adamın uzun ve dalgalı saçlarından başlayarak gözlerini üzerinde gezdirdi. Kalın kaşlara sahipti. Saçları kadar koyu ve dolgun kirpikleri vardı. Büyük gözlerini siyah sürmeyle belirginleştirmişti. Dudakları dolgun, burnu kalkıktı. Duruşundan ve kendini üstün gören tavırlarından önce güzelliği onun soylu kana sahip olduğunu anlaması için yeterliydi. Sakalları uzamıştı. Bakımını aksatacak kadar meşgul olmalıydı. Gözleri yatağa kaydı. Ölü kadını anımsadı. Onun ölümü için neden ailesini suçladığını geçte olsa hatırladı. Birkaç gün önce buraya babasıyla gelmişti. Kadın o zaman konuşabilecek kadar iyi durumdaydı. Şimdiyse ölmüştü. Onlara verilen görevi yerine getiremedikleri için mi ölmüştü?
İçeriye giren hafif esinti tülleri sağa sola savurdu. “Neden öldü?” dedi gözlerini yataktan ayırmadan. Odayı ağırlaştıran koku hiç gitmeyecekmişçesine sinmişti her yana.
“Aynı sebepten”
“Onu kurtaramadın”
Kuzenini kurtarabileceğine nasıl inanabilirdi. Üstelik şifacının yapamadığı şeyi onun yapabileceğine düşünmüyordu.
“Evet” Dedi prens. “... Güneşin doğduğu her an daha fazla çürüdüğünü, ağladığını gördüm. Onu, bedenini kemiren kurtlardan koruyamadım. Bir hafta içinde her yolu denedim. Bu yüzden seni son kez uyarıyorum. Bu odadan çıktığında onu acılarla dolu bir ölüme götüreceğini bil.”
Yutkunarak baktı yabancıya. Siyah gömleğinin düğmeleri göğsünü açıkta bırakmıştı. Buğday tenli olduğunu düşünmüştü. Ancak güneşin değmediği o küçük alanda beyazlığın izini yakaladı. Gömleğin üzerine geçirdiği kırmızı ceketin yakaları ve kolları özenle işlenmişti. Elinden sarkan mendili kavrayan parmakları yüzüklerle doluydu. Varlıklıydı. En iyi şifacılar ayaklarına kapanırdı. Eğer buna rağmen onu kurtaramadıysa paraya güvenip Hüma’nın hayatını riske atamazdı.
“Sen kimsin?”
“Kuzey Ferq prensiyim”
Kuzeyli olduğunu tahmin etmişti. Ancak kraliyet kadar güçlü bir aileye mensup olacağını düşünmemişti. Onu selamlamakla selamlamamak arasında gidip geldi düşünceleri. “Kimdi?” dedi çenesiyle yatağı göstererek. Daha sonra selamlaşabilirlerdi.
“Kardeşim”
Kuzey Ferq, prensesini kaybetmişti. İki ülkenin arasındaki ipler iki aydır gergindi. Böyle bir zamanda onların neden Güney Celn’e geldiklerini sorgulamalı mıydı? “Üzgünüm” diyerek kollarında tutmaya devam ettiği Hüma’yı tekrar tahta zemine yatırdı. Biraz önce yere attığı örtüleri toplayarak başının altına yerleştirdi. Parmakları nemli saçlarında ve teriyle ıslanarak çamura karışmış olan yüzünde gezindi.
“Onlara bunu ne yaptı?”
Prens gözlerini elindeki mendile dikmiş ve sessizce dikilmeye devam ediyordu. Adam kendisi için yabancı da olsa acısı tanıdıktı. Bu nedenle gitmekten vazgeçerek çökmüştü yere. Kuzenine yardım edebilecek tek insanın o olduğunu hissediyordu. Hayır, biliyordu.
“Artık gidebilirsiniz”
Prensin sesindeki soğuk hava odaya dolan rüzgarı buz tutturacak kadar keskindi.
“Anlamadım?” dedi Ural. Elleri ve bedeni donakalmıştı. Gerçekten kuzenini ona vermesini mi istiyordu?
“Şu andan itibaren o sizin değil benim ailem” diyerek yağmacının karşısına çöktü prens. Baygın kadın ikisinin arasında uzanıyordu. “Bunu anlaşmanın size düşen kısmını yerine getirmediğiniz için ödemeniz gereken bir bedel olarak düşünün”
Ural adamın karanlık gözlerine bakarak dudaklarını aralamaya çalıştı. Ancak öfkeyle kasılan çenesi bir kelam etmesine izin vermedi. Bir bilinmezlik sarmıştı düşüncelerini. Hüma’yı kurtarmak için yapması gerekeni biliyor ama bunu idrak etmek istemiyordu.
“Seninle konuşmak yerine aileni kurşuna dizdirir istediğimi yine elde ederim” Dedi prens. Adama ne kadar büyük bir şans tanıdığını göstermek için.
“O artık ölü. Onu tanıyan herkese söylemen gereken bu. Onu tanıdığınızı unutacaksınız ve onunla asla görüşmeyeceksiniz.”
Tedavi tamamlandıktan sonra onu göremeyecek miydi?
Düşüncelerini görmüş gibi “Tedavi basit değil. Hayatı boyunca aldığı yaradan kurtulamayacak.” Dedi.
“Ama...” diyerek araya girmeye çalıştı.
Elindeki mendili yere seren prens, zemine dağılan kuş tüylerinden birini alarak üzerine koydu. Ankanın altın asaleti, siyah tüyün altında kayboldu.
“Onu koruyacağım... anlaşmaya uyduğunuz sürece!”
Yağmacılar çıkana dek yerden kafasını kaldırmadı prens. Genç adamdan diğerlerinin de üzerinde ne varsa boşaltmasını istemişti. Çok şanslıydı ki onlarında cepleri doluydu. Bu, yaralı kadını uzun süre idare edecekti. Yine de tüyler bittiğinde ne yapması gerektiğini düşünmeliydi.
Kapı gürültüyle kapandığında elinde tuttuğu siyah tüyü, yığının üzerine bıraktı. Sonra yatağa giderek prensesten kalan kirli örtüleri attı. Ahşap dolabı açtığında özenle dizilmiş çarşaf yığınıyla karşılaştı. Önce yatağı düzenledi. Burayı daha sonra temizletmesi gerekecekti. Çarşafları gerdi. Tülü kenara tutturdu ve kadını yerden kaldırarak yatağa götürdü. Üzerindeki kirli çamaşırlardan kurtulmak istese de insanların mahremiyetine el uzatmaktan hoşlanmadığı için geri durdu. Gömleğini kenara çekerek sol göğsünü açıkta bıraktı. Ardından istiflediği tüylerden birini kaparak yatağa -kadının yanına- oturdu.
Yatağın baş ucunda duran ufak dolabın çekmecesini kendine doğru çekerek el yordamıyla içindeki ateş çubuklarını aradı. Dikdörtgen kutu avucuna sığacak kadar küçük ve kırılgandı. Çekmeceyi kapattı. Kutunun içindeki kağıdı çıkartarak dolabın üzerine koydu. Sonra bir tane çubuk çekerek kağıda sürtmeye başladı. Bir dakika sonra ince tozlu çubuk alev aldı.
Tüyü kadının kalbinin üzerinde tutarak ateşe verdi. Kardeşinin anlattıklarını bir bir tekrarlarken işe yarayacağını ummaktan başka şansı yoktu. Şehre geldiklerinde başlarına neler geldiğini hiçbiri hatırlayamamıştı. Sadece prenses olanın bitenin farkındaydı ve onu bilgilendiren, her şeyi anlatanda o olmuştu. Başta ona inanmak istemese de geçen bir günün ardından başka şansının olmadığını anlamıştı. Onu iyileştiren tüylere ihtiyaçları vardı.
Ateş çubuğu yanarak sonuna geldiğinde tüy de tam anlamıyla kül olmuştu. Parmaklarını yakan alevden kurtulmak için üfleyerek söndürdü ateşi. Kapı tıklatıldı. Kadının yarasına bakmayı bıraktı ve doğruldu. Tülü düzelterek yüzünü kapıya döndü.
“Gir”