“Kalk!”
Onu düşüncelerinden ayıran sesle bir kez daha sıçradı. Gözlerindeki bulanıklık yine göz yaşlarına hakim olamadığı için miydi?
Emrine uyup uymamakta bir süre tereddüt etti. Ardından başında dikilmesine daha fazla tahammül edemeyeceğini bilerek doğruldu. Tüm çıplaklığıyla karşısındaydı ama adamın gözleri, gözlerinden bir santim kopmamıştı. Onun için görünmezdi. Öfkesi, bu aşağılanma karşısında bir yaprak daha yeşerdi. Elleri yumruk oldu. Fersiz bacakları onu ayakta tutmaya daha ne kadar devam edecekti?
Koluna taktığı kovayı kaldırarak suyu başından aşağı boşalttığında üzerine binen ağırlıkla yalpaladı ama düşmedi. Dikkati dağılmıştı. Ağzına, burnuna kaçan suları öksürükleriyle etrafa saçtı. Adamın her hareketi acımasızdı. Gözleri yanıyordu. Güçsüzlüğünden faydalanıyor olması daha da acınası hissetmesine neden oldu. Elleriyle yüzünü sildi. Prens çoktan ona sırtını dönerek önünden çekilmişti. Islak saçlarını yüzünden çekti ve öfkeli gözlerle adamı izledi.
Yatağın üzerine koyduğu havluları kucaklayarak tekrar yönünü ona döndüğünde yüzünü sıvazlayan ellerini indirdi. Bunlarla uğraşmak -ona uşaklık yapmak- yerine çalışanlarına yaptırmalıydı. Gerçekten bir prens olup olmadığını sorguladı.
Havlulardan birini açarak başını örttüğünde görüntü karardı. Yüzünü görmeye çok meraklı olmasa da karanlıkta kalmaktan hoşlanmamıştı. Ellerini havluyu almak için kaldırdığında sırtına değen yumuşak kumaş koltuk altlarını sıkıca sardı. Havluyu kaldırarak körlüğünden kurtuldu. Yüzlerinin arasında bir nefeslik mesafe vardı. Becerikli parmakları havluyu göğsünün üzerinde sararak sıkıştırdı. Sakallarında ter damlaları birikmeye başlamıştı. Onu yormuş muydu?
Elindeki havluyu çekip aldığında boşta kalan ellerini indirdi. Onu ilk kez bu kadar yakından inceleme şansı edinmişti. Üzerinde tam bir kuzeyli havası vardı. Çoğu güneyli erkek, saçını ya bir iki parmak kadar kısa tutar ya da sırtına değecek kadar uzun kalmasını sağlardı. Kuzeyliler ise saçlarını omuz hizasında tutmayı severlerdi. Prensin saçları omuzlarına değmek üzereydi. Kesim zamanını kaçırmasına ramak kalmış gibi görünüyordu. Sakalları da saçları kadar bakıma muhtaçtı. Keskin çene hattının üzerine bariyer kurmuşlardı sanki. Kuzeyli erkeklerin çenelerini saran tüylerden kolay vazgeçemediklerini duymuştu.
Aldığı havluyu kendi omzuna attı ve küvetten çıkması için elini uzattı. Kalın kaşlarının alnında yükseldiğini hissetti. Yaptıklarının sebebi her neyse o sebebi öğrenmek istiyordu.
Mimiksiz yüzünde ufacık bir hareket aradı. Kız kardeşi için onu öldürmeye çalışmasına dahi razıydı artık. Sabit görüntüsü ona dondurulmuş bebekleri anımsatıyordu. Canlı gibi görünen ama ölü bakan o şeyler, korku şenliklerinde sokaklarda salınırdı.
Onu beklemekten yorulan elini indirerek geri çekilmesini uzun süre bekledi. Rakibi de kendisi kadar inatçıydı ama direndi. Sudan tek başına çıkamayacağını biliyordu. Ayakları zar zor tutunuyordu. Birini kaldırdığı an diğerinin dengesini bozacaktı. Yine de öfkesini yenip elini tutamazdı.
Dirseğini tutarak onu kendine çektiğinde yalpalayarak dışarı fırladı. Eli, geniş omzunu güçlükle kavradı. Bedeni bedenine çarptı. Siyah ve dalgalı saçları yüzünü yaladı. Duruşu kadar pahalı bir kokusu vardı. Burnunu buruşturarak doğruldu. Ardından elini üzerinden çekerek öfkeyle yüzüne baktı. Boş bakışlarına aynı boşlukla cevap vermeyi ne çok isterdi.
Prens seri hareketlerini sürdürerek dirseğini bıraktı. İri elleriyle saçlarını toplayarak göğüslerinin hapsolduğu havludan kurtardı. Sırtından ve omuzlarından çekilen saçlar, sıkıca sardığı havluyu gevşetti. Sol göğsünün üzerine doğru bıraktığı saçlarını, omzundan çektiği küçük havluya sıkıca sardı. Beline koyduğu eliyle onu koltuklara yönlendirdiğinde adımları, itirazsız etmeden ritmine uydu. Onun yanında karşı koyuşlarının bir anlamı olmadığını öğrenmeye başlıyordu.
Oturdu. Dizinde olan havlu, basenleri açarak kalçasının altında toplandı. Yatağın yanında duran sandalyeyi çekerek hemen karşısını kurulduğunda silkelenerek üzerine binen ağırlıktan kurtulmaya çalıştı. O kadar sessiz ve ritmik hareket ediyordu ki kendini sokak sanatçılarının elindeki kuklalarda gördü. Onların aksine prensin parmaklarında ip yoktu. Bu oyunda -insanları kontrol etmekte- ustalaşmış olmalıydı.
Bacaklarını öne doğru uzatarak ayaklarını bağladığında Hüma da onu izleyerek yorgun sırtını koltuğa yasladı. Adam, gömleğinin yakasında duran mendili aldı ve yüzünü yavaş hareketlerle sildi. Hüma ellerini kucağında birleştirdi. Prensin hareketleri sakin olsa da onu bu kadar terleten şeyin sabırsızlık olduğunu hissediyordu. Artık ne işler çevirdiğini öğreneme vakti gelmiş miydi? Belki diye düşündü. Dışına yansıtmıyordu ama uzun süren sessizliğini bozacak gibiydi.
“Hazırsan başlayalım?”
Cevap vermeden ona bakmayı sürdürdü.
“Bildiğin gibi prenses öldü.”
Kardeşinden bahsederken dahi soğuktu sesi. Komşunun köpeği öldü diyen bir havası vardı. Ne kadar kaba ve iğrenç göründüğünün farkında mı diye merak etti.
“Buraya evlilik yoluyla savaşı önlemek için gelmiştik ama gördüğün gibi artık anlaşma sağlayacak bir prensesimiz yok”
Sessizce boynunu kırdı ve sözlerine devam etmesi için bekledi. Uzun sürmedi.
“Yerine geçmen gerek”
Kardeşinin yerini doldurmasını istiyor olamazdı değil mi?
“Evet” dedi düşüncelerini duymuş gibi “Artık prenses sensin”
Dili tutuldu. Hırçın kahkahası bir hık sesiyle sustu. Demek nedeni buydu. Onunla ilgilenmesi ve burada, yanında tutması bu yüzdendi. Adamın kurduğu hayallerin etkisiyle hoyratça gülümsedi. Ellerini havaya kaldırarak açmış ve sanki ona bir hediye verirmiş gibi sunmuştu yeni unvanını. Akıl sağlığını yitirmiş olmalıydı.
“Fiziksel olarak oldukça benzersiniz”
Şaka yapıyordu değil mi? Onu nasıl Kuzey Ferq prensesine benzetebilirdi. Kadının ülke sınırlarını aşan bir güzelliği vardı. Şanı yıllardır dilden dile dolaşıyordu. Söylenilenlere göre yaprak kadar yeşil gözleri vardı. Kumral tenini tüm asaletiyle taşıyordu. Hiçbir kadın onun ünüyle yarışamazdı. Üstelik bir melezdi. Babası yağmacıydı. Aslında Prenses Lindiwe’in güzel kılan şeyde buydu. Kanı güçlüydü. Hüma’ya gelince... o genelde griye çalan yeşillere ve güneş yanıklarıyla dolu bir tene sahipti. Ne anlatılanlar kadar dolgun hatları ne de kestane kadar keskin kahve saçları vardı. Düşüncelerini duymuş gibi açıklamaya devam etti.
“Onu ülkemizdeki asiller dışında tanıyan yok. İnsanlar görmedikleri şeyleri görmüş gibi anlatmayı ve abartmayı sever.”
“Ülken için evlilik yapmamı bekliyor olamazsın” dedi şaşkınca. Benzetmek bir yere kadardı. Onu kullanacağını bu kadar rahat dile getirmeyi nasıl başarıyordu?
“Yapman gerekecek”
“Hayır!”
Başını iki yana sallayarak kahkaha attı. Göz pınarlarından sızan birkaç damlayı cansız parmak uçlarıyla sildi. Ondan tiksiniyordu. Tam bir pisliksin! Ve hatta insan değil canavarsın! Diye haykırmak istiyordu. Ama biliyordu ki bunların onun üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktı.
“Sende insanlarında umrumda değil!” diye tısladı.
“Bizim için değil, kendin için yapacaksın”
“Kendim için?”
“Hayatta kalmak için”
“Bende zaten yaşamak istiyordum!” diyerek söylendi Hüma. Bedeni güçsüzdü. Bunun aldığı yaradan kaynaklı olduğunu biliyordu. Prensinde vurgulamak istediği buydu. Eğer istediğini yapar ve prensesin yerine geçerse onu tedavi edeceğini söylemeye çalışıyordu. Artık planlarını anlaması için birkaç kelime sarf etmesi yetiyordu
“Hiç olmazsa çekeceğin acıyı düşün” dedi adam. Yaslandığı sandalyeden sırtını ayırarak öne çıkmıştı. Ardından “Bedenin hayvanlar için yuva olacak ve seni kemirerek bitirecekler. Her yanın çürüyecek...” diyerek sürdürdü içi boş tehditlerini.
“O kadar beklemem gerekmeyecek! Ölmenin çok daha kolay yolları var”
“Yağmacıları böyle bilmezdim”
Tekrar sandalyesine yaslandı prens. İnsanların sundukları bahaneler bir yana onlardan uzak durmalarının tek bir nedeni vardı. Aşırı korkusuzlardı. Bu da onların gözlerini kör eden bir güven içinde olmalarını sağlıyordu. Dünya yansa umurlarında olmazdı. Kendi babası ve üvey kardeşi de bu düşüncelerine dahildi. Onların kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu. Kız kardeşinin de babası için bir hiç olması damarlarında dolaşan kandan tiksinmesini sağlamıştı.
Asil kanlarını sürdürmek isteyen yağmacıların insanlarla alışveriş dışında herhangi bir bağları olmazdı. Bu nedenle ne sadakatli ne de sadakatsiz görünürlerdi.
Kadın karşılık vermeden ona bakmaya devam ettiğinde bastırarak “Onların çektiği acıya göz yumarak mı öleceksin? İntikamlarını almadan... bunu yapanların rahatça yaşamasına izin mi vereceksin?” dedi.
Saçındaki havluyu çekerek yüzüne fırlattı kadın. Tıslayarak dişlerini kenetlediğini ve öfkesinde boğulmak üzere olduğunu görebiliyordu. Yorgunluktan titreyen göz kapakları ardına dek açılmış ve su yeşili gözlerinden kayan kini net olarak görmesini sağlamıştı.
“O zaman ilk senden başlamam gerek!”