İbrahim, göz kapaklarının arasından sızan beyaz ışıkla gözlerini araladığında, etrafındaki bulanık dünyayı güçlükle seçebildi.
Hastane odası. Yoğun bakım cihazlarının ritmik sesi, temiz havaya karışmış ilaç kokusu…
İlk başta nerede olduğunu anlamadı. Başını hafifçe yana çevirdiğinde, camın diğer tarafında bekleyen annesini ve Simya’yı gördü.
İkisinin de gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı.
Mihriban Hanım, avuçlarını birbirine kenetlemiş, başını dua eder gibi eğmişti. Simya ise kollarını kavuşturmuş, gözlerini ona dikmişti. Onların bu hali, İbrahim’in içini garip bir hisle sıkıştırdı.
Başını oynatmaya çalıştığında keskin bir acı boynunu sardı.
O sırada bir hemşire yanına gelip cihazları kontrol ederken, boğazı kuruyarak sordu:
“Bana ne oldu?”
Hemşire, kaşlarını hafifçe çatıp ciddiyetle yanıtladı.
“Boynunuzdan çok ciddi bir yara aldınız. Şansınız var ki bıçak şah damarınıza birkaç santimle kaçırmış. Yoksa şu an yaşıyor olmazdınız.”
İbrahim, söylediklerini sindirmeye çalışırken, parmakları yavaşça boynuna gitti. Bantlarla kapatılmış bir bölgeyi hissetti.
Ölümle burun buruna gelmişti.
O an ise aklına tek bir şey gelmişti.
Simya.
Ölürken bile neden bu kızın masum yüzü aklında dolaşıyordu?
Derin bir iç çekti.
Sonra aklına İsa ve arsız gülüşü geldi.
Onu öldürmesi gerekiyordu.
Dişlerini sıkarak doğrulmaya çalıştı ama vücudu buna izin vermedi. Başındaki ağrı dalga dalga yayılırken, gözlerini kıstı. İntikamı yarım kalmıştı.
O sırada annesi ve Simya’nın kapıdan hızla içeri girdiğini fark etti.
Mihriban Hanım, gözyaşlarını silmeye bile fırsat bulamadan yatağın kenarına yaklaşıp “Oğlum!”diye fısıldadı.
Simya ise sadece ona bakıyordu.
Onun gözlerinde gördüğü şey… açıklayamadığı bir duyguydu. Endişe. Üzüntü. Kaygı. Ama en çok da bir tür bağlılık.
İbrahim, bir an için ona uzun uzun baktı. Gözlerini kaparken aklın gelen son kişi Simya’ydı. Uyandığında yüzünü gördüğü ilk kişi ise gene Simya’ydı.
Ona bakarken, gözlerinde bir sıcaklık hissetti.
Ama bu sıcaklık, boynundaki acı kadar gerçek miydi? Yoksa bir yanılsamadan mı ibaretti?
...
İbrahim, iyileşip hastane odasının beyaz duvarlarını arkasında bırakıp çıktığında, omuzlarındaki yük eskisinden daha ağırdı.
Güçlü ve dayanıklı bedeni, aldığı yarayı hızla iyileştirmişti. Ama ruhundaki yara ve intikam arzusu hâlâ kanıyordu.
İsa’yı bulup öldürmeden huzur bulamayacağını biliyordu. Babası toprağın altındayken, onun nefes aldığı her gün haramdı.
Ama bir şey daha vardı.
Son zamanlarda içinde filizlenen, farkında olmaya başladığı bir başka duygu.
Simya.
Onu ilk defa gerçekten görmeye başlamıştı.
Onun gözlerini, kendisine baktığında yüzüne yansıyan o masum heyecanı, kendi içinde kıpırdanan tuhaf çekimi inkâr edemiyordu.
Ama bu hisleri kendine bile itiraf edemezdi. İsa ölmeden…
Onu mezara koymadan…
Bu duygulara kapılmayacaktı.
...
Mihriban Hanım, oğlunun konağa dönüşünü gözyaşlarıyla karşılarken, hizmetçiler geriye çekilmiş, herkes ona saygıyla bakıyordu.
Ama İbrahim'in gözleri bir tek kişiyi arıyordu.
Simya.
Ve o, koridorun köşesinde, ellerini üstüste koymuş, ona derin ve anlamlı bir bakışla bakıyordu.
İbrahim, bu bakışı biliyordu.
Kadınları tanırdı.
Onların ilgisini, arzusunu, umutlarını…
Ama Simya farklıydı.
O, ona başka türlü bakıyordu.
Bu bakışta tutku kadar, korku kadar, hayranlık kadar, umut da vardı.
Ve İbrahim, o an içinde bir şeyin sarsıldığını hissetti. Kendisinde de benzer hislerin filizlendiğini hissedebiliyordu.
Ama belli etmedi. Bunu görmezden gelmek zorundaydı.
Çünkü önünde hâlâ tamamlanmamış bir iş vardı.
Önce İsa… Sonra her şey.
...
Simya, o sabah güneş odasına süzülürken gözlerini açtı.
İlk yaptığı şey, yatağın diğer tarafına bakmak oldu.
İbrahim oradaydı. Yine sırtını dönmüş, mesafeli bir şekilde uyuyordu.
Son zamanlarda hep böyleydi. Yakındılar ama bir o kadar da uzak.
İbrahim, hastaneden döneli günler olmuştu. Simya, onun sağlığına kavuşmasını her şeyden çok istemişti. Onun güçlü, dimdik ayakta olması, kendini güvende hissetmesini sağlıyordu.
Ama bu güvenin yanında içini kemiren bir boşluk vardı.
İbrahim ona bakmıyordu.
Evet, İbrahim konağa döndüğünden beri aynı yatakta yatıyorlardı. Ama aralarında görünmez bir çizgi vardı.
Ne zaman Simya ona yaklaşsa, İbrahim mesafesini koruyordu.
Konakta birlikte yemek yiyorlar, aynı sofraya oturuyorlardı ama İbrahim hiçbir zaman göz göze gelmiyordu onunla.
Onunla konuşurken bile bakışlarını kaçırıyordu.
Simya bunu fark ettiğinde, içinde derin bir korku filizlenmeye başladı.
Acaba…
Ondan nefret mi ediyordu?
Acaba onu hiç sevmemiş, Simya onu baştan itibaren yanlış mı anlamıştı?
Ama hayır…
İbrahim ona düşman gibi de bakmıyordu.
Sadece… Hiç bakmıyordu.
Ve bu daha da canını yakıyordu.
Simya, her gün içini kemiren o düşünceyle baş etmeye çalışıyordu.
Ya İbrahim onu istemiyorsa?
Evet, onu bu eve getirmişti. Onu korumuş, onu sahiplenmişti.
Ama bu, onu sevdiği anlamına gelmiyordu.
Ya onu sadece bir sorumluluk olarak görüyorsa?
Bu düşünce, içinde dayanılmaz bir acıya dönüşüyordu.
Çünkü artık inkar edemezdi.
İbrahim’e karşı bir şeyler hissediyordu.
Onun varlığı bile içini ısıtıyordu.
Onun sesini duymak, yanında olmak, güçlü gövdesini görmek, sert ama koruyucu tavrını hissetmek…
Bütün bunlar onu etkiliyordu.
Ama İbrahim’in umursamaz tavırları, ona baktığında gözlerini kaçırması, onu sadece bir sorumluluk gibi görmesi…
Bu düşünce onu üzüyordu.
Simya, konağın büyük avlusuna çıktı.
Soğuk taşlara çıplak ayaklarını bastığında bile, içindeki boşluğu hissediyordu.
Ne yapmalıydı?
Onun ilgisini çekmek için ne yapmalıydı?
Ama…
Ya ne yaparsa yapsın değişmeyecekse?
Ya gerçekten sevmiyorsa?
Bu korku, onu içten içe eritiyordu.