-Mutlu İki Haber-

2008 Words
Baha’nın kollarından usulca sıyrılıp beyaz sabahlığımı üzerime aldım. Odanın loş ışığında birkaç adım attım; saatler öncesinden kalan dağınıklık hemen gözüme çarptı. Yerdeki boş prezervatif paketlerini toplayıp çöpe attım. Bir an durup derin nefes aldım — lavanta kokulu oda spreyiyle havayı arındırırken, içimdeki utangaç huzuru bastırmak ister gibiydim. Duşa girdiğimde sıcak su tenime değdiği anda, omuzlarımdaki ağırlık çözülmeye başladı. Köpüklerin arasından yavaşça geçmişe, Baha’nın tenine, o uykulu sessizliğine kayıyordu zihnim. Kabinden çıktım ve bornoza sarınıp odama geçtim. Gözüm kocama kaydı.Geniş sırtındaki çizikler aklıma geldiğinde, dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi. Yine de, yorgun kocamı rahat bırakmanın en doğrusu olduğuna karar verdim. Giyinme odasına geçtiğimde dolaptan açık karamel tonlarında ince, uzun kollu bir kazak seçtim. Kumaşın yumuşak dokusu tenime değdiğinde içim ısındı. Altına yüksek bel, beyaz bir pantolon giydim; sade ama zarif bir duruş veriyordu. Saçlarımı havluyla kurularken, kurutma makinesinin sesinin Baha’yı uyandırabileceğini düşünüp vazgeçtim. Sessizlik, bu evde bazen lüks gibiydi. Odadan çıkıp merdivenleri ağır adımlarla tırmandım. Cici’nin odasının önüne geldiğimde kapıyı bir kez tıklattım. Sessizlik. Tekrar denedim. Ardından kapı kolunu çevirdim — ama kilitliydi. Kaşlarım bir anda çatıldı. Bu evde, Cici’nin odasının kapısının kilitli olması kesin bir kural ihlaliydi. Bir an endişeyle yutkundum. “Cici’m!” “Evet?” “Kapıyı açar mısın?” Kısa bir sessizliğin ardından kapı yavaşça açıldı. Cici kapının eşiğinde durdu; bana alttan bakan çatık kaşları, hâlini ele veriyordu. Artık pijamalarını kendi giyiyordu — bu, onun büyüdüğünün küçük ama gururlu bir işaretiydi. Beyaz pijamasının üzerinde pembe ve kahverengi küçük tavşancık desenleri vardı. Saçlarını taradığı belli oluyordu; uçları hafifçe kabarmıştı. “Akşam yemeği saati.” dedim. “Aç değilim.” “Ben de değilim ama biliyorsun…” “Baha ve kuralları,” dedi, gözlerini devirdi ve yere baktı. İçimden hafifçe gülümsemek geçti ama yüzümde belli etmedim. “Uzun zamandır hepimizi bir arada görmek istiyor. Hadi, inelim. Hazırlıklara bakalım olur mu?” “İyi.” dedi kısa ve soğuk bir tonda, elimi tutmadan önden yürüyerek. Dudaklarımı birbirine bastırdım, nefesimi içime çekip onu sessizce takip ettim. Mutfağa vardığımızda baharatlı etin ağır, iştah açıcı kokusu havayı doldurmuştu. Karnım, tüm iddialarıma rağmen hafifçe guruldadı. “Ne zamana hazır olur?” diye sordum. Gülfem, arkasını dönüp bana baktı. “Baha Bey dinlensin diye geç başladık. Yirmi beş dakikaya hazır olur, Aysa Hanım.” Gülümsedim. Defalarca ismimle hitap etmesini istemiştim ama o hâlâ bu resmiyetten vazgeçmiyordu. Bir defasında, “Böyle hitap edince kendimi yerimde hissediyorum.” demişti. Sanırım bu evde, herkesin kendi dengesini korumak için bir yolu vardı. “Peki tamam. Baha’yı sen uyandır mısın, biz Cici’yle kış bahçesinde olacağız?” “Tabi, uyandırırım.” O da gülümsedi. Gülfem’in varlığı bu evin düzeniydi. Biz ne kadar dağınık olsak da o, eksikleri fark etmeden toparlıyordu — hem arkamızı, hem ruhlarımızı. Cici’nin elini tuttum, birlikte malikanenin güney cephesine doğru yürüdük. Kış bahçesinin kapısını açtığımda sıcak hava yüzüme vurdu. Şömine yanıyordu; odunların çıtırtısı, sessizliğe ritim katıyordu. Camların ardından görünen bahçe, geceye yavaşça bürünüyordu. Yan yana koltuklara oturduk. Cici’nin kolları incecikti; içine kapanmış, ellerini göğsünde birleştirmişti. “O surat ne zaman düzelecek acaba?” dedim hafifçe gülümseyerek. “Gülesim yok, Aysa.” dedi, sesi yorgun ve huysuz. “Ama—” “Ama Baha bu suratı sevmez, diyeceksin değil mi?” diye tersledi. Bir an sessizlik oldu. Şömine çıtırdadı. “Ben… sadece üzülüyorum.” dedim sessizce. Cici omuz silkti. Bakışlarını ateşe dikti; sanki bütün kırgınlıklarını oraya bırakmak istiyordu. Ben ise onun yanına biraz daha yaklaştım, ama ne söylesem boştu artık. O an, varlığımın bazen susmak olduğunu hatırladım. “Boy mevzusuna üzgün müsün hâlâ?” diye şansımı denedim. “Evet.” “Ama minyon kızlar hep daha çok sevilir.” “Moral vermeye çalışma, Aysa. Hayır, anlamıyorum!” dedi, ellerini iki yana açıp gözlerini sinirle büyüterek. “Ailemdeki herkes dev gibi! Benim genlerimdeki sorun ne?!” Kendimi tutamayıp kıkırdadım. Cici bana keskin bir bakış atınca hemen elimi dudaklarıma götürüp ciddileştim. “Korhan ne demişti hatırlıyor musun? Liseye kadar sınıfın en kısa çocuğuymuş ama sonra birden uzamış. Sanırım sizin genlerde sonradan uzama var,” diyerek gülümsemeye çalıştım. Ancak Cici kaşlarını indirip sessizce önüne baktı; sözlerim, beklediğim etkiyi yaratmamıştı. Ayaklarını sallayarak karşıyı izlemeye başladı. Ben de artık sessiz kalmayı tercih ettim. İkimiz, kış bahçesinin büyük camından dışarıyı seyrettik. Rüzgârın etkisiyle ağaçların dalları hafifçe salınıyor, şöminenin çıtırtısı arada bu sessizliğe karışıyordu. Zaman nasıl geçti anlamadık. Bir süre sonra Gülfem, kapı aralığından başını uzatıp yemeğin hazır olduğunu söyledi. Cici’yle birlikte salondaki uzun masaya geçtik. Şamdanlardaki mumlar yumuşak bir ışıkla ortalığı aydınlatıyor, sofraya neredeyse romantik bir hava katıyordu. Masada yalnız biz varken Sonat ve Alper kapıdan içeri girdiler. Baha’nın masada olmadığını görünce ikisi de derin bir “oh” çekti. Üzerlerindeki ceketleri çıkarıp, “Hemen ellerimizi yıkayıp geliyoruz,” dediler. "Çbuk!"dedim gülerek. Bazen anneleri gibi hissediyordum. Çok geçmeden, merdivenlerden ağır bir adım sesi duyuldu. Başımızı Cici ile aynı anda çevirdik. Baha iniyordu. Kaşları her zamanki gibi hafif çatılmış, yüzünde alışılmış o sert ifade vardı. Siyah gömleğinin kol düğmelerini iliklerken gözlerini bana dikti. Adımlarını yavaş, ölçülü atıyor, sanki gelişini bile hesaplıyordu. Yerimden kalktım ve ona doğru yürüdüm. Ne diyeceğini anlamıştım; yüzündeki o bakış yeterince açıktı. “İyi uyudun mu?” Son basamakta durdu. Başını hafifçe yana eğip bana eleştirir gibi baktı. “Uyandığımda yoktun. Sevmediğimi biliyorsun.” Elbette biliyordum. Kocamın bu huyunu ezbere bilirdim ama Cici’nin morali bozuktu; yanında olmam gerekiyordu. “Cici’yle ilgilendim,” dedim, sesimi yumuşatarak. “Seni uyandırmak istemedim, yorgundun.” “Bahane değil.” Bir adım attım ona doğru. Aramızdaki mesafe azaldı. Gömleğinin yakasındaki açık düğmelere uzandım; üstteki iki tanesinden en alttakini yavaşça ilikledim. Parmaklarım göğsüne değdiğinde nefesim fark etmeden hızlanmıştı. “İyi bir bahane bence,” dedim, kollarımı göğsümde kavuşturup başımı hafif yana eğerek. “Yorgunluktan sızıp kaldın resmen. Bir de…” Bakışlarımı küçümseyici bir alaya çevirdim. “Altı az diyordun.” Baha’nın gözleri anında değişti. O keskin, çakmak çakmak bakışlar üzerime çevrildi; kaslarının gerildiğini bile fark ettim. Onu az çok tanıyorsam, siniri bana değil — kendi halineydi. “Telafi ederiz,” dedi sessiz ama tehditkâr bir tonda. Sesindeki hafif gülümseme iması, içimde belli belirsiz bir ürperti bıraktı. Sonra elimi tuttu. O güçlü eliyle parmaklarımı kavradığında istemsiz bir sıcaklık yayıldı içime. Beraber masaya geçtik. O, her zamanki gibi baş köşeye oturdu; ben sağ yanına yerleştim. Cici ise benim sağımda, sessizce sandalyesine geçti. Çok geçmeden merdivenlerden ayak sesleri geldi. Sonat ve Alper gülüşerek salona indiler. “Evimizin direği, hoş geldin!” dedi Sonat neşeyle. Baha sadece başını hafifçe sallayarak karşılık verdi. Gülümsemek, ona göre fazla bir jestti. “Korhan nerede—” demeye kalmadan kapı sertçe açıldı. İyi insan lafın üstüne gelirmiş. Korhan içeri girdi; elini tuttuğu kadın da hemen arkasındaydı. Didem Barut. Onları nasıl tanıştıklarını hepimiz biliyorduk aslında. Bir araba kazası... Başlangıçta birbirine düşman olacak kadar talihsiz bir karşılaşma. Haberi ilk duyduğumda, bizzat ben gitmiştim olay yerine. Didem, güçlü bir kadındı. Ne Baha’ya, ne Korhan’a, ne de soyadımıza gösterilen o geleneksel saygıdan pay biçmişti. Tam tersine, dik durmuştu. Baha’nın o ünlü, “Global iş adamı” kimliğine bile meydan okuyacak kadar gözü kara davranmıştı. Gazetecileri çağırıp basın önünde konuşmuş, adeta herkesin dengesini bozmuştu. İtiraf etmeliyim, bu hoşuma gitmişti. Çünkü bizim evde herkesin önünde eğilmediği birini görmek nadir bir şeydi. Dava süreci normal insanlar gibi ilerlemişti ama bir sabah, Korhan davayı geri çekmişti. O günden sonra aralarındaki mesafe giderek azaldı… ve şimdi birlikteydiler. Baha, masadaki sessizliği dağıtan o derin sesiyle sordu: “Neredesiniz siz?!” Korhan hiç geri adım atmadan, sakin bir tonla karşılık verdi: “Baha Balamir… Önce dinle, sonra kızarsın.” Yanındaki kadına baktım. Didem’in Korhan’ı ne kadar değiştirdiği barizdi. O eski umursamaz tavır gitmişti; yerini daha olgun, daha dingin bir adam almıştı. Hâlâ çok konuşkan değildi ama yüzünde bir gülümseme yer etmişti artık. “Bakarız,” dedi Baha kısa bir cümleyle. Ardından şarabından bir yudum aldı; kadehin kenarındaki kırmızı iz, mum ışığında parladı. Korhan, sevgilisinin yüzüne döndü. “Sen mi, ben mi?” diye sordu. “Ben,” dedi Didem kararlı bir tonda. Sonra bize döndü, gözleri tek tek hepimizi taradı. Bir an sustu, nefesini topladı, sonra birden elini kaldırdı. Parmağında ışıldayan yüzüğü gösterdi. “Ben evlilik teklifi aldım!” Bir anlık sessizlik… Kadehler havada asılı kaldı, gözler büyüdü. Benimki de dâhil. “Ne!” dedim sevinçle ve yerimden bir anda fırladım. Hemen Didem’e, ardından Korhan’a sarıldım. Sonra Sonat ve Alper de ayağa kalkıp mutlulukla tebrik ettiler. Baha’ya döndüğümde, o sessizce oturuyordu. Hiç konuşmamıştı ama dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım vardı — onu tanıyan herkes bunun bir tebessüm olduğunu bilirdi. Sevinmişti, sadece belli etmemeyi tercih ediyordu. Cici’ye baktım. O ise sessizce tabağına bakıyordu. Çatalını elinde evirip çeviriyor, sanki başka bir dünyadaymış gibi davranıyordu. Haberi duymamış gibi… ya da duymak istememiş gibi. İçim bir an burkuldu ama belli etmedim. Bu sofrada birinin burukluğu diğerlerinin sevincini gölgelememeliydi. “Ne zaman düğün?” diye sordum heyecanla. “Yaza,” dedi Didem gülümseyerek. “Tam tarih belli değil ama bir ay sonra aile arasında bir nişan yapalım dedik.” “Çok güzel!” dedim içtenlikle ve elini sıkıca tuttum. Korhan hemen yanındaki sandalyeyi çekti, Didem’in oturmasını bekledi. Kadın, o tatlı telaşıyla yerine geçtiğinde herkesin yüzünde küçük bir gülümseme belirmişti. Ben de yerime döndüm, gülümseyerek Cici’nin koluna dokundum ama o kendini yana çekti. Küçük ama içimi delen bir hareketti. “Eee abi?” diye atıldı Korhan, Baha’ya dönerek. “Bir şey demeyecek misin?” Baha, kadehini eline aldı, şarabından küçük bir yudum aldıktan sonra sakin bir sesle, “Tebrik ederim,” dedi. Hepsi bu. Klasik Baha Balamir… Ne eksik, ne fazla. Korhan’ın yüzündeki gülümseme yine de eksilmedi. Gözleri Didem’in gözlerinde asılı kaldı. Aşk ne kadar büyük bir şeydi, değil mi? Onu bir zamanlar odasında karanlığa gömülmüş hâlde hatırlıyorum. Çizdiği karanlık resimleri, söylediği umutsuz sözleri, ölüme bir adım kala halini...Şimdi ise bir kadın gelmişti ve tüm o kasveti silip atmıştı. Tıpkı benim Baha’yı değiştirdiğim gibi. Belki kocam bunu dışına pek yansıtmıyordu ama ben hissediyordum. Baha da değişmişti — sevgiyle, zamanla, mecburen. Tam o anda kapı tekrar açıldı. Baha derin bir iç çekti. O sesi ben de tanımıştım — sabırla bastırılmış, belli belirsiz bir nefesti. Başını çevirdiğinde, kapının eşiğinde Kılıç ve Filiz belirmişti. “Sizin bahaneniz nedir?” diye sordu Baha, sesi alayla karışık bir merak tonundaydı. Ben de aynı sorunun cevabını bekliyordum. Çünkü bugün Kılıç’ın kumar oyunu yoktu. İkisi de gülümsemeden duramıyordu. Kılıç’ın üzerinde koyu lacivert, üzeri tertemiz ütülenmiş bir takım elbise vardı; Filiz’in üzerindeyse, vücuduna zarifçe oturan beyaz triko bir elbise. Filiz’in altın rengi saçları tepeden özenle toplanmış, yüzüne yumuşak bir aydınlık yayılmıştı. “Öncesinde kim geç kaldı?” dedi Kılıç, nabız yoklar gibi etrafına bakarak. Didem kahkahasını tutamayarak öne eğildi ve parmağını havaya kaldırdı. Parmağında ışıl ışıl parlayan yüzüğü görünce, kısa bir an ikisi de şaşkınlıkla baktı. Ardından tebrik sesleri birbirine karıştı. “Oh, harika! Bizim haberle taçlandıralım o zaman bu günü! Hazır mısınız?” dedi Kılıç heyecanla, gözleri çocuk gibi parlıyordu. Herkes merakla ona döndü. Kılıç, ceketinin iç cebine elini attı ve bir şey çıkardı. Hareketi çok hızlı olduğu için kavrayamadım ne olduğunu.Sessizce bize doğru uzattı. Gözlerim istemsizce büyüdü. Ellerimi ağzıma kapatıp sevinçle küçük bir çığlık attım. “Baba oluyorum lan ben!” O an, kelimeler kifayetsiz kaldı. Filiz’e doğru koşup hızla sarıldım. Kalbim deli gibi atıyordu. Diğerleri de yerlerinden kalkmıştı; kahkahalar, sarılmalar, mutluluk sesleri havada yankılanıyordu. Baha ise yerinde sessizce oturuyordu. Yüzünde garip bir yumuşama vardı — belli belirsiz bir tebessümle Kılıç’a baktı. Ardından ağır adımlarla yerinden kalktı ve sessizce kardeşine sarıldı. O an, Baha’nın bakışlarındaki buzlar sanki biraz çözülmüştü. Cici ise hâlâ sessizdi. O minik yüzündeki donuk ifadeyi görünce içim burkuldu. Ailemiz büyüyordu, ama anlaşılan birimiz bundan pek de mutlu değildi. Yemekten sonra onunla konuşacaktım. Şimdilik sevinçle hüzün birbirine karışıyordu içimde. “Kaç haftalık?” diye sordu Didem heyecanla. “Beş.” dedi Filiz, elini yavaşça karnına götürürken. “Sıpa, beş haftadır gizli saklı takılmış bize,” diye güldü Kılıç. Gülüşü odadaki havayı iyice yumuşattı. Tekrar yerimize oturduk. Sofra artık eksiksizdi — ya da belki bir can fazlasıydı aramızdaki o sessiz sevinç. Teyze oluyordum… aynı zamanda hala da. Kan bağı olmasa bile, bu iki kelimenin ağırlığını içimde gerçekten hissediyordum. Filiz, “İki gündür sürekli midem bulanıyordu,” diye anlattı. “Mevsim değişikliği diye düşündük. Serum vurduralım dedik ama… haber bambaşkaymış.” Yine kahkahalar, yine tebrikler… O an sofranın üstünde sadece yemek kokusu değil, mutluluğun kokusu da vardı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD