Kalp Atışı!;

1269 Words
Deniz, koşar adım ortamdan uzaklaşmıştı. O an zihninde dönen tek soru, günler önce uzun uzun sohbet ederek vakit geçirdiği, hatta küçük bir heyecanla randevuya çıktığı o adamın, nasıl böylesine sinir bozucu birine dönüşebildiğiydi. Evet, askerlerin arasında olduğunun farkındaydı. Doğaları gereği otoriter, hatta yer yer sert olmalarını anlayabiliyordu ama Fatih’in tavrı bambaşkaydı. Sanki tek amacı onu yıldırmaktı. Hızlı adımlarla toplantı odasına girdi, kendini yorgun bir nefesle koltuğa bıraktı. Şu an için tek netleşen şey vardı: Şimdiye kadar çalıştığı en zor projenin tam ortasındaydı. Dışarıdaki gerilimi uzaktan izleyen Kubilay Bey, olaylara merakla eşlik eden Elif’e yaklaştı. “Elif’ciğim, ne oldu az önce? Neden baş mühendisimiz sinirle konteynere geçti?” diye sordu, sesinde gizleyemediği bir şaşkınlık vardı. Elif, önce çevresine bakındı, sonra Kubilay’a biraz daha yaklaşarak sesini alçaltıp fısıldadı: “Zemin etüdü raporları sonradan geldi müdürüm. Deniz Hanım da risk teşkil edecek bir şey görmeyince projeye başlamış. Bugün temel açıldı.” Kubilay hafifçe başını salladı. “Eee? Yapılması gerekeni yapmış yani. Optimum şartlara göre değerlendirmiş.” Elif’in gözleri heyecanla büyüdü. “Değil mi ama? Ben de aynısını düşündüm. Ama şu müdür asker bey... çok öfkeliydi. Deniz Müdürüm de altta kalmadı ama o da bir hayli sinirliydi.” Kubilay’ın bakışları derinleşti, elleri istemsizce kırlaşmış sakalına uzandı. Deniz’i yıllardır tanıyordu. Henüz öğrencisiyken tanımıştı onu, neredeyse on yıl olmuştu. Hayli kışkırtıcı ortamlarda çalışmış, çok zor karakterlerle baş etmişti ama her defasında sakinliğini, profesyonelliğini korumayı bilmişti. Şimdi ise gördüğü bu sinirli haline bir anlam veremiyordu. “İlginç...” dedi kendi kendine. Gözleri, karşı taraftaki komuta konteynerine sert adımlarla yürüyen Fatih’e odaklandı. Fatih, hızla çalışma odasına dönmüş, sinirle masasına geçmişti. Nabzı hâlâ yüksek atıyordu ama aklından çıkmayan tek şey, Deniz’in o haşin, meydan okuyan bakışlarıydı. “Elaleme gül, bana gelince ilk sorunda tırnaklarını çıkar. Sokak kedisi!... ” diye geçirdi içinden, dişlerini sıkarak... Akşam yemeği vakti geldiğinde, herkes yemekhaneye geçmişti. Kapının girişinde, köşedeki uzun masada mühendis ekibi yerini almış, koyu bir sohbete dalmıştı. Deniz, sessizdi. Çatalıyla tabağındaki bezelyeleri amaçsızca kovalıyor, yüzüne düşen kızıl saçlarıyla ilgilenmeye bile tenezzül etmiyordu. Dalgın ve yorgundu. Birkaç dakika sonra Fatih yemekhaneye girdi. Denizlerin oturduğu masaya göz ucuyla bile bakmadan tepsisini aldı ve sessizce kendi yerine oturdu. Deniz, başını kaldırdı. Hiç çekinmeden gözlerini Fatih’e dikti. Bakışlarında yalnızca bir öfke değil, doğrudan bir husumet, buz gibi bir kin vardı. Sanki içinde bir volkan patlıyordu. Elif, bu kaotik ortamın ağırlığını hissetmiş olacak ki, usulca yerinden kalkıp Deniz’in tam karşısındaki sandalyeye geçti. Deniz'in yüzüne dikkatle bakarken, sesi yumuşak bir tonla konuştu: “Müdürüm, bir kahve içelim mi? Bizim odanın önündeki bankta biraz hava alırız…” Deniz, gözlerini hâlâ Fatih’in üzerinden çekememişti. Ama Elif’in sesiyle irkildi, başını çevirip ona baktı. “Olur, tabi. İçelim,” dedi. Tam yerinden kalkacakken, arkalarından gelen bir sesle ikisi de irkildi. “O zaman tam zamanında getirmişim. Afiyetle yersiniz!” Harun Üsteğmen, gülümseyen yüzüyle, elindeki küçük lokum paketini Deniz’e doğru uzatıyordu. Üzerindeki üniforma muntazamdı, yakası özenle düzeltilmiş, ayakkabılarında tek bir toz zerresi bile yoktu. Sesinde ise hem askerî bir disiplin hem de içten bir samimiyet vardı. Yakışıklı yüzü ve çapkın gülüşü ise yine yerli yerindeydi. Elif, Harun’un bu kendinden emin, çekici hali karşısında adeta erimişti. Başını yana eğdi, masaya dayadığı koluna yaslanarak çok çok kısık bir tonda mırıldandı: “Hey maşallah... Sen de lokum gibisin be, asker bey.” Deniz önce pakete, sonra Harun’un gözlerinin içine baktı. Hafif bir tebessümle konuştu: “Çok teşekkür ederim, siz yeseydiniz.” Harun, bu nazik yanıt üzerine birkaç adım daha yaklaştı ve eğilerek Deniz’in kulağına bir şey fısıldadı. Ne söylediğini kimse duyamadı ama etkisi netti. Deniz, aniden kahkahasını bastıramamıştı. Sessiz olmaya çalışıyor, elini ağzına kapatıyordu ama kıkırdamasına engel olamıyordu. Tam o anda, yemekhanede metalin tok sesi yankılandı. Fatih, elindeki çatalı sertçe masaya vurmuştu. Gözleri önündeki yemeğine çevrilmişti ama kulakları onları net bir şekilde işitmişti. Gergin çenesinin altından boğuk bir hırıltıyla mırıldandı: “Bu kadın beni delirtecek... Utanmadan, Kahkaha atıyor!” Çaprazında oturan Samet Onbaşı hemen boynunu uzattı, şaşkınlıkla sordu: “N’oldu komutanım? Yemekten taş mı çıktı?” Fatih, sabrının son kırıntılarını da yitirmişti. Dişlerini sıkarak, gözlerini Deniz’e çevirdi. Onun kahkaha atışı, Harun’un gevşemiş keyfi... Tüm bunlar beyninde zonklayan bir öfkeye dönüşüyordu. “Evet, onbaşı. Hem de koca bir taş çıktı,” diye tısladı. Sonra aniden ayağa kalktı ve hızla yemekhaneden çıktı. Adeta kendi rüzgarıyla yanından geçtiği, Deniz’in saçlarını hafifçe savurdu. Başını çevirip arkasından baktı. İçinden öfkeyle söyleniyordu: “Bu saat oldu, hâlâ sinir küpü... Adamda ki kine bak! Oldu olacak boğazla beni, tam olsun!” Harun, onun başka yöne kaymış bakışlarını fark etti. Hafifçe başını eğdi. “Ben masama geçeyim. Tekrar afiyet olsun, Mühendis Hanım,” dedi. Deniz memnun bir tavırla ''Çok teşekkürler tekrardan'' dedi. Harun gülümsedi ve Sonra uzaklaştı. Elif, iç çekerek Harun’un arkasından baktı. Yüzünde hayran dolu bir ifade vardı. “Ahh müdürüm... Bu adamlar neden bu kadar yakışıklı? Hele de üniformayla!” Deniz, Elif’in bakışlarına kısa bir tebessümle karşılık verdi. “Annem de babama böyle vurulmuş,” dedi. Elif, bir anda gözlerini Deniz’e dikti. “Nasıl yani? Babanız asker mi?” Deniz başını salladı, gözlerinde hem gurur hem de hafif bir hüzün belirmişti. “Evet,” dedi sadece. Elif’in merakı daha da artmıştı. Yerinde kıpırdanmaya başladı. “Hiç söylemediniz... Hangi bölgede görev yaptı? Şimdi emeklidir herhalde...” Deniz’in yüzü aniden gölgelendi. Göz kapakları yavaşça düştü, dudakları arasından zorla bir kelime süzüldü: “Hayır... Şehit oldu. Ben daha çocuktum.” Masada bir sessizlik oluştu. Kahkahaların, fısıltıların yerini ağırlıklı bir sükût almıştı. Kimse bir şey diyemedi. Elif'de, ne söyleyeceğini bilemiyordu. “Başın sağ olsun” demek gelmişti içinden ama, yutkundu. Böyle durumlarda hep bu denirdi, Başın saolsun ve Vatan saolsun. Peki... Ama bir çocuğun yüreği bunu ne kadar anlayabilirdi? Tam o anda, çaprazda oturan, emekli asker ve güvenlik amiri olan Tolga Bey konuştu. Tok, güven veren sesiyle: “Baban seninle gurur duyardı,” dedi. Deniz, gözlerini ona çevirdi. Sözler öyle alışılmış bir başsağlığı gibi gelmemişti. İçinde başka bir ağırlık taşıyordu. Sanki yıllardır duyduğu onca teselli kelimesi arasında ilk defa bir cümle, tam yerine oturmuştu. Çünkü o, babasını kaybettiğinde duygularının ne olduğunu bile bilmiyordu. Çocuktu... Doğruyla yanlış arasındaki sınırlar bulanıktı. Ama şimdi, burada olmasının sebebini biraz daha net görüyordu. Babasını gururlandırmak istiyordu, evet. Yutkundu. Saçlarını geriye attı. Gözleri dolmuştu ama bakışları dimdikti. “Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?” diye sordu sessizce. Tolga Bey gülümsedi. Başını hafifçe sallayarak cevapladı: “Elbette. Bu proje, sınır hattımızı güçlendirecek. Ne yasadışı yollarla ülkeye sokulan silahlar ne de kaçak geçiş yapanlar artık bu topraklardan ellerini kollarını sallayarak geçemeyecek. Ama en önemlisi... Planladığınız bu yapı, büyük bir yeraltı sığınağı ve harekât üssü kapsıyor. Artık birçok askerimiz çok daha güvende olacak.” Bu sözler Deniz’in içine işledi. Çünkü biliyordu ki, kendi gibi şehit çocuklarının sayısı ne kadar azalırsa, o kadar huzurlu hissedecekti. Gülümsedi. Derin bir nefes aldı. “Teşekkür ederim, amirim,” dedi. Masadaki herkesin gözleri dolmuştu. Sessizlik yerini ağır bir duygu yoğunluğuna bırakmıştı. Deniz, yüzünü sildi. Ardından Elif’e döndü: “Hadi, biz kahveleri alalım.'' Sonra bakışlarını masada ki, ekip arkadaşlarına çevirdi. ''Lokumumuz da var... Hep birlikte içeriz,” dedi. Masadaki yüzlerde buruk ama içten bir gülümseme belirmişti. Herkes onaylama cümleleriyle cevapladı. ''olur'' ''tabi içeriz baş mühendisim'' ''Yemeğin üstüne çok iyi gider, müdürüm!'' Sanki o an, geçmişten gelen bir yük hafiflemişti. Ve Deniz, ekibiyle ilk duygusal anı'nı yaşamıştı... Ama bu anın tanığı, sadece masadakiler değildi. Yemekhanenin kapısının hemen dışında, duvara yaslanmış biri vardı. Fatih... Yaklaşık beş dakika önce sinirle çıkarken unuttuğu telefonunu almak için geri dönmüştü. Ama içeriye adım atmadan önce, Deniz’in sesi onu durdurmuştu: “Hayır… Şehit oldu. Ben çocukken.” O an sanki donup kalmıştı. Yutkundu, eli yavaşça göğsüne gitti. Kalbinin üzerinde birkaç kez bastırdı. Bir şey batıyor gibiydi… Ya da kanıyordu sanki. Bu kadın için anlamlandıramadığı bir duyguyla kalbi sıkışıyordu. Acı... Ve kendi kendine mırıldandı: “Ne oluyor bana böyle…”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD