Bölüm 1

4353 Words
Her sene bugün, kendimi kandırmak için en iyi gün... 12 yıl öncesine gidip yalnızlığımın ilk dakikalarını tekrardan yaşamak, sonrasında bir kere daha yalnız kalmak için en güzel gün. Her sene aynı mezar başında yaşadıklarımı hazmetmek, acımı dindirmek için çalışmak; beni içten içe yıpratıp öldürse de, buna katlanmak için hala bir nedenimin olmasını tekrardan anlamak için en uygun gün. En azından ben böyle düşünmek için çok uğraşıyorum. Çabalıyorum, tekrardan tutunmaya çalışıyorum her defasında başarısız olsam bile. Yanımda Okan, karşımda iki mezar taşı. Mantığım ve aklım unuttum dese de, kalp unutmuyor işte... Sırf içimdeki yangına çare bulmak adına seçtiğim meslek bile bu derdime derman olmadı. Kendi kendime acıyıp, beni yalnız bıraktıkları için onlara kızsam da benden kötü durumda olanlarda vardı; her şeyden öte Okan vardı. En azından benim ailemin bir mezarı, var olup yaşadıklarına dair bir kanıt vardı. Oysaki canımdan çok sevdiğim, hayatta kalmak için tek nedenim olan Okan'ın ailesi hayattan savrulup gittiler. Yaşadıklarına dair hiçbir iz bırakmadan, öylece, yok olup gittiler. Ki buna dair de bir kanıt bile bırakmadan…  Ağzından hiç duymadım buna dair bir isyan. Benden çok güçlü olduğunu düşündüm hep ama her sene aynı noktaya geldiğimizde gözleri 12 yıl önce olduğu gibi çocuklaşıyor, anılarını tekrardan yaşayıp direncini azaltıyor. Tek akrabam, kardeşim gibi saydığım kuzenim her sene aynı noktada damla damla yitip gidiyor hayattan. Şimdi ise yapmaktan kaçındığım, bu anı ertelediğim ve her gidişimden önceki gibi tir tir titrediğimin farkındayım ama olması gerekenler sırasıyla gerçekleşiyor işte. Önüne geçemiyor insan. Önüne geçemiyor ölümün. Her insanın bir hikayesi vardır. Çoğunun mutsuz sonlarla biten ve bir daha yaşamak istemediği hikayelerdir bunlar. Benimki aralarında en sıradanı belki de, fakat acımın tarifi asla ama asla mümkün değil. Yaşadıklarımı unutmamam gibi. Kalbimin kanayan yarası o gün. 17 Ağustos 1999. Sıcak bir yaz akşamı. Bu hayattaki son nefesim, yaşarken ölmeyi tattığım günlerin başlangıcı.    12 YIL ÖNCE Her akşam olduğu gibi yine abim, babam, annem ve ben meyve yiyorduk. O akşam o kadar sıcaktı ki cam, kapı, pencere ne varsa sonuna kadar açıktı. Üniversite son sınıf öğrencisiydim, bütün sınavlarımı ve tezimi vermiş, hepsinden başarıyla geçmiştim. Yaz okuluna kalmaktan çok korkmuştum; açıkçası Kadir Hoca’nın dersten bırakacağını düşünmüştüm ama öyle olmamıştı. Bilmediğim bir histen dolayı yıllardır hayalini kurduğum oyunculuk bölümünden cayıp kalp doktoru olamaya karar vermiştim. Her halükarda mutlu olacak olan ailem bu zorlu mesleği seçmem karşısında şok olsalar da tahmin ettiğim gibi çok da mutlu olmuşlardı. Abim odama gidip gelip ‘ah kalbim’, ‘vah kalbim’ diye dalga geçip beni neşelendiriyordu. Benim cevabım her zamanki gibi hazırdı. “Abiciğim bir kaç yıl daha hayatta kalmayı becerebilirsen hastalığına bir tedavi geliştireceğim,” diye yanıtlardım onu hep. Bunun istediği cevap olmadığını biliyordum. O yüzden surat asmasına ve dudaklarını şişirip büzmesine şaşırmazdım. “Hadi ama Derin bir öpücük bütün ağrılarımı alır güzelim,” Alnına dökülen kahverengi, ipeksi görünümlü saçları ile çok şekerdi o zamanlar abim. Tatlı bakışları içini eritirdi insanın. Özellikle kızların… Kimse ona dayanamazdı. Sırf onu mutlu etmek için kendimi paraladım. Onu mutlu etmek en büyük zevkimdi. O zamanlar hayatımın ne yöne kayacağından habersiz onun için çabalarken kaderin bizi zalimce ayıracağından habersizdim. “İsteğiniz benim için bir emirdir!” deyip yanaklarını öpüyor sonra en sinir olduğu şeyi yapıp yanaklarını sıkıyordum. Saçlarını kurcalamaktan da geri kalmıyordum. Tiril tiril saçları dağınıkken bile yakışıklıydı. O gece başarımın doruklarına çıkmam adına ve mutluluğumuza kaldırılan kadeh sesleri hala kulaklarımda çınlıyor. “Derin'im benim, biricik kızım hep böyle ol yavrum...” ‘Hep böyle ol’ derken keşke umutlarının içine ‘hep benimle ol’ cümlesini ekleseydi. Çünkü bazen sırf bu cümleyi eklemediğinden onsuz bir hayata mahkum olduğumu düşünüyorum. Yaşarken ölmeye mahkum!  “Hep böyle ol derken böyle genç kalacağımı sanıyorsan yanılıyorsun babacığım...” Bir iç çekerek devam ettim. “Bende yaşlanacağım günün birinde…” diyerek çenemi koluma yasladım. “Sensiz yaşlanacağım baba, sensiz! Senin güven veren sesin, kokun, soluğun, varlığın olmadan…” diye devam ettiğimde herkesin yüzü düşmüştü. Ben de neden öyle konuştuğumun farkında değildim zaten. “Aman Derin, bunları düşünmenin sırası mı?” diyerek araya giren annem bizi hep mutlu görmek isterdi. İyi ki de öyle istemekten hiç vazgeçmedi. En azından ardıma dönüp bakınca o sevimli kadın sayesinde anılarımın hepsi temiz, dürüst ve saf, mutlulukla dolu. Onun sayesinde geçmişte yaşadığıma dair inançlarım hep güçlü ve yıkılmaz. Onun sayesinde hayatımın bir kısmında dahi olsa anneme doymuş olduğumu hissediyorum.  Yemekten sonra televizyon karşına serildik, meyvelerimizi yerken ben babamın omuzunda, annem abimin omuzunda uykulu bir şekilde ayakta durmaya ve güzel gecemizin tadını çıkarmaya çalışıyorduk. Keşke o gece hiç uyumasaydım. Odama gittiğimde gece saat iki gibiydi. Yalova’daki yazlığımızdaydık ve o yazın ilk tatil gecesinin sonuna gelmiştik. Kutlamalar gecesi olmuştu mübarek. Kendimi yatağa atmıştım. Yan odadan abimin gitar sesi geliyordu. Diğer taraftan ise hala açık duran televizyonun sesi. Huzurlu bir şekilde balkondan gelen ılık esinti eşliğinde evdeki sesleri dinliyordum. Yaşam belirtileri dolu evdeki o huzuru ömrüm boyunca büyük bir özlemle çektim. Bir daha asla sahip olamadığım o huzurun kokusu, sesi ve tadı hala ruhumda. Aklım bir an Emre'ye kaymıştı. O yıl tanışmıştık. Çok tatlı ve iyi biriydi. Siyah saçları ve zeytin gözleriyle tatlı olduğu kadar karizmatikti de. Kampüste son sınıf okuyordu ve alt sınıfların sınavlarında hocalara yardım ediyordu. İşte o sınavlardan birinde tanışmıştık. Bir yıl boyunca yakınlaşmış en sonunda bütün kampüsünde istediği gibi sevgili olmuştuk. Tesadüfün bu kadarı olur ki ailesi Yalovalıydı. Yani yaz boyunca onu da görebilecektim. Hoş yaz bitmiş neredeyse son bahara girecektik ama sıcaklar insanı Temmuz da hissettiriyordu. Yazın buluşmak için sözleşmiştik. Yalova’nın en nefis manzaralı bir çay bahçesine davet etmişti beni. Zeytin gözlerini düşünerek tatlı bir uykunun kollarında buldum kendimi. Keşke gözlerimi hiç yummasaydım. Keşke hepimiz bir odada olsaydık ve o gece bitseydi bu iş. Henüz uykuya dalmadan her şey başladı. Başla düdüğü çaldı ve ellerim bom boş kaldı. Kalbim atmayı zorunlu bir görev haline işte o dakikalarda başladı. Kendimi yeni yeni uykuda bulurken bir şey çok şiddetli bir şekilde sarsıyordu beni. Abimdir diye düşündüm ama o beni uyandırırken hem sarsar hem gıdıklardı. Yoksa Emre mi gelmişti? Ama gelse odamda ne işi vardı ki... Ah Derin uyan artık belli ki annen, ama o da seslenirdi en azından. 25 yaşında olmuşum böyle sarsılmama gerek yoktu ki! Ama son duyduğum ses gözlerimi açmama neden olacak kadar gürültülü, bilincimi açacak kadar kuvvetliydi. Müthiş bir kırılma ve gümleme sesinden sonra artan sarsıntılar ve bir anda yerle bir olan odam. Her şey o anda başladı zaten. Başladığı anda atılan çığlıklar. Yardım feryatları, gözyaşı ile ıslanan korku dolu yüzler ve dahası… “DERİN!” “ALP!” Ve biz iki kardeşi ayıran tek duvardan çıkan kısık birer ses, "ANNE!" "BABA" ! Etrafımızı saran yoğun toz bulutundan dolayı konuşmak çok zordu zaten hepimiz şoktaydık, uyku ile uyanıklık arasında yaşadıklarımın fazlasıyla gerçekçi bir kabus olduğunu düşünüyordum. Fakat hiçbiri kabus değildi. Büyük bir deprem olmuştu ve çok fazla insanın hayatı kararmıştı o gece. Fakat annemle babamın ölmesinin sorumluluğunun azda olsa bende olduğunu bilmek ve o dakikalarda babamın kurtulacağını sanıp söylediği sözler kaç kere beni ağlama krizlerine sokmuştu kim bilir. Bizi ayıran sadece kader, deprem veya başka bir etmen değildi. Tüm sorumlusu bendim olanların. “Biz iyiyiz çocuklar. Biri bizi kurtarana kadar kıpırdamamaya dikkat edin, sakin olun canlarım,” diyerek bizi sakinleştirmeye çalışan babamın sesi o kadar endişeliydi ki normal bir zaman olsa gülerdim, fakat o anlarda farkında olmadan sessizce ağlıyordum.   “Alp? Derin?” “Baba, baba korkuyorum...” Ara ara gelen titremelerle deprem hala devam ediyordu ve her sarsıntıda biraz daha gömülüyorduk sanki. Yüzüm hep toz olmuştu ve dudaklarıma yapışan kireçten kurtulmak isterken daha beter batmıştım. “Korkma kızım, kurtulacağız,” “Anne ,anne ...ann..e...” “Ağlama kızım, hayata sıkıca tutunan bir kızsın sen bebeğim, bırakma kendini. O kadar anlatırdın coğrafya dersinde işlediğin konuları bir tanem. Bak korkulacak bir şey yok. Ağlama yavrum… Her şey yoluna girecek!” Babamın görevini devralan annem de söylediklerinin gerçek olmadığını biliyordu aslında ama o anda sözlerin bir önemi yoktu. Kalbim korkuyla atarken enkazın altında birbirimize seslenmeye çalışıyorduk. Aramızdaki çatlaklardan sesimizi duyurmaya çalışıyorduk birbirimize. Yatağımı odam yıkılırken uyuma halinde olduğum için şu anda sırtımda hissediyordum ama kollarımın altına dolan beton yığını ve başımda baskı yapan eşyalarım yüzünden vücudum tutulmuştu. Ailemin ne durumda olduğunu düşündükçe ise kafayı yiyecek gibi oluyordum. Bu yüzden her söyledikleri sadece daha fazla hıçkırıp, enkazın çatlaklarını dolduran sesimin yükselmesine neden oluyordu. Abimden ses çıkmıyordu. Birkaç dakika önce ses vermişti ama şimdi ne kadar çağırsak da sadece iniltiler geliyordu. Onun için o kadar korkuyordum ki... O anda bir saat önceki mutluluğum için canımı bile verirdim. Bir anda enkazın içinde babamın sesleri yankılandı. “Derya, DİKKAT ET!” “Levent yardım et... YANIYORUM!” Biranda onlardan duyduğum bu sözler kafamı allak bullak etti, ama yine de onlara bir şey olduğunu anlamıştım. Ters giden şeyler zincirinin ikinci adımı atılmıştı. Ne annem ne de babam haklı çıkmıştı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. “ANNE! BABA!” Boğazımı yırtarcasına çığlıklar atıyordum ama onlar beni duymayacak kadar acı çekiyorlardı. Depremin ardından yangı çıkma ihtimali çok yüksekti ama biz yine de böyle bir şeye ihtimal vermemiştik. En azından ben vermemiştim ve sonra neden yangın çıktığını da öğrenmiştim. Bu asıl yıkılma nedenim olmuştu. “Kızım!”   “Beni bırakmayın! Bana bunu yapmayın baba! Anne! Lütfen!” Sonrası acı çığlıklar ve yalnızlığımın ilk dakikalarını dolduran gözyaşları. Çığlıklar, çığlıklar, çığlıklar ve belki bir yıl düzelmeyecek ses tellerine sahip oluşum. Kısık kısık devam eden iniltiler ve çığlıklar bundan sonraki yaşamım boyunca kabuslarımı sarmaladı. Her an, her gece, uyuduğum her saniye. Belki uyanıkken bile. Yatmadan önce fırında kek yapmıştım. Nerden bilebilirdim ki o mutlulukla onu açık unutup yatacağımı. Ben sadece babamı sevindirmek için çikolatalı kek yapmak istemiştim. Sabah veya öğlen yemeğinde çayın yanında babam severdi diye. Abimde çok severdi, her yapışımda ‘Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer, yani kalbi duran birine kalp masajı, suni teneffüs yapmana gerek yok,’ derdi. Beni hiç kimseyle paylaşamazdı. Daha çok küçükken parklarda bile kızlarla oynayıp onu boşlamama sinirlenirdi. Her hangi birine –özellikle bir erkeğe- hayat kurtarma pahasına bile olsa suni teneffüs yapmamı istemiyordu. Ama o benim nefesimi tıkamış ve kardeşine hayat veren tüm bağları koparmakta zorluk çekmemişti. Beni benden çalan son kişi de oydu.  Annem ile babam benim yüzümden yanmışlardı ve artık iniltileri bile çıkmıyordu. Kim bilir kaç psikolog beni durumun tam tersi olduğuna inandırmaya çalışsa da aklım işkence fantezilerini bir kenara bırakıp suçsuz olduğumu kabullenmiyordu. Ölmediğim için suçluydum. Annem ve babamın ölümünden sorumluydum. Hala nefes aldığım için cezalıydım. Ben kafayı yemiş durumdayım. Gözyaşlarım durmuyor ve görüşümü bulanıklaştırıyordu. Abim hala ses vermemişti. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı. Her şey bir saat öncesine kadar mutluyken şimdi beton duvarlar yüzünden yollarımız ayrılmış ve benim yüzümden annem ve babam ölmüşlerdi. Yüreğim bu kadarını kaldıramazdı. Birkaç saniye öncesine kadar bu durumdan kurtulacağıma bile inanabilirdim, babamın nefes alışverişlerini şimdiden özlemiştim. Her şey bir şakadan ibaret olmalıydı. Ya da keşke öyle olsaydı ve ben yıllarca yaşarken ölmenin bin bir türlü halini öğrenmeseydim. Hatta keşke o gece yanarak ölen ben olsaydım…  Bana kalan ‘keşke’ler yüzünden bir daha hiç nefes alamadım. Yaşamayı unuttum.   16 SAAT SONRA Yalnız olduğunu hissettiğinde, bu zamana kadar yaptığın ve verdiğin mücadelelerin hepsi bir anda toz bulutu olup bir nefesle gider. Hayata sıkı sıkı tutunmak; saçma bir fikir gibi gelir. Nefes almak; boğazın ağrıdığında yemek yemek gibi tatsız bir yaşam faaliyeti olur. Gözlerini kırpmak bile zorlaştırır işini. Zaten ebediyen gözlerini yummak isteyen bir insan için tekrardan ve tekrardan gözlerini bu umutsuz hayata açmanın ne önemi olabilir ki?  O an ayaklarımın bağı çözülmüş enkazın elverdiği ölçüde bir yerlere yığılmıştım. Belki kırığım, çıkığım ya da beyin kanaması ihtimalim vardı ya da ne biliyim bir panik atak veya benzeri herhangi bir şey. Keşke onlardan biri olsaydı.  Bu konularda iyi olsam da şimdi hiçbir tedavi istemiyordum. Şu bulunduğum çukurda hayattan silinip gitmek istiyordum. Annem ve babamın çektiğinden fazla acı çekiyordum ve bunu kaldırmak istediğimi düşünmüyordum. Bilincimin gittiği o anları hatırlamak; ufak bir titremeye sebep oldu bedenimde.  * Gözlerimi açmakla açmamak arasında kaldığım bu ikilemde aldığım koku hastane de olduğumu başından belirtmişti. Yanımda biri var mı diye gözlerimi açtığımda, başımda bekleyen yaralı, bereli ve uyku halinde olan abimi buldu gözlerim. Demek onu kaybetmemiştim. Demek hala yaşamak için nedenlerim vardı. Keşke olmasaydı diyemiyorum ama olmasını da pek istemiyordum. Sonrasında abimin bana atacağı kazığı bilseydim belki o anda o hastane odasının camını açıp aşağıya atlardım veya ölmek için en kesin yöntemi uygulardım. O an, sadece o an bunları yapsaydım sonra bana yüklenen sorumluluklardan da haberdar olmaz ve kendimi suçlu hissetmeden ölümle seve seve buluşur, annem ile babamın kollarına koşardım. Boğazım kurumuştu. Uzanıp bir bardak su aldığımda abimde uyandı ve acılı gözlerle bana suyumu içirdi. Bir müddet birbirimize bakmadan tam karşımızdaki camdan dışarıyı izledik. Hastanede ne kadar yaralı vardı bilmiyorum ama bütün katlar acılı insan inlemeleri ile gürlüyordu. Veya acılı kalp ağrıları yüzünden. İçler acısı bir durumdu ve içinde bulunduğum durumun berbatlığını katlıyordu. Abimin konuşması bir anda odanın sessizliğini bozdu. “Artık bir anne ve babaya sahip olamayabiliriz. Ama biz hayattayız. O enkazdan sağ çıkmamız bir mucize. Demek ki Yaradan bizi almak istemiyor yanına. Bu durumda yapacağımız tek şey hayata kaldığımız yerden olabildiğince eskisi gibi devam etmek. İnan annem ve babamda bunu isterdi,” diye duygusuzca konuştu abim. Sanki başka biri konuşuyormuş gibi geliyordu. Aslında abimi de kaybetmiş olduğumu o gün anlamıştım sadece somut bir şekilde kanıtlanmasını beklemiştim bir müddet.   Sesimi çıkaramıyordum. Ben yaşamaktan aldığım zevki yitirmişim abimin söylediklerini o yüzden dinlemiyordum. Onun artık değiştiğini yavaştan kabul etmeye başlamıştım. Zaten sonrasında bilincimi iyice toparladım ve sorular sormaya yeltendim abime. Anında beynimde şimşekler çakmıştı. “Hangi hastanedeyiz?” “Yaşam Polikliniğindeyiz” dedi abim. Bunu söylerken ki surat ifadesi hayatta olmana rağmen düşünmen gereken bu mu şeklindeydi. Umursamaz halleri o anda garip gelmese bile zamanla ondan usanmaya bile başlamıştım. “Eğer tahmin ettiğim yerdeysek ve eğer o da buradaysa yaşıyorsa!” diye fısıldadım. Abimin yardımıyla telefonu elime aldım ve numarayı tuşladım. Çalıyordu! Demek o yaşıyordu! Bin kere Allah’a şükrederken telefon açıldı. “Alo?” “Merhaba ben Derin. Emre'nin arkadaşıyım,” Sesim bir umutla heyecanlı çıkmıştı. Onun sesini duyarsam yaşam sevincimi bir nebze olsun geri kazanacakmış gibi hissediyordum. Annem ve babamın yokluğunu aynı Emre’nin yokluğu gibi mezar taşlarına bakınca kavrayabilmiştim ve bu tam iki yılımı almıştı. “Merhaba yavrum, oğlum bahsetti senden” dedi ve hıçkırmaya başladı. Karşımdaki kadının yorgun sesi üzerine hıçkırmaya başlaması ile kalp atışlarım normalin üstüne çıktı. Duymak istemediğim şeyler duyacağımı hissediyordum. Yanılmıyordum da… “İyi misiniz?” Sesim çatlamıştı. Korkuyordum. O anda bir kere daha yalnız kaldığımı anladım. Abimden başka kimsem yoktu. Ve bunu bilmek için telefondaki kadının yorgun sesi ile gerçekleri gün yüzüne çıkarmasına gerek yoktu ama zaman ve kader görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlardı.  “Emre’yi kaybettik, yavrum” dedi ve telefon hattı kesildi. Belki kadın konuşmaya dayanamayarak telefonu yüzüme kapatmıştı. Belki de o ara sıkışık olan hatlarda sorun vardı. Bilmiyorum. Sorgulamadım zaten. O telefonun çalmasına rağmen onun yaşamaması beni karanlık zindanlarda ömür boyu aç susuz bıraktı. Sevgiye aç, özleme aç, anneye aç, babaya aç… Emre’yi KAYBETTİK! ANNEM VE BABAM YOK ARTIK! NEDEN ALLAH'IM! NEDEN? NEDEN? NEDEN? Belki bir histeri krizi belki de istediğim gibi bir ölüm bu gelen baygınlık. Hangi seçenek olursa olsun biliyordum ki; yaşamak korkunç derecede berbat bir hal almıştı. Gözüm açık, gözüm kapalı; her an kabus, her an karabasan. Her an eziyet, her an kor ateşlerde yanarak ölmek. Ve başına daha nelerin geleceğini bilememek.    1 YIL SONRA   Bir yıl içerisinde hiç ‘isyan’ etmedik. Yalova'dan döndüğümüzde bizim için o şehirde annem ve babam gibi ölmüştü. Çok ironik bir durumdu ki; annem ve babamın mezarı oradaydı. Bu durum abim için geçerli olsa da benim için aynı değildi. Bir kere annem ve babam başta olmak üzere Emre oradaydı. O beni beklerdi. Ben gitmezsem zeytin gözleri acı ile dolardı. Ben ona olan özlemimi söylemezsem o kendi özleminden yanardı.  İstanbul'daki dairemiz sapa sağlamdı. Yaşamaya devam etmek için müthiş bir temeldi abime göre. Annem ve babamın mezarları Yalova’da aile kabrindeydi. Abim her şeyi ayarlamıştı. Onun için o kadar üzülüyordum ki. Ben ne kadar mutlu ifadesi takınsam o artık katı, mutsuz ve neşesizdi. Yaptığı şeyleri bir an önce bitirip kendi yalnızlığına dönmek için yapıyordu sanki. Bir an önce yemeğimi yiyeyim ve buradan kurtulayım. Bir an önce uyanıp evden çıkayım ve kendi başıma kalayım. Bir an önce öleyim ifadesi dolu olan gözleri.  Okan da bizleydi. Deprem gecesi kaldıkları otel yıkılmıştı. Teyzem ve eniştemin cesetlerini bulamamıştık. Sadece üzüldüğüm abim değil Okan da vardı şimdi. Her hafta annem ile babama gidiyorduk. Abim her seferinde Yalova bitti dese de her hafta oradaydık. Abim, ben ve Okan. Her hafta Yalova. Artık ayrılmaz üçlü olmuştuk. Ayrılmaz ve ölüm için yanıp tutuşan üçlü. Yalova'dan döneli üç ay geçmişti ve ben hava almak için çıktığım gibi ilk otobüsle dönüp Emre’ye gitmiştim. Ne kadar özlüyordum onu ve hala özlüyorum. Doya doya sohbet etmiştik. Ben anlatmıştım ve o da sevgi-merak karışımı bir ilgiyle dinlemişti. Kara toprak altından. Akşam olunca eve dönmüştüm ama abimden de iyi bir azar işitmiştim. Annem ve babam olmadan doldurduğumuz 1. yılda Yalova’ya gidecektik yine. Abim için gerçekten eziyet gibiydi bu gidişler. Zaten her hafta olan ziyaretleri dört ay sonra bırakmıştı. Ardından da benim yüzümden iki kere gelmişti. Onlarda zoraki. Annem ve babamın kabirlerindeki ilk yılda abim bizi yalnız yollamıştı oraya.  “Siz gidin benim biraz işim var akşam uğrarım demişti,” Uzun uzun annem ve babamla sohbet etmiştik. Kah ağlıyor, kah hıçkırıyor, kah sulu bir şekilde gülmeye çalışıyorduk. Okan yaşadığımız iyi kötü anıları anlatıp neşeli bir ortam yaratmaya çalışıyordu. Ama içimde hem acı hem de tarifi imkansız bir yokluk hissi vardı. Emre ile de hasret gidermek iyi gelmişti. Bana almayı en sevdiği çiçeklerden alıp mezarını süslemek huzur vericiydi. Toprağını sulamak onun için dua etmek. Ve onu unutmadığımı gösterip ona duyduğum sevgiden gurur duymak. Mezarlıklar tıklım tıklım doluydu. O kara günün anılarının tekrardan yaşandığı dakikalarda herkesin gözündeki ifade ‘acı’ydı. Akşam yedi gibi eve girmiştik. Okan çok yorulmuştu. Hayat zaten daha 15 yaşında omuzlarına ağır bir yük bindirmişti. Onun yattığından emin olunca bende üstümü değişip abime baktım. Odası gayet topluydu. Durum biraz tuhaf gözüküyordu. Bu denli toplu bir oda. Etrafta en az bir kıyafeti savrulmuş bir şekilde durmadan! Yatağının üzerindeki not bariz bir şekilde ‘gittim’ dese de farklı bir ima arayıp açtım.  "Derin... Bana kızma lütfen. Dayanamıyorum! Bu ülke bana dar geliyor artık. GİDİYORUM... Belki, bekli belki bir gün tekrardan... Neyse "HOŞÇAKAL". Birbirinize iyi bakın. Özür dilerim. Alp Uysal, abin..."  Üstündeki kurumuş gözyaşları ve kalbimin attığı çığlıklarla yine dört duvar arasında yaşanan başka başka şeyler yüzünden ben yine yalnızdım. Üçüncüydü bu! Abimin arkasından sadece üç satırlık el yazısı ile yazılmış mektubu kalmıştı. Ne kendimi kandırmanın bir yararı vardı ne de başkalarını. Kalbimle sözleşmeme kesin bir imza atmıştım o andan sonra. Artık sevdiği tek kişi için yaşayan bir zanlıydım ve cezam bir gün ölmek için her gün delirmekti. Her gün azap çekmekti. İçimdekileri anlamadan sadece beklemekti. Beklemek, beklemek ve görülmemiş, duyulmamış bir azap çekmek.  *   2009, YALOVA Tarih bugün 17 Ağustos, kısaca yalnızlığımın bariz bir şekilde hayatıma baskın olduğu günün 10. yıl dönümü. Mazide yaptığım ufak seyahat acaba bana kaç saate patladı diyerek saatime baktım, neyse ki saat daha ikiydi o zaman bizde bir saattir buradaydık. Hastaneden üçe kadar izin almıştım. Derin bir uykudan uyanır gibi hissediyordum. Yaşadıklarımı hatırlamak artık o kadar can acıtmasa da acıyı da unutmak mümkün olsaydı keşke. Beraber gelmiştik yine Yalova’ya. Okan saatlerdir konuşuyordu. Ben ise bir kenara oturmuş öylece izliyordum. Öylece. Yapacak başka bir şeyim yoktu.  “Okan?” Annemle babamın mezar taşına öylece bakıp sırıtıyordu. Okan’ın kocaman bir adam olması umurumda değildi. Hala mezar taşı görünce üç yaşındaki bir çocuk gibi bakmaya başlıyor ve tuhaf tepkiler veriyordu. “İyi misin canım?” “Hı hı,” “Okaann?”  Onun bu hallerini görmek içimdeki acıya tuz biber ektiği için gitme vaktinin geldiğini belirttim. “Ne var Derin?” “Hadi gidelim,” dediğimde bana döndü. Yine gözleri hüzünlendi. Koskoca adam oldu ama yine unutamadı. Daha 15 yaşındaydı o zamanlar. Daha gençti, eğlenmek içindi o zamanları. Ama ne oldu önce anne babası, teyzesi ve eniştesi sonra Alp abisi... Peki ben? Ben de aynı durumdayım onunla. Kendimi toparlamak için okulumu dondurdum bir yıl. Ama ne oldu hayattan bir yıl kaybeden ben oldum. İşte bu öfkeyle, bu sinirle ayakta duruyorum. Yaşadıklarımın acısını bir bir çıkaracağım günü iple çekiyorum. Kin beslemek, acı çektirmek, canice düşünmek bana göre değil ama ama… Ve ama’lar… “Beraberiz ve iyiyiz Okan,” sözleri döküldü ağzımdan. Her ne olursa olsun onu her zaman destekleyecek ve varlığımı hissettirecektim. Çünkü şu anda ben varsam bunun sebebi oydu. Bir şekilde mutluysam bunun sebebi elbette oydu.  “Biliyorum, tek varlığımsın Derin...” Gözlerinden tane tane gözyaşları akıyordu. Nadir ağlardı benim küçük arkadaşım ama ağlardı.  “Hep birlikte olacağız Okan, hadi sil gözyaşlarını,” Yeşim yeşili gözlerinden akan her yaş kalbimi dağlıyordu. Kendimi unutmak ve aklımı başkalarına yormak bu yüzden güzeldi. Ve acı biraz olsun unutulur, sıkıntı gider ve Derin’in ruhu kısa bir süreliğine de olsa azat edilir.  “Bana diyene bak, salya sümük ağlıyorsun Derin” dedi ve işaret parmağını burnuma dokundurup beni güldürmeye çalıştı. Gözlerinin ışıltısı eski yerine dönmüştü. “Okan!” Bu demek oluyor ki, Okan’ımız geri döndü hayat devam ediyor! “Duydunuz zilin sesini yarışma başlasın,” diyerek öne doğru atılıp mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladı. O burada annem ve babamla konuşurken ben de Emre ile buluşmuştum her zamanki gibi dakik bir biçimde onun yanına ulaşmıştım. O yüzden çıkarken ona uğramadan gidiyordum. Okan ile geldiğim zamanlar hep böyle oluyordu. Yalnız gelince önce annem ve babama sonra Emre’ye uğrardım ve bir daha arkama bakmadan buradan çıkar giderdim.  “Seni bırakmamı ister misin?” diye sordum Okan’a. O ise bana kuşkuyla bakıp koluma girdi.  “Derin bu kabir ziyaretleri sana iyi gelmiyor! Ben kendi arabamla geldim ya...” “Ah, haklısın tatlım tamam o zaman akşam erken gel sevdiğin yemekleri yapacağım,” diyerek geçiştirmeye çalıştım. Evet, bu ziyaretler bana yaramıyordu ama olmak zorundaydı.  “Oooooo hayata gülümse Okan sevgili bir tanen sana en güzle yemekleri yapacak!” “Şımarık seni,” dedim ve yanağına ufak bir öpücük kondurup, arabama ilerledim. Arabanın içinden gözlerini bebek gibi pörtleterek, görmemiş gibi el sallayan Okan ile sırıttım! Ben gidiyorum işareti yaptım ve ana caddeye çıktım. Araba, otobüs, taksi hangi ulaşım aracı olursa olsun Yalova’ya yarım saate kalmadan ulaşıyordum o yüzden benim için trafik, mesafe önemli değildi. Hastanenin sakin yoluna vardığımda hızımı arttırmakta sakınca görmemiştim. Zaten yol normalinden bile boştu. Trafiğe takılmak gibi bir ihtimalim olmadığı için şanslıydım. 36 yaşında bir kalp cerrahıydım ve işime bir gün olsun geç kalmamıştım. Çünkü hayat kurtarmak geç kalınması mazur görülen bir durum değildi. Asistanım Nehir de benden nasibini alıyor elbette. Bir cerrahla aynı evde yaşamak onun için bir ayrıcalık. Onu evime aldığımdan beri her gün erken kalmak zorunda ve alışmamaya ısrar etmekte de üstüne yok. Okan’la da iyi anlaşıyorlar. Başlarda aralarını yapmayı düşündüm ama Okan işte Nehir’e de kardeş gibi yaklaştı. Nehir'in anne ve babası İzmirliler. Kızlarını bana emanet ettiler. Çok iyi insanlar. Okan, ah Okan ah... Kocaman adam oldu. Şimdi mimar ve çalıştığı holdingde hisse sahibi. Yaptığı işi seviyor. Birde mürüvvetini gösterse! Yemin etmiş sanki evlenmemeye. Aslında benimde ondan geri kalır yanım yok ama ben zaten kalbimi birine vermiştim. Onun durumu ile kıyaslanınca o evlenmekte özgürdü ama ben kendimde bu özgürlüğü bulamıyordum. Belki o zamanki duygularımdan emin değildim ama biriyle birlikteydim ve sonu mutlu değildi. Biraz daha hayatımdaki insanların yaşamlarını dikte edecek olursam kaza yapacağım ve bu hiç işten bile olmaz. Uzaktan duyduğum kalp atışları gibi ritmik ambulans sesi bir insan canının daha tehlikede olduğunun habercisi gibiydi. Araba ile yakınlaştıkça büyük bir topluluğun oluşturduğu ortamda ilk yardım yapmaya çalışan ekibi ve yerde yatan adamı seçebilmiştim. Tipik ben hemen arabayı durdurdum ve ilk yardım çantamı kaptığım gibi hastanın başına gittim. Başlarda her hastamda ayrı bir heyecan hissediyordum ama o yıllar çok geride kalmıştı. Hayat kurtarmak benim için çok sıradan bir olay olmuştu. “Geri çekilin! Doktorum! Etrafı boşaltın” dedim ve hastanın başına çöktüm. Ekip bizim hastaneden olsa gerekti çünkü hem hastane yakındı hem de yüzleri tanıdıktı. Benim için alanı boşalttılar ve yardım için yanıma geldiler. Hastanın başına tam olarak eğilmeden onu kontrol etmeye başladım. Nabız yoktu, kalp atışları ritmini kaybediyordu. Bu durumda tahmin yürütmek çok zordu. Hastaneye ulaşıncaya kadar onu hayatta tutmak zorundaydım. Ama kalbi elimin altında artık atmayı sonlandırmıştı. Hiç vakit kaybetmeden kalp masajına başladım. “1, 2, 3 hadi!” Terlediğimi hissediyordum. Saçlarım önümde, arkamda dalgalanıyordu.  “1, 2, 3! Sonunda. Evet, hadi toparlan, hadi,”  Hastayı ekip yardımıyla hemen ambulansa taşıdık ve daha onlar yola koyulmadan ben hastaneye doğru sürmeye başlamıştım. Hastaneye varmadan bir hastam olmuştu, oradaki hastalarımı saymıyordum bile. Hayat kurtarmak aynı zamanda yoğun bir işti de. Bizim hastaneye varınca arabamı hemen gelişi güzel park ettim ve görevliye işaret yaptım. Onlar hallederdi. Alışkınlardı kısaca. Ambulansın kapısına gittim ve açılan kapıdan sıralanan bilgilere odaklandım. Ambulansta çalışan değerli ekibimi seviyordum. Onlar bizden daha üstünlerdi, hastayı getirirken hayatta tutuyorlardı, onların bilgilerini az çok rapor ediyorlardı. “Deniz Sezen, 37 yaşında, damar yollarından kaynaklı bir kalp krizi! Tahmin etmeliydim. “Hemen acile alın!”  Asansörle odama çıktığım gibi dolabımdan önlüğümü aldım ve çantamı masaya savurduğum gibi direk odadan fırladım. Kapıda karşılaştığım Nehir’i kolundan tuttuğum gibi sürüklemeye başladım. “Derin Hanım?!” “Nehir tatlım şu anda aşağıya inmem lazım ve sende benimle geliyorsun!” “Anladım bende onu söyleyecektim,” “Hadi,” dedim ve asansörle aşağıya indik. Hastanenin her katı özel bir durum. Her katta özel bir koşuşturma. Emimin en sakin kat doğumhanedir. Minik bedenlerin uykuları için sakin bir kat. Acile daldığımda hastanın kontrollerini yapmakta gecikmedim. “Damar yollarındaki tıkanmadan dolayı acil ameliyathanesinde ameliyat yapacağım. Ameliyathaneyi hazırlayın!” “Peki, Hocam, ailesine haber verelim mi?” “Bunu soran ameliyattan sonra bulsun beni!” diye soran kişiyi tersleyerek kendimi akışa kaptırdım. Evet, koşuşturmalı bir gün daha başlıyor. Hastam Deniz Sezen ve, ve? Aman Allah'ım Sezen'ler holdingin tek varisi Deniz Sezen? Ekonomi sayfalarını süsleyen Deniz Sezen! Yaptıkları işlerle Türkiye’nin önde gelen isimlerinden olan Sezen!  “Ameliyathane hazır Hocam,” diye beni uyaran asistana kafamı sallamakla yetindim çünkü o anda çok stresliydim. Adı bilinen insanların hastam olmasından nefret ediyorum. Çünkü ne anlayışlı insanlar oluyorlar ne de normal! Ama oldu bir kere, Hipokrat yeminleri sağ olsun elimiz kolumuz bağlıydı.  Ameliyat için hazırlanmaya giderken günün acısını, stresini, önemini, yaşananları, yaşanacakları her şeyi unutup kendimi önümdeki ameliyatın zorluklarına vermeye çalıştım. Zaten karşımda ünlü bir holding varisi vardı. Kötü bir durumda hastanemin adı da söz konusuydu. Hızlı adımlarda ameliyathaneye inerken kendi kendime bu tür ameliyatlarda neler karşıma çıkabilir onları hatırlatıyordum. Ameliyat için giyinmiştim ve ellerimi yıkarken Nehir’in de bu konudaki bilgilerini gözden geçirdiğini fark ettim. Eldivenlerimi giydim ve o masaya yaklaşmaya başladım. Işıkların aydınlattığı o masada sarı saçlı bir erkek yatıyordu. Deniz Sezen.  Hayatımı tepetaklak edecek olan yegane insan.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD