Ali Karayel
Efsun gittikten sonra benim de iştahım kaçtı; nedense yemek yemek istemedim. Yemekleri dolaba kaldırıp odama çekildim. Bu bücür, tahmin ettiğimden çok daha fazla karışmıştı hayatıma, farkında bile değilim.
Vurulmamın üzerinden on gün kadar geçmişti. Bu süre boyunca Efsun sürekli uğrayıp sargılarımı değiştiriyor, pansumanlarımı yapıyordu. Şimdi ise lojmanda Aras’ın evindeydik. Hadi ben neyse de, bunun pansumanını niye Efsun yapıyordu, anlamıyordum. Hastaneye gidemiyor muydu yani? İt herif.
"Lan çocuğu öldürecek gibi bakma."
Diyen salih’e döndüm.
"Ne?"
Salih gözlerini daraltarak devam etti:
"Canbaza öldürecek gibi bakıyorsun, bakma diyorum." Dedi. Tam cevap verecektim ki.
“Ali amca sen yine sinirli misin?”
Diyen yaran’e baktım. Salih’in kızı minik elini bacağıma koymuş, mavi gözlerini bana dikmiş konuşuyordu.
Küçük bedeniyle bana yaslanınca kucağıma aldım, oturttum. Hafifçe gülümseyerek cevap verdim:
"Hayır güzelim, neden öyle dedin ki?"
Kaşlarını çatıp burnunu kırıştırdı, dudaklarını büzdü:
"Böyle bakıyorsun Ali amca."
Tebessüm ettim, başımı yana eğdim.
"Sana öyle gelmiş Yaren. Ben gayet iyiyim."
Gerçekten muhteşem bir gözlem yeteneği vardı. Yaren altı yaşında bir çocuktu ama bazen kurduğu cümlelere hepimiz şaşırıyorduk. Zekâsını kesin annesinden almış.
O sırada Efsun, Aras’ın yarasını kontrol ediyordu. Benimki çok daha iyiydi, Canbaz’ın yarası ise geçmek üzereydi.
Aras, minnetle başını eğdi:
"Sağ ol Efsun, çok ilgilendin benimle."
Efsun ise gün geçtikçe soluyor gibiydi. Birkaç kez sordum, ama bir şey yok dedi. Sorunun annesi olduğu belliydi. Kim bilir neler çekiyordu da susuyordu kadın. Bu işe el atmak istiyordum ama kendimi tutuyordum. Sonuçta yardım teklif etmiştim, kabul etmemişlerdi.
"Önemli değil Aras, sen iyi ol da işim bitti. Dikişler alınacak artık, bir sıkıntı yok." Dedi efsun.
Tam o sırada Umut Koşarak gelip Efsun’un kucağına atladı. Salih’in oğlu, sekiz yaşında. Sonunda Efsun’la tanışmışlardı. Ama Umut Bey, Efsun’un kucağından inmiyordu; pek rahat bir yer bulmuştu sanırım.
"Efsun abla, ben de doktor olmaya karar verdim. Seninle aynı yerde çalışabilir miyim?"
Çocuk, benim bücüre yürümüyor, adeta koşuyordu.
Salih, kaşlarını çatıp bana döndü:
"Ulan oğluma düzgün bak."
Omuzlarımı gerip tersledim:
"Ne oluyor lan sana? Ona düzgün bak, buna düzgün bak... Normal bakıyorum işte."
Salih gözlerini daraltıp dişlerini sıktı:
"Hı, düzgün bakıyorsun evet. Dağdaki düşmanlarına baktığın gibi bakıyorsun. Önüne gelene. Oğluma düzgün bak. Kırmayayım kafanı."
Ben meydan okurcasına gülümsedim, dudaklarımda sinsi bir kıvrım belirdi:
"Denemek ister misin?"
O daha sinsi güldü:
"Olur içtimada denerim. Bi üstünden geçeyim senin, sanki paslandın sen."
Rutbe konuşuyordu bir de.
Efsun, Umut’un saçlarını okşayıp öptü:
Ne gerek var şimdi saç baş öpmeye?
“Umutcum sen büyüyünce karar ver. O zamana kadar kararın kesinse bakarız."
Umut, ellerini Efsun’un saçına attı, koklarken mırıldandı:
"Tamam Efsuncum."
Babası annesi ne kadar söylese de, Umut hep "Efsuncum" diyordu ona. Efsun ise bunun önemli olmadığını söyleyince devam ediyordu umutda.
Bir anda ayağa kalkınca herkes bana baktı. Yareni kucağımdan indirdim.
"Neyse, hadi yer elması, kalk gidiyoruz. Hasta ziyareti kısa olur."
Efsun gözlerini devirdi. Karşıdan bizi izleyen Alya, neye gülüyorsa gülüp duruyordu.
"Ne aceleniz var, kalın işte. Bize çıkacağız, hep beraber yemek yeriz." Dedi Alya.
Gözüm Efsun’la Umut’un üzerinde gezdi.
"Yok Alya, gidelim. Ben eve gidip yatmak istiyorum, yorgunum."
Salih araya girdi:
"Sen git, ben Efsun’u eve bırakırım."
Ona döndüm, sesim içime kaçmış gibi çıktı:
"Öyle mi?"
O da gülerek başını salladı.
Efsun’a döndüm:
"Yoğun bir hafta geçirdin, eve gitmek istersin. Götüreyim seni."
Omuz silkti, dudaklarını büzdü:
"Yarın iş yok, abimler de izinli. Sıkıntı olmaz, otururuz biraz. Sen yorgunsan git."
Başımı salladım:
"İyi, siz bilirsiniz. Ben gidiyorum o zaman."
Efsun’a bakarak söyledim. O eliyle git işareti yaptı. İçimden geçirdim: İnsan bir kal der, yaralısın der, zorlar... Yok, insanlık da ölmüş.
Tam çıkarken Alya seslendi:
"Ali ya, sen de mızıkçılık yapma. Otur işte, bak mangal yapacağız."
Bir anda geri döndüm.
"Mangal mı? Yani halim yok, kalasım hiç yok... Ama mangala da hayır demem."
Hep beraber yukarı çıktık. Umut’u kucağıma aldım. Salih ve Rüzgar mangalı ayarlarken ben çocuklarla oynuyordum. Kızlar salata yapıyordu. Tüm tim yine buradaydı.
Her şey hazır olunca masaya oturduk.
Umut, ağzını büzerek bana döndü:
"Ya Ali abi, bir bıraksana. Ben Efsuncuğumun kucağına oturacağım."
Ona ters ters baktım, kaşlarımı çatarak:
"Ne varmış benim kucağımda? Hem kocaman çocuksun, niye kucakta oturuyorsun?"
Yanımdaki boş sandalyeye oturttum.
"Burada otur."
Salih bana ters ters bakarken, Umut mutsuzca etini yiyordu.
Yemekten sonra vedalaşıp çıktık. Efsun en azından burada biraz iyi olmuştu. Yaren ona iyi geliyordu. Onu eve bırakıp kendi evime geçtim.
Yarın izin günüydü. Ne yapsaydım acaba? Efsun da çalışmayacaktı hafta sonu. Acaba ona burayı mı gezdirsem? Ya da boş ver, otursun evde. İyice bakıcısı oldum. Maaşını da almıştır, gidip bir güzel ezer belki. Morali de bozuk, acaba içer mi ki? Of... Neyse, sabah bir ararım, "Ne yapacaksın?" diye sorarım.
Sabah
Yine yapmıştı.
Yine aklımı alacak bir inatla karşıma dikilmişti. Dikdi o minik burnunu.
İnanamıyordum — gerçekten inanamıyordum.
Sanki bu yer cücesi, hayatıma sırf sinir katsayımı ölçmek için girmişti. Eskiden gözümün içine bakmaya çekinirdi, tamam öyle olsun istemem ama bu… bu nasıl bir değişimdi?
İzin günündeydi, “Evin eksiklerini alacağım,” dedi.
“Tamam,” dedim, “askerler gidiyor seni bıraksınlar.”
Başını iki yana salladı, dudaklarını sıkıp, “hayır ben giderim” dedi.
“Tamam ben götürürüm” dedim
Yine “yok ben giderim” dedi
“yok mu? Efsun, niye yok?”
“Otobüsle gideceğim.”
Bir an boşluğa baktım.
Otobüsle…
Bu nasıl bir manyaklık, Efsun? Manyaklığın kaçıncı evresi bu? diye söylendim kendi kendime.
Ama o, yüzünde tek mimik oynamadan, sadece başıyla selam verip çıktı.
Arkasından baktım, omuzları dik, adımları kararlıydı. Sanki dünyayı sırtında taşıyordu da, benim sözümün o dünyada yeri yoktu.
Otobüs zaten her saat başı geçiyordu, “30 dakikası var, yetişir,” diye düşündüm. Otobüs buraya yarım saat yürüme mesafesinde. Ben de çarşıya çıkacaktım ama içimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Sonra bizim çocukların ısrarıyla merkeze indik; yemek yedik, biraz oyalandık. Akşam eve dönünce kendimi koltuğa attım — evdeki en sevdiğim yerdi orası.
Bir süre tavana baktım.
Sonra saate gözüm ilişti.
“Efsun dönmüş olmalı,” dedim kendi kendime. “Şu baş belasını bir arayayım, sağ salim gelmiş mi bakalım.”
İkinci çalışta açtı.
“Efendim.”
O tanıdık, soğuk ton.
Kaşlarım hemen çatıldı.
“Efsun, ne yaptın? Hallettin mi işlerini, geldin mi?”
“Evet, hallettim. Dönüyorum.”
“Kaslarım iyice gerildi.”
“Daha dönmedin mi?”
“Hayır, bir otobüsü kaçırmıştım. Son otobüse yetiştim.”
Derin bir nefes aldım.
“Ya kızım, niye kaçırıyorsun otobüsü? Hadi kaçırdın, niye aramıyorsun? Akşam olacak, buralar tekin yerler değil! Kaç kez dedim sana!”
Görmüyordum ama göz devirdiğine yemin edebilirdim.
“Yüzbaşı, yoldayım. Başka bir şey var mı?”
Dudaklarım gerildi. “Buna da iyi ki bir kere bana adımla seslenme dedim,” diye geçirdim içimden. “Bir daha hiç anmadı adımı.”
“Sivildeyken adımı kullanabilirsin, Efsun. Sana demiştim.”
“Gerek yok,” dedi, sesi buz gibi. “Benimle ilgilenmenize de gerek yok. Ben çocuk değilim.”
Dişlerimin arasından konuştum, sesim kısık ama buyurgandı:
“Bana emanetsin.”
Kısa bir sessizlik oldu.
Sonra o sessizliği paramparça eden cümle geldi:
“Yüzbaşı, ben emanet değilim. İlginize de gerek yok. Başka bir şey yoksa kapatıyorum.”
“Huysuz yer elması…” dedim kendi kendime, Ne olacak senin bu halin?
Tam telefonu kapatacaktım ki, birden bağırışlar duydum. Ardından borazan sesi, sonra birkaç adamın paniğe kapılmış çığlıkları…
“Ne oluyor Efsun?” dedim, sesim sertleşmişti.
Bir an sessizlik.
Tekrar sordum:
“Efsun, ne oluyor dedim!”
Bu kez sesi geldi, biraz titrek, biraz endişeli.
Hayret… bizim o soğuk nevale, endişelenebiliyormuş.
“Teröristler… yolumuzu kesti,” dedi.
Ve hat kesildi.
Yumruklarım istemsizce sıkıldı.
“Sana tek gitme demiştim be kızım… Sana bir şey olursa… anama ne derim ben.”
Bir anda kalbim kaburgalarımı yumruklamaya başlayınca ayağa fırladım. Hem Efsun’a söyleniyor, hem de titreyen parmaklarımla Rüzgar’ı arıyordum.
Ah yer elması… ah inatçı nın önde gideni… Sana bir şey olursa anama ne derim ben? Senin yanında olamadım diye kendimi nasıl affederim?
Telefon dördüncü çalmada açıldı.
“Alo, Ali? Hayırdır?”
“Sertel, Efsun’un bulunduğu otobüsün önünü kesmiş teröristler! Numara takibinden yerini bul hemen!”
Bir yandan silahlarımı alıyor, yedek şarjörleri kemerime takıyordum.
“Ne diyorsun sen Ali? Bu saatte niye dışarıdaymış ki—”
“Kes sesini Sertel! Bana hemen Efsun’un yerini bul!” diye kükredim.
“Emredersiniz komutanım!” dedi ve telefonu kapattı.
Evden fırlayıp arabaya bindim. Otobüsün güzergâhına doğru sürdüm. Çok geçmeden Sertel konumu attı. Adam bir numaraydı; timi kurarken sırf bunun için bile seçerdim.
Konumu açınca 10 dakika gösterdi. Gaza öyle bir bastım ki, yolu 4 dakikada aldım. Efsun’a bir şey olma ihtimali bile beni delirtmeye yetiyordu. Zaten yıllardır öfke sorunuyla uğraşıyordum; şimdi tam anlamıyla patlamak üzereydim.
Uzaktan gördüm onları. Arabayı durdurup indim. Beş kişiydiler. Otobüsü ıssız bir yola çektirmiş, içerideki herkesi indirmişlerdi. İnsanlara eğilip doğrulttukları silahlarla bağırıyorlardı.
Gözüm hemen Efsun’u buldu.
Korkuyordu… ama dik duruyordu.
“Ah bücür… Seni bir kurtarayım, bakalım kim alacak seni elimden?” diye geçirdim içimden.
Sessizce arka taraftan yaklaştım. Otobüsün arkasında tek bir adam vardı; cebimdeki bıçakla işini hallettim. Çatışma istemiyordum. Siviller vardı, en az on beş kişi. Birine zarar gelsin istemezdim. Önden bir ses çıkardım; üçünden biri bağırdı:
“Git bak lan şuraya!”
Adam arkaya gelince onu da sessizce indirdim.
Tam o sırada Sertel mesaj attı:
“Komutanım, 5 dakikaya bölgedeyiz.”
Ama ben sabredemiyordum. Sivillerin canı ortadayken beş dakikanın bile lüks olduğunu düşünüyordum.
Ön tarafta, sivillerin eşyalarını arayan adam Efsun’un çantasına yöneldi. İçindekileri döküp yakından baktı.
Kahretsin.
Elinde bir şeyi inceliyordu.
Yaka kartı.
Doktor olduğunu anlayacaklardı.
Adam Efsun’a yaklaştı, kartı kaldırdı.
“Demek doktorsun… Efsun Eren.”
Elini Efsun’un yüzüne uzattı. Efsun hemen bir adım geri çekildi.
Adam arkasındaki diğerine bağırdı:
“Abi! Bu doktor! Belki Şivan abiyi iyileştirir!”
Efsun’u kullanacaklardı.
“Güzel… Doktor hanım,” dedi diğeri, sırıtarak. Kolundan tutunca neredeyse ortaya fırlayacaktım ama kendimi zor tuttum.
“Bizimle geliyorsun. Şivan’a bakacaksın. Sonra da bizim için çalışacaksın. Hatta işini iyi yaparsan… iyi para da alırsın.”
Efsun, tiksintiyle yüzünü buruşturdu.
“Size asla elimi sürmem.”
Adam öfkeyle güldü.
“Yeminini ne çabuk unuttun doktor? Geleceksin.”
“Hayır!” dedi Efsun geri adım atarak. “Asla size çalışmam!”
Adam bağırdı:
“O zaman seni burada öldürürüm!”
“Öldür!” diye kükredi Efsun.
“Asla size çalışmam!”
Sonra adamın yüzüne tükürdü.
Ve tam o anda…
Adam tüm gücüyle Efsun’a tokat attı.
Ben de artık kendimi tutmadım.
Kükreyerek karanlıktan çıktım.
O eli kırmak istemiyordum.
O eli koparmak istiyordum.