1 yıl sonra...
Erdem ortadan kayboldu.
Ama...
Benim içimden çıkmadı.
Hatta bazı günler o kadar yerleşik hissediyordu ki, kalbimin bir odasına çamaşır ipi gerip kamuflajlarını asmış gibi. Çamaşırdan sular damlıyor kalbimi serinletiyordu.
Bir yılda onu sadece üç kez gördüm.
İlkinde uzaktan.
İkincisinde biraz daha yakından ama yine konuşmadık.
Üçüncüsünde…
Sadece göz göze geldik.
O kadar.
Ama yetti mi?
Yetti.
Zaten bir bakışıyla haftalık duygusal proteinimi alıyorum.
Protein önemli.
İlk zamanlar herkes her şeyin geçeceğini söyledi.
"Unutursun Gizem." dediler.
Zamanla alışırsın. dediler.
Ama onlar benim unutmama kapasitemi tanımıyorlar.
Ben ilkokulda sınıf annesinin getirdiği kurabiyelerin şeklini hala hatırlıyorum.
Erdem’ i nasıl unutayım? Lanet zeka. Zeki olmak zor zanaat.
İlk ay...
Sadece izledim.
Mahallede yürürken, gölge görsem "o mu?" diye döndüm.
Çöp kamyonu bile geçse "belki görev kıyafeti böyle değişti" diye içim içimi yedi.
Mahallede top oynayan çocukların içinden birinin ses tonu benziyorsa, kalbim otomatik olarak tekledi.
Çünkü sevince, saçma sapan şeyler bile umut gibi gözüküyor.
İkinci ay...
Arkadaşlarım “bu takıntı değil mi artık?” demeye başladılar.
Bense o sırada bir rüya günlüğü tutuyordum.
Evet, rüya günlüğü.
Çünkü Erdem sadece gündüz aklımda değil, gece bilinçaltımda da başrol.
Bazen pelerinli süper kahraman oluyor, bazen su satıcısı gibi, bazen çöpçü ama kalbimi topluyor sokakta.
Bir rüyada ise askeri bir helikopterle beni okuldan almıştı, “bugün devamsız yazılmayacaksın” diyordu.
O sabah ne mi oldu?
Kendime not yazdım:
“Erdem rüyanda bile seni koruyor. Kalbin emin ellerde.”
Üçüncü ay...
Erdem ’in yeşil gözlerini, kara saçlarını, sakalının kıvrımını unutmamak için çizim yapmaya başladım.
İlk çizdiğim göz ayçiçeğine benzedi.
İkincisi ise limon.
Ama beşinci denemede...
Evet, işte o!
O gözleri tuttum kağıtta.
Yeşil değil, umut rengi.
Sanki “hala buradayım” diyen bir bakış.
Dördüncü ayda babam bir sabah “sana bir ayakkabı alalım, büyümüşsündür” dedi.
Ama ben hala 36 giyiyorum.
Biliyorum merak ediyorsunuz. Hayır.
Boyum bir santim bile uzamamış.
Ama içimde bir şey uzadı.
Sabır gibi.
Bekleyiş gibi.
Birini yıllarca sevmeye hazırlanmak gibi.
Beşinci ay...
Bana Erdem ’in gideceğini söylediler.
Tayini çıkmış.
Ya da görevi.
Nereye bilmiyorum.
Ama gidiyor işte.
Ben hepsine cevaben şarkıya sarıldım:
“Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli.”
Belki de en acıklısı ama güzel dedim, moral bozmuyorum.
Hayır, uzamadım.
Bir. Santim. Bile.
Ama bence Erdem uzadı.
Bana hep yukarıdan bakıyordu, şimdi bence tepeden bakıyor.
Askerlik bazen boy uzatırmış diyorlar.
Benim ise sabrım uzadı, iç çekişlerim uzadı.
Ama boyum?
Stabil.
Ben o gün saatlerce mahalle duvarına oturup “rüzgarı dinliyorum” bahanesiyle sessiz ağladım.
Bir köpek gelip yanıma yattı.
Bana değil, belki de kendine ağladı o da.
Ama yalan yok, o an bile içimden geçti.
“Erdem olsa bana mendil uzatırdı.”
Altıncı ay...
Onu son kez gördüm.
Üniformasızdı.
Sakalı vardı.
Ama hala dik yürüyordu.
Ben karşı kaldırımdan baktım.
O önümden geçti.
Bana hiç bakmadı.
Ama ben...
Bir gün önce yazdığım cümleyi hatırladım.
“Beni görmese de geçmesi yetiyor.”
Yedinci aydan itibaren...
Hayat devam etti.
Ama onun boşluğu devamlı içimde durdu.
Okula gittim, sınavlara girdim.
Ders çalışırken not defterimin kenarına “E. S.” yazıyordum.
Erdem Sancer mi?
Efsane Sevda mı?
Belli değil.
Sekizinci ayda babam ilk kez “her şey yolunda mı Gizem?” dedi.
"Yolunda ama yolda biri eksik baba" diyemedim.
Onun yerine gülümsedim.
Çünkü birini içinden sevmek, bazen susarak olur.
Dokuzuncu ay...
Yine büyümedim.
Biraz kilo aldım.
Biraz göz altım çöktü.
Ama...
İlk kez “büyümek illa boyla mı olur?” diye düşündüm.
İlk kez annemin yokluğunu bu kadar derin hissettim.
Erdem ’i annemle tanıştırmayı istemiştim halbuki.
Hayalimdi.
O hayalim de eksik kaldı.
Onuncu ay...
Çok yalnız hissettim.
Mahalledeki çocuklar büyüyor, çoğalıyor. Yeni türeyenler bana “abla” diyor.
Ama ben hala içimde bir çocukla, Erdem ’in gözlerine yetişmeye çalışıyorum.
Bazen aynada gözlerime bakıyorum.
“Sen bile göz teması kuramıyorsun kendinle Gizem.” diyorum kendime.
On birinci ay...
Erdem’ le ilgili haber gelmedi.
Ama ben her gün bir cümle yazdım.
Bugün iyi hissettim.
Bugün aklıma geldi.
Bugün özledim.
Bugün unuttum sandım ama geçmedi.
Ve şimdi...
On ikinci ay.
Tam bir yıl.
Altı aydır da görmedim.
Ama hala onun gözlerinin rengini ezbere biliyorum.
Yosun yeşili.
Ama üzgün yosun.
Bu bir yıl içinde başka neler yaptım?
Saçımı üç kez kestirdim, hiçbiri güzel olmadı.
Sınıfta dördüncü oldum ama annem olmadığı için kimse alkışlamadı.
Babam bazen “çok büyüdün Gizem” dedi, bazen “daha çocuksun” dedi.
Bir kez hastalandım, serum yedim, o zaman bile Erdem ’in adını sayıkladım. Neyse ki babam yanımda değildi. Öyle bir yıl geçti. 17 oldum.
Babam kapımı çaldı bu sabah.
“Bir hafta evde olmayacağım.” dedi.
“Döndüğümde sana bir sürprizim olabilir.”
İçimden geçenleri sıraya koyamam.
Ama bir tanesi çok bağırıyor:
“Ya Erdem ’le ilgiliyse?”
Çünkü bazı sürprizler kutuda gelmez.
Bazıları kapıdan girer.
Ve bazıları...
Sana bir yılın acısını unutturur.
Aslında babam bana niye Erdem' le ilgili sürpriz yapsın? Ama umut dünyası işte. Belki uyurken adını sayıkladım. Babam dayanamadı. Kızım hasta olacak yokluğunda dedi. Getirmeye gitti. Olamaz mı?
Başka bir şey demeden gitti babam.
Ben beklemeye alışkınım.
Çünkü ben Gizem ’im.
Ve benim hayatımda sadece adım değil,
her şey biraz gizemli.
...
Kapıyı açtığında yüzünde bir yorgunluk vardı.
Ama o yorgunluğun altından bir şey daha sızıyordu.
Kararsız bir neşe.
Sanki iyi bir haber getirmişti ama nasıl karşılanacağını bilemediğinden gülümsemesi temkinliydi.
Yüzümdeki ifadeyi görmeye çalıştı ama ben…
Hiçbir ifade takınmadım.
Sanki içim sessize alınmış gibiydi.
Tuhaf hissediyordum.
“Geldim, Gizem.”
“Hoş geldin.”
Sanki sıradan bir günmüş gibi söyledim.
Sanki onun yokluğunda geçen o bir haftada her şey normalmiş gibi.
Ama içimde bir sabırsızlık vardı.
Babamın cümlelerinin ucunda bir değişiklik seziyordum.
Adını koyamadığım bir telaş.
Bir kıpırtı.
Valizi bir kenara koydu.
Ayakkabılarını çıkardı.
Sonra oturmadı bile.
Salonun ortasında ayakta durdu, bana döndü ve o cümleyi söyledi:
“Ben… evlendim, Gizem.”
Bir an, zaman gerçekten durdu.
O an sadece o cümle vardı.
Havada asılı.
Sanki kelime değil, küçük bir bomba gibi patladı içimde.
Sessizdi ama şiddetli.
Gözlerimi kısmadan baktım ona.
Ağzımda garip bir tat oluştu.
Hemen soramadım.
Sormak istemedim belki de.
Ama soruldu o soru.
İçimden değil, ağzımdan döküldü:
“Evlendikten sonra mı söylüyorsun?”
Sesimdeki kırgınlık belirgindi.
Yumuşatmaya çalışmadım.
Çünkü içimdeki şeyin adı kıskançlık değildi.
Dışında bırakılmak.
Dahil edilmemek.
Geride kalmak.
Babam derin bir nefes aldı.
Başını hafifçe eğdi.
Ve sonra...
Kendini anlatmaya başladı.
“Aslında…” dedi,
“Ben ona bir sürpriz yaptım.”
Bakışları uzaklaştı.
O an benimle değil, o anda yaşıyordu yeniden.
“Oğlunun yanına gittik. Birkaç günlüğüne. Düşünmüyordum bile böyle bir şey yapmayı. Ama onunla oradayken… bir şey oldu. Bilmiyorum, başka türlü hissettim. Aslında döndükten sonra seninle tanıştırmak istiyordum. Sürprizim oydu ama olaylar başka türlü gelişti. ”
Ben hala hiçbir şey söylemedim.
Gözümün kenarına kaçan bir kırıklık vardı ama ağlamak değildi.
Sadece... oradaydım.
Dinliyordum.
Kendime bile ne hissettiğimi tarif edemeden.
“Ona sordum. Evlenmek isteyip istemeyeceğini… Yani öyle hazırlanmış falan değildim. Hatta kabul etmeyeceğinden emindim. Erken diyeceğinden. ”
Bir an başını salladı.
Gülümsemesi hafifti ama içtendi.
“Ama ‘evet' dedi. O an… her şey başka türlü gelişti.”
Sustu.
Cümle tamamlandı.
Ve bende yankılandı.
Evlenmişti.
Ben olmadan.
Sormadan.
Beni tanıştırmadan.
Yeni biriyle, yeni bir hayatı başlamıştı.
Boğazımda bir düğüm.
Ama yutkunmadım.
Ona sadece başımı salladım.
Hayırlı olsun bile diyemedim.
“Anlıyorum.” dedim,
ama anlayamamıştım.
Henüz.
Bir süre daha sessizlik oldu.
“Artık onunla mı yaşayacaksın?” diye sordum, sesim biraz daha kırıldı ama karşımdakine güçlü görünmek zorundaydım. Babam bile olsa.
Başını hafifçe salladı, gözleri yumuşak ama kararlıydı.
“Hayır, Gizem. O bizimle yaşayacak.” dedi.
“Bak, biliyorum, sana söylemem gerekirdi. Ama böyle hızlı evlenmeyi ben de beklemiyordum. Oğlunun yanında olmasını isteyeceğini düşündüm. Sordum. O da ‘çok isterim’ dedi.”
Bir an durdu, sonra devam etti:
“Hatta seni de çağıracaktık ama oğlunun vakti yoktu. Burada bir davet vereceğiz nasılsa.”
O an içimde bir şey kıpırdadı.
Belki biraz umutsuzluk, biraz kırgınlık…
Ama en çok da, dışlanmışlık.
Ama yine de, belki… belki her şey düşündüğüm kadar kötü değildir diye düşündüm.
Annesiz büyümüştüm. Belki iyi biriydi.
Babam bir adım öne çıktı, yüzünde ciddi ve biraz da yorulmuş bir ifade vardı.
Derin bir nefes aldı, gözlerimi uzun uzun süzdü.
Ve sonra, ağır ağır söyledi:
“Yabancı değil zaten… Tanırsın, komşumuz.”
İçimde bir kıpırtı oldu, ama tahmin bile edemiyordum ne geleceğini.
Yüreğim bir an durdu.
“Kim, baba?” diye sordum, sesim çatallandı.
Babam biraz çekingen, biraz da kendinden emin olmayan bir şekilde devam etti:
“Aylin. Oğlu var Erdem. Senden büyük ama bilirsin. Asker. Mutlaka görmüşsündür.”
Şaşkınlığım kelimelere dönüşemedi.
Gözlerim büyüdü, nefesim kesildi.
“Göreve gitmeden önce annesinin nikahını görsün istedik. ”
Cümle de dünya da başıma yıkıldı.
Erdem… o güçlü, yeşil gözlü, iri adam…
Mahallemizin kahramanı, kalbimin tam ortasında duran o adam…
Altı ay boyunca uzaktan sevdiğim kişi...
İlk aşkım.
Şimdi, babamın ağzından tüm gerçekler bir anda patladı.
İçim paramparça oldu.
Her şey birbirine girdi.
Dünya döndü, ama ben olduğum yerde kaldım.
Ve o an, kalbimle birlikte tüm hayallerim de yere düştü.
“Anana ana diyeyim." derken, Erdem ’in annesi üvey annem olmuştu.
Dua ederken kesinlikle detay vermek gerekiyormuş meğer.