~ SON BİR UMUT ~
Geceden beri gözüme bir gram uyku girmemişti.
Arslan'ın son sözleri beynimde büyük bir balyoz etkisi yaratmışken… uyku bana haramdı.
Olayların bu noktaya kadar geleceğini hiç düşünmezdim. Son birkaç gündür yaşanan cehennemin ağırlığı yetmezmiş gibi, bir de üstüne düğün olması beni büyük bir çıkmaza sürüklemişti.
Arslan'la resmi nikâhım vardı, evet ama halka açık büyük bir düğün gerçekleştirmek korkunçtu; çünkü herkes tarafından tanınacaktım ve bu benim için büyük bir sorundu. Ne de olsa bu cehennemden ne kadar kaçmak istersem isteyeyim, önüme büyük engeller çıkacaktı. Ve bu yüzden tanınmak iyi değildi.
Hayatımı kökten karartacak o düğün gerçekleşmeden, bu cehennemden kaçıp gitmem gerekiyordu. Kimsenin beni bulamayacağı ve hatta öyle ki, sonunda öldüğümü zannedecekleri bir yere…
İmzayı atarken de aklımda sadece kaçmak ve bu cehennemden bir şekilde kurtulmak vardı. Ama hemen değil, zamanla; Arslan'ın güvenini kazanarak, sabırla, adım adım. Fakat ne yazık ki aklımdaki planı işleve geçiremeyecektim, çünkü düğün olmadan bu cehennemden kaçıp gitmem gerekiyordu.
Arslan'ın dediğine göre düğün yarın akşam olacaktı ve benim bugün kaçmam… evet, bugün kaçmalıydım çünkü yarın buna zamanım olmayacaktı. Neticede acı da olsa gelindim, yani gözler sürekli üstümde olacaktı. Ve bu yüzden yarın değil, bugün kaçmam gerekiyordu.
Ebenin bana verdiği para dolu zarfa bakarken aklımda binbir türlü düşünce kol geziyordu. Ya yakalanırsam? Kaçtığım için ya Arslan oğlumu benden koparmaya kalkışırsa? O zaman ne yapardım? Hayatım biterdi. Hayır, şu an kötü ihtimallere yer yoktu.
Korkumu susturacak, kötüyü kafamdan def edecektim.
Buradan kaçabilmem ve kesinlikle yakalanmamam için bana birinin yardım etmesi gerekiyordu ama kimden yardım isteyeceğimi bilmiyordum. Ebeden mi? Ama o benim için çok şey yapmıştı. O’ndan yardım isteyip başını derde sokmak istemiyordum. Benim yüzümden diğer adamlar gibi hayatından olmasını istemiyordum. .
Geçmiş aklıma gelince tüylerim diken diken oldu.
Korkunç.
Nasıl kaçacaktım Allah'ım, nasıl?
Bu aciz kuluna bir yol göster.
Aklımdaki derin düşüncelerle uzaklara dalıp gitmişken, kaldığım odanın kapısı bir anda açıldı. Hemen kendime geldim ve panik hâlinde elimdeki zarfı yastığın altına saklayıp arkama döndüm, gelen kişi Arslan'dı. Tabii o olurdu, sonuçta ondan başka kimse odaya bodoslama dalmazdı ki. Hayvan!
"Ne saklıyorsun?" diye şüpheyle sorduğunda kapıyı ardından kapattı.
"Hh-hiç... hiç bir şey saklamıyorum." derken gerim gerim gerilmiştim, o ise çoktan üzerime doğru gelmiş ve tam karşımda dikilmişti. Daha bir gerildim, zira zarftaki paraları öğrenirse bir işler peşinde olduğumu rahatlıkla anlardı. Ve bu istediğim son şey bile değildi.
"Öyle olsun." dedi lafı uzatmadan.
Bunu beklemediğim için kaşlarımı istemsizce çattım, o ise birkaç adımda dibime girdi ve çenemi kavrayıp gözlerimi keskin bakışlarına dikti. İnsanı içine çekecek kadar güzel gözleri vardı. Ama o gözler şeytana aitti; Hz. Havva'nın yasaklı meyvesi gibiydiler… içine çekilmemen gereken bir türden.
"Şükret Şehla..." Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki… ruhumu hissedip görüyor gibiydi sanki. "Şükür..."
Neyi kastettiğini anlamıyordum. Onunla evlendiğim için mi şükretmeliydim? Bu evliliği bana bir lütuf mu sanıyordu?
"Yerimde bir başkası olsaydı, şimdiye geberip gitmiştin!" diye derin sesiyle mırıldandı ve çenemden sertçe ittirdi. Nefretini nasıl göstereceğini bilmediğinden, sözleri ve hareketleriyle canımı yakmaya çalışıyordu.
"Keşke başkası olsaydı," diye karşılık verebildim sadece. O’nun yerine bir başkası olsaydı en azından bu kadar acı çekmezdim; çünkü bir başkası başından beri işimi bitirirdi. Böylece ne dışarıdaki hayatı özlerdim ne de tutsak edildiğim bu yerde acı çekerdim.
"Yerimi bir başkasına devredecek kadar mı nefret ediyorsun benden?" dedi, gözlerimin içine anlam veremediğim derin bir bakışla bakarken.
Ses etmedim.
Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama "Duygularımız karşılıklı, bundan emin olabilirsin." dedi. Şaşırmadım, keza gerçekten de duygularımız karşılıklıydı.
Bakışlarındaki gereksiz nefreti görmeye tahammül edemediğim için bakışlarımı kaçırdım. "Yarım saat içinde kahvaltı için aşağıda ol. Ailemle tanışacaksın." dediğinde, kaçırdığım bakışlarım gerisin geri gözlerini buldu.
Bunu söylemek için mi gelmişti yani? Kendisi gelip haber edeceğine, bir başkasını gönderebilirdi. Ne diye kendisi geldi? Yani o mendebur suratıyla günümü zehir etmek zorunda mıydı?
Ardına dönüp gideceği sırada "Ha bu arada," derken bana döndü. "Mutlu ol. Gerçi ne yapacağını gayet iyi biliyorsun," dedi ve odada bir saniye daha beklemeden odadan çıktı.
Ailesinin önünde mutlu çiftmişiz gibi role bürünmemi istediğini anlamıştım. Çünkü dün gece beni misafir odasına getirdiğinde, sahte mutluluğumuz için beni baya bir tembihlemişti. Ama kaçacağım için buna gerek yoktu.
Yarım saatim vardı.
Kaçmam için sadece otuz dakikam…
Akşam olmasını mı beklesem acaba? Hayır, zaman kaybedemem. Aslında Umut'u önden bu mâlikaneden bir şekilde çıkarabilirsem, gerisi benim için kolaydı. En azından dikkat çekmezdim. Bunun içinde birinin bana yardım etmesi gerekiyordu ve o kişi de ne yazık ki ebeden başkası olamazdı.
O’ndan başka kimseye güvenemem.
Ebeden yardım isteyerek o riski almalıydım. Çok mu bencilce davranıyordum acaba? Ama ne yapabilirim? Başka çarem yoktu. Başkasının hayatını tehlikeye atacak kadar mı?
Hayır… hayır vicdanımın sesini dinlememeliydim, keza başka çarem yoktu. Gerçekten yoktu.
Zor bela susturduğum vicdanımla, ebeyi bulmak için odadan çıkmadan önce yatakta her şeyden bir haber uyuyan oğlumu kontrol ettim ve alnına küçük bir öpücük kondurarak odadan çıktım.
Henüz daha merdivenlerin başındayken, merdivenlerden inmeme gerek kalmadan onu elindeki kahve tepsisiyle üst kata çıkarken gördüm. Aynı anda göz göze gelince "Şehla, burda ne yapıyorsun?" diye sordu meraklı sesiyle. Burda değil de, oğlumun yanında olmamı bekliyordu.
"Şey..." Ona ulu orta hiçbir şey anlatamazdım. "Bb-bebeğimin bir ihtiyacı için yardımınıza ihtiyacım var." diye mırıldandım.
"Kötü bir şey yok inşallah!"
Her şeyin yolunda olduğunu izah etmek istercesine "Hayır, yok.” diye hemen araya girdim. "Sadece gazını çıkaramadım… onun için biraz huysuz."
Başını iki yana sallarken, ona göre tatlı olan beceriksizliğime karşı güldü. "Ben Arslan Bey'e kahvesini verip geleceğim, sen git." dedi ve yanımdan geçip gitti.
Allah'ım inşallah bana ve oğluma yardım ederdi.
İçimden ettiğim dualarla odaya girdim ve ebenin gelmesini sabırsızlıkla bekledim.
Odada tüm gerginliğimle volta atıp dururken, her dakika başı duvardaki büyük saate bakıyordum. Sabırsızdım, biliyorum ama ebenin bir an önce gelmesi gerekiyordu çünkü zaman daralıyordu. Kahvaltıya bir yirmi dakikadan az bir süre kalmıştı, sanırım kahvaltıya inecektim.
Olsun, oğlum yeter ki bu cehennemden çıksın. Ben daha sonra çıkardım, yani kahvaltıdan sonra bir şekilde çıkardım. Hem böylece çok dikkat da çekmezdim.
Odanın kapısı çalındı. "Müsait misin, kızım?" diye ebenin sesiyle umutla gülümserken hemen koşa koşa kapıya gittim ve kapıyı açtım. "Ne bu acele? Umut iyi mi?"
"Evet… evet oğlum iyi," diye mırıldanırken kapıyı kapatıp kilitledim ve ebenin kırışmaya yüz tutmuş ellerini, yardım dilenircesine sıkıca tuttum. Bir an şaşırdı, fakat ben bunu es geçip "Yardımınıza ihtiyacım var." diye pat diye konuştum. Lafı evirip çevirmenin bir manası yoktu.
"Lütfen bana yardım edin. Son kez..." dedim ve konuşmasına müsâde etmeden aklımdaki planı en ince ayrıntısına kadar ona tek tek anlatmaya başladım.
"Bu tehlikeli Şehla…" derken tuttuğum ellerini çekip kurtarmıştı benden. "Bu çok tehlikeli,"
"Geçen gece kaçtığım zamanda tehlikeliydi. Ama yine de bana yardım ettiniz." dedim ve boğazımdaki kuruluğu gidermek adına yutkundum. "Lütfen... sadece oğlumu otogara kadar götüreceksiniz, sonra ben bir şekilde gelirim." Bir ihtimal kabul eder umuduyla yalvarırcasına konuşup gözlerinin içine baktım.
"Ya gelemezsen?"
"Geleceğim."
Şansım yoktu, gidecektim.
Gerekirse o yolda canımı verirdim.
◇◇◇
Sanki sofraya değil de sorguya çekilmiş gibi hissediyordum kendimi. Arslan'ın babası durmadan bana sorular soruyor, Arslan ise en ufak bir hatamda beni oracıkta boğazlayacakmış gibi gözlerini üzerime dikiyordu. Masada yalnızca ben, Arslan ve annesiyle babası vardı. Sözde babası benimle tanışmak için gelmişti ama sergilediği tavır, tanışmaktan çok sorguya çekmekti.
"Oğlumu affettin mi?"
Hayır!
Affetmek de neymiş… ‘bana yaşattıklarını düşündükçe, onu bir kaşık suda boğmak istiyorum!’ diye haykırmak istiyordum.
"Gönlümü aldı." diye kısık bir fısıltıyla cevap verdim.
"Yani afettin?"
"Hmm hm…"
İçim kan ağlıyordu. Ne affetmesi?
"Kılıç bile isteye mi oldu peki?" diye sordu bu defa Arslan'ın babası.
İçim yandı, yüreğim diken diken kesildi.
O an… o sözle…
Ben o yangında bir kez daha kül oldum.
"Baba ne demeye getiriyorsun?" Hemen yanımda oturan Arslan'ın sert sesiyle irkilerek kendime geldim. "Şehla'yla önceden sevgiliydik… tabii bile isteye oldu!" dedi baskın bir ses tonuyla. "Hem ben birinin ırzına geçecek kadar alçak biri değilim!"
Alçaktın!
Yalancı!
İzzet Bey, "Sen sus!" diye sert bir sesle oğlu Arslan'ın sözünü kesti, öfkeli bakışları Arslan'ın üzerindeydi. "Sana sormadım, müstakbel gelinime sordum." -kısa bir an sonra- "Ayrıca o boktan yasa dışı işlere bulaştığın, insan katlettiğin için pekâla bu iğrençliği de senden beklerim." diye ekledi, sözünün arkasında durduğunu haykıran sesiyle.
Hayat Hanım, eşi İzzet Bey'in elini kavrayıp öfkesini yatıştırırcasına okşarken "İzzet," diye yumuşak bir sesle hemen araya girdi. "Lütfen..."
Arslan, masanın altından yumruğunu sıkabildiği kadar sıkarken babasına öfkeyle bakıyordu; sanki karşısında babası değil, yıllardır intikamını almak istediği düşmanı vardı. Aralarında bir husumet vardı ve ben, sofraya oturduğum ilk andan itibaren bu husumeti hissetmiştim.
Babasıyla arasında her ne geçmişse, Arslan sonuna kadar hak ediyordu.
Çünkü…
Benim Arslan gibi bir oğlum olsaydı, ben de onunla düşman olurdum.
Gerçekten olur muydum?
Olurdum tabii...
Tecavüzcüydü sonuçta.
Gerçi babası bunu bilmiyordu ama…
◇◇◇
Olaylı geçen kahvaltıdan sonra Hayat Hanım ile İzzet Bey mâlikaneyi terk ederken, Arslan da içindeki sinirle terk etmişti. Evde bir ben ve aşağıda çalışan kadınlar vardı, bir de mâlikaneyi koruyup kollayan adamlar. Her birini nasıl atlatacaktım Allah'ım? Bu zordu. Aslında içerideki çalışanları atlatmam kolaydı, önemli olan dışarıdaki adamları atlatmamdı.
İçimde yer edinmiş kötü ve korku dolu duygularla ne yapabilirim diye odada volta atıp dururken, ebenin bana verdiği telefon bir anda çalmaya başladı. Hemen komodinin üzerindeki telefonu elime aldım ve açtım. "Şehla, nerdesin? Seni bekliyorum."
"Bb-ben..."
"Daha çıkmadın mı?" diye bir anda sözümü keserken "Şimdi çıkacağım, lütfen bekleyin." deyip telefonu hemen kapattım ve cebime koydum.
Yakalanırım diye deli gibi korkuyordum ama bu korkuyla bir yere varamayacağımı bildiğim için yastığın altına koyduğum para dolu zarfı elime aldım, ardından daha fazla oyalanmadan odadan çıktım.
Kimselere bir şey çaktırmadan aşağıya inerken mutfağa doğru yol aldım. Gerginlikten elim ayağım titriyordu ama buna rağmen herhangi bir şeyi çaktrmamak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Bu defa kesinlikle yakalanmamam gerekiyordu, aksi hâlde sonum olurdu.
Mutfağa girdiğimde, çalışanların bana hasetle baktıklarını fark ettim. Ama onların o haset dolu bakışlarını umursamadan kendime bir bardak su doldurdum.
"Baksana… artık eskisi gibi fare deliğine kaçmıyor." diye nefret ve kıskançlıkla fısıldayan genç çalışanı duymamazlıktan geldim.
Benimle ne alıp veremedikleri vardı?
Mâlikanede temizlikçi niyetine çalışan, otuzlarının başındaki bir kadın elindeki paspas kovasıyla mutfağa girdiğinde "Arslan Bey adamları toplamış," dedi ve elindeki kovayı bir köşeye bıraktı. “Ne diye topladı? Biliyor musunuz?”
Ne yani?
Dışarıda adamlar yok muydu?
"Belki yine bir mekana dalmıştır, geçen sefer ki gibi." diye cevap veren başka bir çalışanla, her biri kahkaha attı.
"Ama Allah var yukarıda, o mekan sahipleri her kötülüğü hak ediyorlar. Resmen dışarıdan kadın toplayıp onları zorla hayat kadını yapıyorlar." dedi biri, ciddiyetle.
"Sen de oradan gelmiştin, değil mi?"
“Evet,” dedi genç kadın, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Ama sağ olsun Arslan Bey beni kurtarmıştı. Hayatımı ona borçluyum…”
Gözlerim doldu.
Arslan…
O, bu kadını kurtarıp ona cenneti vaad ederken, bana cehennemi vaad etmişti.
Fahişe olduğum için mi?
Keşke… keşke gerçekten fahişe olsaydım.
Keşke bir başkasının kocasını elinden almış olsaydım.
Hiç değilse çektiğim acının bir kısmını hak etmiş olurdum.
Ama benim hiçbir suçum yoktu.
Hiçbir günahım olmadan yakılmıştım.
Canımı yakan bu ortamda daha fazla kalamadığım için, mutfakta bulunan ve bahçeye açılan büyük cam sürgülü kapıya yöneldim. Hazır ortalık sakinken, kaçmak için bundan iyi bir zaman olamazdı. Bahçede birkaç adam vardı, ama onları bir şekilde aşabilirdim. Ne de olsa bu ilk kaçışım değildi.
Bu cehennemden kaçmaktan, ustalaşmıştım artık.
◇◇◇
O kadar mutluydum ki… içim içime sığmıyordu.
O tutsaklıktan ilk defa bu denli uzaklaşabilmiş ve otogara kadar gelebilmiştim. Bu benim için her zaman imkânsızken, şimdi büyük bir mucizeydi.
Kurtuluyordum…
Dudaklarımda yer edinmiş kocaman gülümsemeyle kalabalığın içinden ebeyi bulabilme umuduyla etrafa bakınıyor ve zor bela insanların arasından geçiyordum. Daha demin telefonla ebeyle konuşurken, yakınlarda olduğunu söylemişti. Ama nerde? O kadar sabırsızdım ki, artık heyecandan elim ayağım tutmuyordu. Heyecandan bayılıp kalmadan, hayatımı kurtaran ebeyi bir an önce bulmam gerekiyordu.
"Şehla!" diye ardımdan gelen sesi işitince, içimdeki kurtulma umudu ve heyecan daha bir büyümüştü.
Sonunda... sonunda özgürlüğüme kavuşmama çok ama çok az kalmıştı.
Mutluluktan akan gözyaşlarımla, ardımdan gelen sese doğru döndüm ve böylece ebeyi, kucağımdaki oğlumla gördüm; içimdeki mutluluk daha bir katlandı. Kalabalığın arasından geçerek, hemen ebeye doğru koştum.
Ebenin yanına varır varmaz kokusuna hasret kaldığım oğlumu kucağıma aldım ve onu öpüp koklamaya başladım. Bu kısacık ama bana uzun gelen bu zaman içerisinde çok özlemiştim oğlumu.
Ebe daha önce kesmiş olduğu bileti elime tutuşturarak "Hadi… otobüse bin." dedi, sesinde hafif sezdiğim korku ve tedirginlikle. Yakalanacağımızdan korkuyordu. Ama buna ne gerek vardı ki, sonuçta kimseye yakalanmadan kaçabilmiştim.
"Kurtuldum," diye mutlulukla şakıdım. "Ben kurtuldum. Artık korkmana gerek yok," dedikten sonra "Peşime kimse takmadı." diye son anda ekledim.
Bir gün o cehennemden kurtulacaksın, deselerdi asla inanmazdım. Ama şükürler olsun ki kurtuldum.
Ebe, gözlerime dolu dolu ve acıyla bakarken "Hadi… Git..." diye beni otobüse doğru ittirdi.
Ne acelesi vardı ki? Yani neden bu kadar acele ettiğini anlamamıştım. Belki yakalanacağımızdan korkuyordur.
“Teşekkür ederim, her şey için." diye tebessüm ederken mırıldandım. "Hakkını ödeyemem." dedim ve içimden gelerek ona sıkıca sarıldım, daha sonra hemen yanımdaki otobüse binerken ardımda bıraktığım ebeye hüzün ve mutlulukla baktım.
O olmasaydı, belki de bunu başaramazdım.
"Hakkını helal et!" diye kalabalığın arasında kalan ebeye bağırdım ve otobüsteki son basamağı da çıktım, dudaklarımda kocaman bir gülümseme vardı.
İçim içime sığmayan büyük mutlulukla otobüsün içinde ilerlerken, ardımda olan bakışlarımı çektim ve önüme döndüm.
Dönmez olaydım…
Celladım karşımdaydı.
"Karıcığım, kocanı unuttun."