~ BEKLENMEDİK AN ~
Bu amansız tutsaklıktan bıkmıştım artık.
Son iki gündür bu mâlikaneden nasıl kaçacağımı gece gündüz düşünüp duruyor ama aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Gökyüzünde süzülen bir kuş kadar özgür olmak ve doğacak bebeğime iyi bir hayat sunmak istediğimden bu tutsaklıktan kurtulmam gerekiyordu. Doğmamış bebeğimden kimsenin haberi olmadan çekip gitmek istiyordum. Bu nasıl mümkün olacaktı bilmiyorum ama bir yolunu bulmam şarttı yoksa kaçınılmaz son yakındı.
İlk zamanlar sadece kendim için bu mâlikaneden kaçmak ve karnımdaki bu bebeği aldırmak istiyordum ama son birkaç aydır karnımdaki bebeğe gitgide bağlandığım için onu aldırma gibi bir gayem kalmamıştı, sadece kaçmak istiyordum. Aslında yaşama dair umudum ve isteklerim yoktu ama bebeğime bağlandığımdan beri yaşama sağlam tutundum.
Bebeğim için yaşamak ve umut etmek istedim.
Hamile kalabileceğim aklımın ucundan dahi geçmediğinden, karnımda bir can taşıdığımın bilincinde olduğum o ilk an dumura uğramış ve ne yapacağımı kara kara düşünmeye başlamıştım. Sonunda çözüm, karnımdakini bir şekilde de olsa düşürmekti çünkü bir tecavüzcünün çocuğunu doğurmak gibi bir niyetim yoktu.
Tecavüz sonucunda boynuma bir yılan misali dolanan lânet bebeği istemediğim için vicdanım her ne kadar müsâde etmese de onun düşmesi adına elimden gelen her şey yaptım ama olmadı. Vicdanımı dinlemek yerine üç-dört aya kadar düşmesi için uğraştım, boş.
Sonra vazgeçtim.
Yavaş yavaş hayata tutundum.
Özgürlüğüm için, en önemlisi de bebeğim için.
Bebeğimin varlığını öğrendiğim o ilk andan ve şimdiki ana değin bebeğin nasıl olduğuna dair hâlâ da aklım almıyordu çünkü Arslan'ın verdiği ilacı içmiştim, hatta garanti olsun diye iki tane vermişti bana.
*GEÇMİŞ*
Bedenimde iz bırakmadık yer bırakmamış, sabaha kadar beni altında hırpalamıştı. Her direniş ve yakarışımda sert tokatı acımasızca suratıma basmış, cılız bedenimi istediği pozisyonlara çevirmişti. İçime, göğüslerime ve ağzıma kaç sefer boşalıp rahatladığını, o rahatlarken benim ne denli can çekiştiğimi bir Allah bilirdi.
Suratıma gelişigüzel indirdiği acımasız tokatlarından dolayı burnum ve dudağımın kenarı kanadığı için titreyen ellerimle komodinin üzerindeki peçteyi elime aldım. Canım o kadar çok yanıyordu ki, sanki içim parçalanıyordu. Ne ettim de hak etmediğim bu acılar başıma geldi? Kime ne kötülüğüm dokundu? Gerçi ben doğuştan beri bu şekilde şansız ve acizdim.
Arslan bir yirmi dakika önce giyinip odadan ayrılmıştı, ben ise hâlâ yerliyerimdeydim.
Beni boğan bu odadan çekip gitmek istiyordum ama harap bir hâlde olduğum için kolumu bile kaldıramıyordum, sadece çarşafı bedenime dolamış vaziyette sırtımı yatağın başlığına dayamış ve elimdeki peçeteyle kanayan burnumu ile dudağımın kenarını titreyen elimle silmeye çalışıyordum.
Öyle aciz bir durumdaydım ki, altında geberip gitmediğime şükrediyordum.
Bu şükredilecek bir durumdu zira altında, acıdan kaç defa bayıldığımı bile hatırlamıyorum. Her seferinde beni ayıltmış ve işkencesine kaldığı yerden devam etmişti. Kendisine göre bu işkence veya tecavüz değildi, takastı. Ona Suat'ın nerde olduğunu söylemediğim için ve Aslı'ya yaşattıklarım için bir nebze ceza da sayılırdı.
Keşke sadece bunlarla kalsaydı.
Adını inletti…
Bedenime acımasızca sahip olduğu zaman ‘Arslan de… adımı inle' diye boğukça söylenerek altında zorla adını inletmiş, yetmezmiş gibi zevk aldığımı belli eden sesler çıkarmamı istemişti. Korkumdan dolayı her ne kadar adını inlesem de dediği gibi tuhaf sesler çıkarıp inlememiştim.
Neden adını inlettiğini bilmiyordum. Belki de kendi kafasında bana tecavüz etmediğini varsayıp vicdanını rahatlatmak için benden zevkle inlememi istemişti. Gerçi onda vicdan denen duygunun bir bezelye noktası kadar bile olmadığını biliyordum da, işte.
Odanın kapısı bir anda açılınca korkuyla irkilmiş ve daldığım derin düşüncelerden sıyrılmıştım. Yine bana dokunmaya mı gelmişti? Kaldıramazdım, bir kez daha aynı muameleyi kaldıramazdım. Altında yıpranmış bedenim kaldırsa da ruhum kaldıramazdı. Hem kim kaldırırdı ki böyle bir acıyı?
"İç şunları!" diye sert çıkan sesiyle konuşurken bir paket ilaç ve bir şişe suyu yatağın üzerine atmıştı. "Sonra başıma bela olma!" Belliki hamile kalmamdan korkuyordu. Madem öyle, ne diye bana dokunup canımı yaktı? Onu da geçtim, ne diye içime dilediği gibi boşalıp beni kirletti? Bedenimden çok, ruhumu ne diye kirletti?
İsyanlarımın beni çıkmaza sürüklediğini fark ederken kanlar içinde kalmış peçeteyi burnumdan çekip aldım ve ilaca uzandım. Karşımda dikilmiş bu câniden çocuğumun olmasını istemezdim. Ki olsa da, o bebekle birlikte hiç düşünmeden kendi canıma kıyardım.
İlacı ağzıma atıp içerken "İki tane iç, garanti olsun!" diye ciddi ciddi söylendiğinde koyu kahverengi irislerine nefretle baktım.
Beni bu ilaçlarla öldürmek gibi bir amacı vardı herhâlde! Kendisi korunsaydı ya! Ne diye bana bilemdiğim ilacı içiriyordu? Şu an onu boğazlamak geçiyordu içimden ama gücüm ona yetmiyordu. Keza gücüm yetseydi bu hâlde mi olurdum?
Ona nefretle baktığım için bir anda çenemden sertçe kavrayıp "Gözlerinden oyulmak istiyorsun herhâlde!?" diye sertçe tısladı ve çenemden sertçe ittirirken "Asabımı bozma da iç şu ilacı!" diye ekledi. Geceki kadar sarhoş değildi ama çok öfkeliydi. Ve bu öfkesi sanki yaptıklarından pişmanmış gibi geliyordu bana ama bu imkânsızdı.
Sesimi çıkarmak yerine ikincisini de içtim, belki geberirim de kurtulurum diye. Bu saatten sonra yaşama gibi bir gayem kalmamıştı. Ki bu acı dolu tramvalar yakama bir urgan gibi yapışmışken, yaşama gibi bir gayemin kalması imkânsızdı. Hem ne için yaşayacaktım ki? Ne bir ailem ne bir arkadaşım vardı.
Kime gidecektim?
Kimsesiz bir kuldum, Allah'tan başka kimsem yoktu.
Bana olan nefretinin boyutunu göstermek istercesine "Ola ki senden bir çocuğum olsa, o lânet olası veledi acımadan gebertirim." diye tüyler ürpertici sesiyle acımasız sözlerini sarf edince yüreğim acıyla sıkışmış, nefesim kesilmişti. Bu nasıl bir vicdansızlıktı?
Tamam, ben de ondan olacak bir bebeğimin olmasını hiçbir şekilde istemiyordum ama onun gibi acımasızca dile dökmüyordum. Keza öyle bir şey olsa, çoçuğu en kötü ihtimalle aldırır veya zorla da olsa bir şekilde düşürürdüm. Kimi kandırıyordum ki? Acizdim, yapamazdım. Vicdan denen illet buna izin vermezdi.
“Bil diye söylüyorum.” dedikten sonra yerlere saçılmış kıyafetlerimi yerden toplayıp suratıma fırlattı. "Şimdi giyin ve mâlikanemden defolup git!" Odadan çıkmak için ardına döneceği sırada "Ayrıca beş dakika içerisinde giyinmezsen seni çırılçıplak sokağa atarım, bilmiş ol!" dedi ve bir hışım ardına dönerek odadan çıktı.
Ağzından çıkan her şeyi harfi harfine yapacağını bildiğimden, zor da olsa yataktan çıktım ve eskimiş kıyafetlerimi giymeye başladım. Hayatıma musallat olan o Suat pisliği yüzünden kendime doğru düzgün güzel bir kıyafet alamamıştım.
Emeğimle kazandığım parayı gönlümce harcayamadım.
Yetimhaneden bir yıldan fazla bir süre önce çıktığım için başımın çaresine kendim bakıyor, devletin verdiği işte çalışıyordum. Ve hayatım sekiz ay öncesine kadar güzeldi ama sonra… sonra hayatıma Suat'ın girmesiyle her şey altüst olmuştu.
Yetimhaneden çıktıktan ilk birkaç ayım iyi kötü geçmişti ama sonraki sekiz ay benim için cehennemdi. Takıntılı pislik, beni köşe bucak tenha yerlerde kıskacına aldığı için ondan kaçmaktan kendimi unutmuştum. Zira Suat tarafından her Allah'ın günü tacize uğruyordum ama o, beni çok sevdiğini ve eşini boşayıp benimle evleneceğini dile getirip duruyordu. Seven insan taciz eder mi? Hadi onu geçtim, evliydi.
Keşke…
Keşke çıkarları uğruna beni kullanan arkadaşıma uyupta o gece kulübe gitmeseydim çünkü ne olduysa o gece gelmişti başıma. Suat denen pislikle o kötü yerde karşılaşmıştım.
Odanın kapısı bir anda çat kapı açılınca irkilerek kendime gelip derin düşüncelerimden sıyrılırken, gelen kişiye baktım. Yine o gelmişti; kâbusum. Umutlarımı, hayallerimi elimden alan o acımasız gelmişti.
Bu odaya kapatılmadan önce elimden alınan çantamı elime tutuşturdu ve kolumdan sertçe kavrayıp beni peşinden sürükledi, sonra kapının önüne acımasızca fıraltıp yeri boylamamı sağladı. "Âşığını ararsın gelip seni alır!" dediğinde asıl niyetinin, benim aracımla Suat'ın buraya gelmesini sağlamak olduğunu anlamıştım.
Arslan'ın benden beklediği, Suat'ı aramam ve böylece onu yakaltmamdı. Ama nerden bilsin ki benim ondan korktuğumu ve yardım dilenmeyeceğimi? Ölürüm de onu arayıp beni almasını istemezdim, gerçi beni alacağı yoktu da… ama işte.
"Hem altımda ne denli zevk aldığını da görmüş olur." diye alayla konuşurken bakışları boynuma takılmıştı. Bir süre boynuma baktı, sonra kendisine geldi ve kapıyı sertçe suratıma kapattı.
Ne kadar bir süre öylece kapıya baktım bilmiyorum ama sonunda kendime gelerek buz gibi zeminden gözyaşları içerisinde ayaklandım. Kendimi taşıyacak mecalim olmadığı için en az iki yıllık olan eskimiş çantam elimden kayıp düşerken çıkış kapısına doğru ilerledim. Mâlikanenin etrafını sarmış iri cüsseli korumalar bana acıyarak bakıyorlardı ama hiçbiri bana yardım eli uzatmamıştı.
Yüzümde kurumuş kanlar, oluşmuş morluklar ve darmadağın olmuş saçlarımla birlikte tükenmiş benliğimle mâlikaneden ruh gibi ayrılırken, bu saatten sonra ne yapacağımı düşünüyordum. Nereye gideceğimi ve kimden yardım isteyeceğimi bilmiyordum. Bu ıssız dağ başında bana yardım eli uzatacak kimse yoktu.
Aklımda kol gezen binbir düşüncelerle, etrafı ormanlarla çevrili yolda ruh gibi dolanıyordum. Hava buz gibiydi, sanki kar havası vardı ama yağmur yağıyordu ve ben o yağmurun altında ıslanıyordum. Bu yağmurlu havada bedenim buz kesildiğinden, dudaklarımın soğuktan mosmor kesildiğine emin olmuştum.
Başıboş, dalgın bir hâlde öylece ilerlemeye devam ederken bir anda midemin ağzıma geldiğini hissedince hemen bir ağacın altına çekildim ve midemde ne var ne yoksa kusmaya başladım. Buz gibi havada midem üşüttüğü için kasılıyor ve bana acı veriyordu. Başımın ağrısından bahsetmek bile istemiyordum. Ruhumun yanında bedenim de canımı yakıyordu.
Öyle zor bir durumdaydım ki…
Arayacak kimsem de yoktu.
Midemde hiçbir şey kalmayacak şekilde tamamen kustuktan sonra sırtımı ağaca yaslayıp gözyaşlarıma boğuldum. Gün yüzü görmediğim bu dünyada yaşamak istemiyordum artık. Yaşamak ruhuma ve benliğime acı veriyordu. Ve ben tüm bu acılara daha fazla dayanamıyordum, bu yüzden hayatıma ve bu kapanmaz acılarıma son vermek istiyordum.
Hayatıma son vermek istediğim için çömeldiğim yerden kalktım ve ileride bulunan uçuruma doğru ruh gibi benliğimle ilerledim.
◇◇◇
Belki de o gün kustuğum için karnımdaki bu bebek hayata tutunmuştu, bilemiyorum.
Yine geçmişe kapılan zihnimle yerleri bir güzel sildikten sonra ayaklandım ve tek bir kir bile bulunmayan su dolu kovayı elime alarak aşağıya indim.
Evde kimse olmadığı hâlde bile yerleri siliyordum, sonuçta o şeytanın işi belli olmazdı. Yerleri silmediğimi bir şekilde öğrenir ve bu yüzden bana ceza verirdi, bunu istemediğim için o kobra yalanlarından sonra ceza almamak adına elimden geleni ardıma koymuyordum.
Öyle ki, benimle birlikte bebeğime zarar gelmesin diye Arslan uyanmadan ona kahvaltısını hazırlıyor ve o eve dönmeden akşam yemeğini hazırlıyordum ama hiçbir şekilde yemiyordu. İyi, yemesindi. Açlıktan geberip gitsin de kurtulayım.
İnşallah açlıktan ya da lokanta yemeklerini yiye yiye zehirlenerek geberir!
Bir yandan hayatımı karartan o caniye beddua ederken bir yandan da elimdeki ağır kovayla aşağı kattaki salona iniyordum. Merdivnelerin bitmesine birkaç basamak kala mâlikanenin dış kapısı açılınca adımlarım durdu ve tam o anda tanımadığım bir kadın ile Mehtap Hanım içeriye girdi.
İçeriye giren Mehtap Hanım'ı görünce rahat bir nefes verdim, neticesinde artık yemeklerle ben ilgilenmeyecek ve böylece ekstradan yorulmayacaktım. Zaten tüm gün yerleri silmek beni yorarken, bir de üstüne yemekleri yapmak beni daha çok yoruyordu. Mehtap Hanım'ın gelmesi iyi olmuştu.
Bakışlarım Mahtap Hanım'ın yanındaki kadına kayınca istemsizce onu süzmeye başladım. Oldukça şık ve ağır giyinimli, enseden sıkı bir topuz yapmış, elli yaşının başlarında güzel bir kadındı. Onu daha önce gördüğümü hiç hatırlamıyorum ama bu kadın, bana birini hatırlatıyordu: Suat'ın karısı.
Aslı Hanım'ın annesi olabilir miydi?
İçimdeki kuşkuyla kendimi içten içe kötü hissederken olumlu düşünmeye çalıştım. Ne de olsa bu kadın, Mehtap Hanım'ın bir akrabası veya başka biri olabilirdi. Hem zaten çoğu kişi birbirine benzerdi, yani onu Aslı Hanım'a benzetmem gayet normaldi.
Merdivnelerin başında ağaç gibi öylece dikilmeye bir son verip son birkaç basamağı daha indim ve elimdeki kovayı yere bıraktığımda derin bir nefes alıp verdim. Yorgun hâlimle tüm gün durmadan yerleri silmekten bitap düşmüştüm.
"Bahsettiğin kız bu mu?" diye tanımadığım kadının sözleri kulaklarımı doldurunca istemsizce kaşlarımı çattım. Benden mi bahsediyordu?
"Evet Hanımım, bu o. Şehla." Metap Hanım'ın cevabıyla üzerime doğru gelen kadınla istemsizce gerildim.
Kadın şüphe dolu bakışlarıyla yanıma vardığında ben daha ne olduğunu anlamadan eliyle karnıma dokundu, ani bir atakla hemen geri çekildim. Beklemediğim bir anda karnıma dokunması ve bebeğimi öğrenmiş olabileceği ihtimali beni gerim gerim germişti. Öyle ki, bedenim gerginlikten dolayı yavaştan titremeye esir düşmüştü.
İçim öyle bir korkuyla dolmuştu ki, hamile olduğumu anlamasından ve bunu yüzüme açık açık vuracağından korkmaya başladım.
Ben daha karnıma dokunmasını aşamamışken “Hamilesin, değil mi?" diye sorunca, sorunun ağırlığından gergince yutkundum.
Soru soruyordu ama hamile olduğumdan adı kadar emindi. Nasıl emin olmasın ki? Neticede beklenmedik bir anda karnıma dokundu ve o bebeği hissetmemesi imkânsızdı. Hem Mehtap Hanım son zamanlarda benden şüphelendiğinden, bunu karşımdaki kadına söylemiştir. İyi de bu kadın kim ki?
Kadının kendinden emin olduğunu bildiğim hâlde başımı iki yana salladım. "Ne diye yalan atıyorsun, Şehla? Karşında çocuk yok." diye tamamen normal bir ses tonuyla sözlerini sarf ettiğinde başımı eğdim ve yanak içlerimi acıyla dişledim.
Hamile olduğumu anladığını anlamıştım zaten ama belki bir ihtimal...
Hiç beklemediğim bir anda yaşananlara karşı ağlayacak raddeye gelirken "Kimden? Oğlum Arslan'dan mı?" diye soran kadınla gözlerim şok içerisinde irice açılmıştı. Ne yani, bu kadın Arslan'ın annesi miydi?
İşte şimdi bitmiştim.