Pembe gözlü, Tavşan! 🐇

1305 Words
O sabah Simge, iş için evden çıkmıştı. Umay ise, kahvaltı sonrası bir kahve yapmış ve terasa çıkmıştı. Ama ne o kahveyi içebildi ne de neşeyle manzaranın tadını çıkarabildi. İçinde bastırdığı fırtına, sessizce büyüyordu. Babasından hâlâ bir haber gelmemişti. Ne bir mesaj, ne bir arama... Sessizlik, bazen en gürültülü şeydi. Ve Umay’ın kulaklarında, kalbinin kırık sesini bastıracak başka hiçbir şey yoktu. Dalgın gözlerle manzarayı seyrederken, tek bir soru dönüp duruyordu zihninde: "Şu anda babam ne yapıyor olabilir? Acaba o not ona ulaştı mı? Eğer ulaştıysa… neden hâlâ sessiz?" Ve o anda… Sanki evrenin ona bir selam getirmesi gibi, Telefonu çaldı. Ekranda beliren numara Türkiye’ye ait değildi. Ama ne Paris’in tanıdık koduydu, ne de Londra’nın. Yabancı, bilinmeyen, biraz da tedirgin edici bir kod... Umay'ın kalbi aniden hızlandı. Parmağıyla ekranı kaydırdı. "Alo?" dedi, sesi önce yumuşaktı. Hiçbir yanıt yoktu. Bir kez daha seslendi, bu kez kaşları çatılmıştı: “Alo? Kimsiniz? Orada mısınız?” Yine yanıt gelmedi. Sessizlik sinir bozucuydu artık. “Alo! Bakın kimse konuşmayacaksa ben kapatıyorum!” diye çıkıştı, sesinde öfkeyle karışık bir korku vardı. Ve işte o anda... Karşıdan bir ses geldi. Derinlerden gelen bir fısıltı gibi… Sert ama kararsız bir erkek sesi: “...Alo.” Umay bir an dondu. Bu genç bir sesti. Babası olamazdı. Ama belki de... onunla ilgili bir haber getiren biriydi. Yerinden hızla doğruldu, oturduğu sandalyeyi deviriyordu neredeyse. “Merhaba!'' Efe sorgulayıcı ve sert bir tonda sordu, ''Umay Ata ile mi görüşüyorum?'' ''Evet, benim! Umay ben! Kimsiniz, babamla ilgili bir şey mi oldu?!” dedi Umay, endişeyle. Efe, kısa bir sessizlikten sonra konuştu: “Askeriyeye bir not bırakmışsınız. Turan Ata’nın kızı olduğunuzu söylemişsiniz. Bu doğru mu?” “Evet,” dedi Umay, sesi nefes nefeseydi. “Evet, doğru. Ben onun kızıyım. Babama ulaşmaya çalışıyorum.” Efe'nin sesi sakin ama kuşkucuydu. “Bunu kanıtlayabilir misiniz?” dedi. Umay, bir an afalladı. “Tabii... kimlik gönderebilirim, nüfus kayıt örneği, ne gerekiyorsa...” Efe, hemen karşılık verdi: “Hayır. Kimliğiniz yeterli olmayabilir.” Umay’ın sabrı tükenmişti artık. Şaşkınlıkla ve sinirle sordu: “İyi de başka neyle kanıtlamamı bekliyorsunuz? Kan mı vereyim?” Telefonun öteki ucundaki Teğmen Efe, bir an sustu. Gözleri hâlâ elindeki nottaki satırlara takılıydı. Sözlerini dikkatle seçerek konuştu: “Hayır… Ama bazı şeyler vardır, sadece iki kişi arasındadır.. Kimliğinizi kanıtlamak için, Sizi sınamam gerekiyor. Çünkü bu mesele… yalnızca prosedür değil.” dedi. Umay’ın içindeki gerginlik, yerini endişeli bir meraka bıraktı. “Sınamak mı? Ne demek istiyorsunuz? Ne sınavı bu?” Efe, gözlerini kapattı. Hafifçe iç geçirdi. Ve yavaşça söyledi: “Babanızın size verdiği son hediye neydi?” Umay, telefondaki adamın ukala ve sorgulayıcı tonuna sinir olmuştu. İçinden, "Bu ne cüret?" diye geçirdi ama yine de yutkundu. Ne de olsa bu kişi, onu babasına götürebilecek tek ihtimaldi. Onunla kavga etmek, bu umudu da yok etmek demekti. Homurdanarak, zoraki cevapladı: “Pembe gözlü, beyaz bir tavşandı.” Efe, hemen şüpheci bir ses tonunda sorguya devam etti.. “Gerçek bir tavşan mıydı?” Umay’ın kaşları çatıldı, sesi sertleşti. Bu adam alay mı ediyordu?! “Ha evet, gerçek tavşandı. Hiç işi gücü yoktu babamın, gidip canlı tavşan buldu 12 yaşında kıza.” Efe, istemeden de olsa bir detay daha elde etmişti. Umay'ın 12 yaşında babasından ayrıldığını biliyordu. Umay'ın öfkeli sesiyle bunu da kanıtlamış oldu. Sabırla, resmi bir ifadeyle devam etti: “Lütfen, cevap verin. Önemli. Gerçek bir tavşan mıydı?” Umay iç çekti, artık açık açık homurdanıyordu. “Peluştu. Pembe gözlü, beyaz bir peluş tavşan...” Telefonun diğer ucundaki Teğmen Efe’nin yüzü bir anlığına ifadesizleşti. Doğru söylüyordu, Çünkü o tavşanı tanıyordu. Yıllardır Albay Turan Ata’nın cüzdanında taşıdığı solgun bir fotoğraftan... Fotoğrafta kırmızı hırkalı, uzun saçlı, gülümsemeye çalışan ama gözlerinde burukluk taşıyan 12 yaşında bir kız vardı. Kucağında beyaz bir tavşan tutuyordu. Efe bir nefes aldı. Ve soruyu sordu: “O tavşanı aldığınız gün… Üzerinizde ne vardı?” Bu soru Umay’ın içini bıçak gibi bir çizikle yarıp geçti. Bir anlığına nefesi kesildi. Gözlerinin önüne o gün geldi: Kış güneşi, babasının gergin ama sevgi dolu bakışı, ve kendisinin umutla karışık küskünlüğü... Yutkundu. “Beyaz puantiyeli bir elbise... kırmızı rugan ayakkabılar… Üzerimde de kırmızı bir palto vardı.” Sesi çatallıydı artık. “O gün doğum günümdü,” dedi kısık bir sesle. Telefonun diğer ucundaki Efe dondu. Artık emindi. Bu… gerçekten Umay’dı. Ve o an, içini saran duyguların ağırlığıyla telefonu kapattı. Hiçbir şey demeden. Hiçbir açıklama yapmadan. Sadece, kapattı. Umay’ın kulağında bir anda uğultu başladı. Şaşırmıştı. ''Ne? Kapattı mı?'' öfkeyle nefeslenerek ekrana bakıyordu. ''Hayvan herif ya! Konuşma özürlü! Ne cürretle yüzüme kapatırsın!'' diye bağırıyordu.. Telefon ekranına baktı. Numarayı tekrar aramak istedi.. Ama hat düşmüyordu. Numara görünüyordu, ama ulaşılamıyordu. Sanki bir duvara çarpıp geri dönüyordu her denemesi. Öfkeyle ayağa kalktı. “Ne biçim insansın sen ya! Böyle mi yapılır bu?!” diye haykırdı İstanbul manzarasına doğru. Sonra derin bir çığlık attı ve telefonu elinden fırlattı. Telefon, Sertçe yere çarptı. Plastik bir çıtırtı sesi… Ve ardından gelen sessizlik. Köşedeki minderin yanına çöktü. Dizlerini karnına çekti, başını ellerinin arasına gömdü. Ve ağlamaya başladı. Ama bu ağlayış, sadece bugünün değil… Yılların suskunluğu, içte saklanan özlemi, yarım kalan çocukluğu, değersizleşmenin sızısıydı. Babasıyla yaşadığı son anı gözlerinde belirince... gözyaşları daha da hızlandı. Küçücük bir kızken, babasının dizine başını koyup, “Bizi neden bırakıyorsun? Neden sende gelmiyorsun Babacım?” diye sorduğu gün… Ve cevapsız kalan her şey... O gün gerçekten, babasıyla son günüydü. Ve belki de şimdi, o küçük çocuk kalbiyle geri dönmeye çalışıyordu. Telefon görüşmesinin ardından Efe, hızla odasından çıktı. O not kâğıdı, o telefon görüşmesi, Umay’ın sesindeki hüzün… Her şey bir yumak gibi zihninde dönüp duruyordu. Umay kimliğini kanıtlamıştı, evet. Ama bu, işin sadece başlangıcıydı. Asıl mesele, “Neden şimdi?” sorusuydu. Bunca yıl sessizlikten sonra, Albay’ın hayatına birdenbire girme nedeni neydi? Ve en önemlisi, bu geliş... yeni bir hayal kırıklığı mıydı, yoksa bir kavuşma mıydı? Efe, Turan Albay'ın yaşadığı yalnızlığı, kızına olan özlemle gözlerinin arada bir dolmasını, o eski fotoğrafı cebinden çıkarıp koklayarak, okşar gibi dokunmasını çok izlemişti. Onu yeniden incitecek bir gelişmeye sebep olmak istemiyordu. Bu yüzden harekete geçti. Odasına geri döner dönmez bilgisayarını açtı. Gizli erişim protokollerini girerek İstanbul’daki istihbarat birimiyle bağlantıya geçti. Aynı anda Paris birimlerine de bilgi geçti. Umay hakkında ellerindeki tüm verileri istedi. Efe, 1.5 saat boyunca gözünü ekrandan ayırmadan sabırsızlıkla, bekledi. Sonunda birim raporları ekranına inmeye başlamıştı. Gelen raporları okudukça kafasındaki boşluklar birer birer dolmaya başladı. Evet, resmi ikameti hâlâ Paris’ti. Annesi de hâlâ oradaydı. İstanbul’a iniş biletleri vardı ama… ne bir otel kaydı vardı ne de kira sözleşmesi, resmi kayıtlara bildirilmemişti. Yani birinin yanında kalıyordu. Ama kimin yanında? Bu bilgiye ulaşamadığı için, sosyal medya hesaplarını incelemeye başladı. Sayfayı açtığında karşısına ilk çıkan şey, hâlâ silinmemiş bir nişan fotoğrafıydı. Paris’in romantik bir köşesinde, gökyüzüne bakarken gülümsediği bir an… Ardından bir vlog… Güzellik salonu, kahve molaları, şatafatlı restoranlar… Parlak filtreler, yüzlerde gülücükler… Ama hiçbir kare, Umay’ın o sabah telefondaki sesindeki kırgınlığı taşımıyordu. Rol yapıyor olabilir miydi? Yoksa sosyal medayaya gerçek ruh halini yansıtmıyor muydu.? Efe, ekrana daha dikkatli baktı. Bir gönderide Umay, bir kafede, elinde dev bir kahve kupasıyla keyifle kahve içiyordu.. Yanakları güneşle aydınlanmıştı, gülümsüyordu. Öyle içten, öyle doğal bir ifade vardı ki o yüzünde… Efe, gözlerini ondan alamadı. Önce meraktan, sonra içten içe büyüyen bir dürtüyle… Hayran bakışlarla Umay'ın büyüsüne kapılmış, ekranı kaydırıyordu. Fotoğrafları, gülüşü, bakışı.. Her şey onu deli bir hayranlığa sürüklüyordu. Bir asker gibi değil de, içindeki küçük çocuk bakıyordu şimdi ekrana. Bir yanıyla, o sıcak gülümsemeye hayran kalmıştı. Ama diğer yanıyla, içinde bastıramadığı bir şüphe yankılanıyordu: "Ne istiyorsun, Umay Ata? Albay’ın hayatına neden şimdi girmek istiyorsun? Bunca yıl sonra, onu tekrar mı yaralayacaksın?" (Buraları iyi hatırlayın bak, hızlı hızlı geçip. Sonra saçma oldu yazıyorsunuz.) 📚 Bu cümleleri yüksek sesle değil ama neredeyse fısıltıyla söyledi. Sanki kendi vicdanına hesap veriyormuş gibi. Adeta o korkusuz Komutan, Boz gitmişti. Yıkık dökük piskolojisine rağmen sevdikleri için parçalanan bir çocuk gelmişti... Gözlerini ekrandan çekti. Derin bir nefes aldı. Bir karar vermesi gerekiyordu. Umay’ı korumalı mıydı? Yoksa ondan Albay’ı korumalı mıydı? Ve bu karar, yanlızca askeri bir protokol meselesi değildi artık...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD