Özür Mahiyetinde Çorba 😇

1896 Words
Melisa’nın anlatımıyla Hülagü dış kapıdan çıkarken, elime aldığım koltuğun kırlentini, ağzıma dayayıp, çığlık atmaya başladım. Neler söylemişti öyle bana? Off. Ben sadece bozulan moralimi düzeltmek için öyle şeyler demiştim. Yani benim verdiğim tepkiyi o verecek, bende buna gülecektim. Şimdi ise dumur olmuştum. Bu adam önceden böyle değildi, kesinlikle bir şeyler olmuştu buna. Ağzı bozulmuştu. O sessiz, sakin, fazla konuşmayan adam gitmiş, yerine bu gelmişti. Belki de hep böyleydi ama ben bilmiyordum, bu da olabilirdi. Kırlentle işimi bitirip, sakince yerine geri koydum. Çantamı elime alıp, telefonumu çıkardım. Kapanmıştı. Ağzıma gelen güzel ve yaratıcı küfürleri söylemeye başlarken, yerimden kalkıp, odama geçtim ve şarj aletimi alıp tekrar salona geldim. Telefonumu şarja taktıktan sonra birazcık durup, kendine gelmesini bekledim. Ardından hemen telefonumu açarak kardeşimin numarasını aradım. Bir kaç çalıştan sonra telefon meşgule atıldı. Bu; geliyorum beş dakikaya, yaklaştım oldum, anlamına geliyordu. Telefonu bırakıp, koltuğa geri oturdum. Başımı geriye yaslayıp, bir müddet gözlerimi kapattım. Gün gayet güzel geçip, yine aynı şekilde bitecek diye düşünürken, nasıl bu noktaya gelinmişti? Murat’ında bir suçu yokken, dayak yemişti. Tamamen Hülagü’nün yanlış anlamasından dolayıydı. Ben artık anlayamıyordum bu adamı. Hem bana çarşıda neler demişti, hem de gelmiş beni kıskanmıştı. Öküzdü işte, ö-küz. Anlamadan dinlemeden kafasında kurmuştu. Hayır yani ben öyle biri bile değildim. Adam sadece bana yardım etmiş, bir de bozuk olan moralimi düzeltmeye çalışmıştı. Beni düşüncelerimden koparan, kapının açılması oldu. Gözlerimi açarken, ayağa kalktım. Melih, salona yorgun argın girip, bana baktı. “Ne oldu Melih? Murat üsteğmen, iyi mi?” Başını olumlu anlamda sallarken, koltuğa oturdu. “İyi gibiydi. Burnu kırılmış işte. Lokal anesteziyle düzeltti burnunu, doktor. Sonra da alçıya aldı.” Anlamıştık zaten burnunun kırıldığını. Çok kötü kam akıyordu. “Ne oldu da, Hülagü komutanım kavga etti adamla?” Dişlerimi sıktım. Az önceki kalktığım yere otururken, bakışlarım yerde sabit kaldı. “Geldiğimiz zaman arabadan inerken, gün hakkında konuşuyorduk. Yanlış anlamış. Öfkeyle gelip, saldırdı adama. Ne olduğunu bile anlamadım. Üsteğmen de anlamadı büyük ihtimalle.” Kısa bir sessizlik oldu. “Sen bana şu olayları başından anlat, abla. Eve bir geliyorum, sen yoksun. Etrafa bakıyorum dışarı çıkıp, oralarda da yoksun. Sonra bir askere denk geliyorum, seni görüp görmediğini soruyorum, askeriye dışına çıkarken gördüm diyor. O tarafa giderken, komutanımla karşılaşıyorum, çarşıda tartıştığınızı ve gittiğini söylüyor. Arıyorum telefonun kapalı. Öldüm abla meraktan.” Telefonumu kontrol etmemiştim hiç, kapandığını burada farkediyordum. Yine de en başından anlatmak doğru olurdu. “Ben canım sıkılınca, çarşıya gidip gezeyim dedim. Karargahın dışına çıkınca, Hülagü denk geldi. Nereye gittiğimi sordu, çarşıya dedim. İyi beklemeye devam et dedi. O sırada Murat üsteğmen geldi. Beni bırakabileceğini söyledi. Kabul edip, binecekken Hülagü; ben teklif ettim, kabul etti. Sen gidebilirsin dedi. Neyse bindik biz bunun arabasına, çarşıya geldik. Dükkana girdiğimizde, peşimden bu da geldi. Birine hediye alacağını söyledi. Bende kim diye sordum, seni alakadar etmez dedi. Aklıma Canan geldi. Aralarında bir şey olup olmadığını sordum, beni ilgilendirmediğini, isterse olabileceğini söyledi. Beni severken, nasıl başkasıyla olabileceğini, nasıl dokunabileceğini sordum. Dört yıl seni beklemedim herhalde bir çok kişi oldu dedi. Sinirlenip gittim yanımdan. Peşimden gelip, kolumdan tuttu. Söyledim ona, Melih. Canan’ın beni manipüle ettiğini, aklıma girdiğini, beni bir şekilde ikna ettiğini söyledim. İnanmadı. Canan öyle bir değil dedi.” Hafiften dolan gözlerimi saklamak için, yüzüne bakamadım kardeşimin. “Sen de biliyorsun, bir kaç kere söylediği şeylere denk geldin. Yalan mı söylüyorum ben?” Oturduğu yerden yanıma doğru kaydığını hissettim. Tek kolunu belime sarıp, sarıldı. “Ah be abla, ben sana o zamanlarda dedim; fazla muhatap olma şu kızla, ne yapacağı belli olmayan insanlardan diye. Dinlemedin ki beni.” Başımı Melih’in göğüsüne yasladım. “İnsan en yakınlarına bile güvenemeyecek mi? Ama dediğin gibi hata bende. Her geldiğinde sorardı, aranız nasıl, ne konuşuyorsunuz, nasıl gidiyor. Anlatmazdım önceden ama, Melih ben Hülagü’nün beni sevdiğini düşünmedim, o zamanlarda pek. Bunu gösterecek bir şey yapmıyordu. Tamam bende sevmiyordum ama o istemeye gelmişti beni. Sevmiyorsa neden nişan yapmıştık? Bir süre sonra doldum taştım bende. Canan da bizde kalıyordu o sıralar, biliyorsun. Ağlamaya başlayınca yanıma geldi. O sırada, döküldüm bende. En büyük hatam da bu oldu ya, zaten.” Göz yaşlarım yavaştan akıyordu artık. Melih’in belimde olan eli, omzuma doğru çıktı ve sıvazlamaya başladı. “Bana anlatsaydın ben derdim sana; adam bize geldiği zaman ya da dışarı çıktığımızda falan, senden başkasını izlemiyor, gözü hep sende diye. Sadece gösteremiyordu.” Elimle gözlerimdeki yaşları sildim. “Bana; yine koşup başkalarının kollarında mı aradın çareyi dedi. İma ettiği şeyle çok utandım, Melih. Ben öyle bir insan mıyım? Biliyorum bunu, ondan ayrıldıktan sonra fazla bir vakit geçmeden, o aşağılıkla evlenmemden dolayı söyledi ama çok kırıldım Melih. Kalbîm parçalandı.” “Bu sefer ayıp etmiş, komutanım. Sen öyle bir değilsin abla. Sinirinden demiştir.” “O sinir konusuna hiç girme zaten, çarşıda bana dedikleri aklıma geliyor. Delirecek gibi oluyorum.” “Ne dedi ki?” “Canan’a çıkma teklifi edeceğini söyledi, beni ağlattı. Şimdi de gelmiş beni, Murat üsteğmenden kıskanıyor. Gerçi sinirlenip, kavga etmesinin başka bir açıklaması olamaz değil mi?” “Abla, komutanım hep seni sevdi bence. Yani ben buraya geleli, iki yıl oldu ve yanında hiç kadın falan görmedim. Canan hariç. Onunla da denk geldikleri zaman konuşuyorlardı. Özellikle bir yerlere gittiklerini görmedim.” “Geçen Canan’ın yanına gittiğimizde, Hülagü gelecek demişti. Birbirlerinin evlerine gidiyorlar mı?” “Yok ya. Komutanım fazla misafirliğe gitmeyi sevmez. Ya da evine misafir gelmesini. Yalan söylemiş sana.” “Hiç gitmedi mi yani, Hülagü onun yanına? Ya da evine çağırmadı mı?” “Abla ben nereden bileyim? Yedi yirmi dört adamın yanında değilim ki. Hem sen bunu bırak da, komutanım, ben yanınıza vardığımda kucak falan diyordu. Ne alaka?” Yaralı ayağımı kaldırıp, sehpanın üzerine koydum. “Ben Hülagü’nün yanından ayrıldıktan sonra, hızlı hızlı yürümüşüm. Kendime geldiğimde şehir dışında falan bir yerdeydim galiba. Tek tük evler vardı. Bende geriye dönüp, geldiğim yere gideyim dedim. O sırada ayakkabımın ipleri koptu. Bir ayağımda ayakkabı bir ayağım çıplak o şekilde yürüdüm. Tesadüf bu ya Murat üsteğmenle karşılaştık. Ayakkabı alıp, buraya getirmeyi teklif etti e bende doğal olarak hemen kabul ettim. Arabaya ilerlerken de ayağıma cam battı. Sağolsun pansuman yaptı.” Kafasını geriye çekip, diğer eliyle hafiften ayağımın üzerine dokundu. “Çok kötüyse hastaneye gidelim. Acıyor mu canın?” Başımı iki yanıma salladım. “Yok ya, küçük bir parçaydı sadece biraz derine batmıştı işte. Canım da acımıyor.” “Abla ben sana bir şey soracağım.” “Sor bekliyorum, gönder gelsin.” “Sen bu Serkan itiyle neden evlendin? Hayır yani, annemle babamada da evlenmeyi düşünmüyorum o yüzden Hülagü’den ayrıldım dedin. Aradan fazla zaman geçmeden, Serkan’ı getirdin, evleneceğim diye. Öyle çok aşık gibi de değildin.” “Bunu konuşmak istemiyorum!” “Canan biliyor gibiydi, biliyor mu neden evlendiğini?” “Melih, karıştırma oraları, kardeşim. Ben çok yoruldum. Yatmaya gidiyorum.” “Neden kaçıyorsun ki, şimdi?” “Kaçmıyorum, kardeşim. Uykum var sadece. Başka bir güne atıyorum bu konuşmayı. Hazır değilim demek ki, anlayışlı ol biraz.” “Peki, nasıl diyorsan öyle olsun. Ama bir şeyler var değil mi? Kimsenin bilmediği.” Cevap vermek yerine başımı salladım. İçimden bu konunun bir daha açılmaması için dualar ederek, yatak odama doğru yürüdüm. Ama bunu daha fazla erteleyemezdim. Melih kesinlikle yeniden üzerime gelecekti. Ertesi gün, uyandığımda saat bir hayli, geçmişti. Uyuyakalmıştım. Odamdan çıkıp, salona geçtim. Telefonumu elime alıp, Murat üsteğmenin dün aldığım numarasını aradım. Aslında akşam aramam gerekiyordu ama aklımdan çıkmıştı tamamen. İki çalıştan sonra telefon açıldı ve onun, hafif hırıltılı sesini duydum. ‘Alo.’ Nefes aldım. ‘Benim, Melisa. İyi misin?’ Hışırtı sesi duydum. Sanırım yatıyordu. ‘Dün aramanızı bekledim, Melisa hanım. Biraz geç olmadı mı?’ Mahçubiyetle başımı eğdim. ‘Özür dilerim. Telefonun şarjı bitmiş, onu şarj ederken de uyuyakalmışım.’ Kısık sesle güldü. ‘Şaka yapıyorum merak etme. Yalnız eski nişanlının eli ağırmış. Askerler aralarında konuşurken duymuştum ama şimdi kendi üzerimde denenince, hak verdim dediklerine.’ Ne diyeceğimi bilemedim. Öylece sustum. En sonunda doğru kelimeleri bir araya getirebildim. ‘Ben özür dilerim. Tamamen benim yüzümden oldu.’ Derin bir nefes aldı. ‘Senin yüzünden değildi. Seni halen sevdiği için kıskandı sadece. Duygularıyla hareket etti.’ Kaşlarım çatıldı. O bile anlamıştı. ‘Yapabileceğim bir şey var mı?’ Kısa bir sessizlik oldu. Sonrasında yavaş yavaş konuştu. ‘Yemek yapabileceğimi sanmıyorum. Şöyle güzel bir çorbaya hayır demem aslında.’ Dedikleriyle güldüm. Çorba istiyordu demek. ‘Ben yapar getiririm sana. Özellikle istediğin bir çorba var mı?’ Düşünme aşamasına geçti galiba. ‘Aslında Ezo geline hayır demem.’ Başımı salladım. ‘Bir saate yapıp getiriyorum. Lojmanının numarası ne?’, ‘22.’ Kafamda yerini hesaplamaya çalıştım. Pek beceremedim. ‘Tamam ben geldiğimde haber veririm.’ Onaylayan bir kaç şey söyleyip, telefonu kapattı. Mutfağa geçip, siparişini aldığım çorbayı yapmaya başladım. Yemek yapmayı sevmesem de annem sağolsun hepsini öğretmişti. Elim de lezzetli sayılırdı. Bütün malzemeleri ekleyince ara ara karıştırarak pişmesini beklemeye başladım. Sonlara doğru altını biraz açıp, iki üç dakika karıştırmadan kaynattım. Altını kapatırken, bir yemek kaşığı alıp, tadına baktım. Güzel olmuştu he. Daha küçük bir tencereye biraz bölüp, tezgahın üzerine bıraktım. Odama geçip, üzerimi giyindim. Beyaz bir tişört ve klasik mavi kot pantolon giymiştim. Saçlarımı da sıkı bir at kuyruğu yaptım. Makyaj yapsam olurdu aslında, göz altlarım felaket görünüyordu ama uğraşmak istemedim. Tezgahtaki tencereyi alıp, spor ayakkabılarımı da giyerek evden çıktım. Komutanların kaldığı lojmanların oraya doğru yürürken, bir yandan da Melih’e mesaj atıyordum, Murat üsteğmene çorba götürüyorum diye. Şimdi durduk yere eve geleceği tutar beni de göremezse, dünkü gibi karışırdı ortalık. Yürümeye devam ederken, telefonla işim bitince arka cebime yerleştirdim. Bakışlarım Hülagü’nün balkonuna kayarken, geçen saksıda gördüğüm çiçekler halen yerli yerindeydi. Dudaklarımda bir gülümseme peyda olurken, gözlerim kapı numarasına değdi. Yirmi bir yazıyordu. Şaka mıydı bu? Allah aşkına kaderim bir kere gülemez miydi, bana? Yine de umutla gözlerimi kapatıp açtım, numara değişmedi. Şu anda askerlerin başında olmalıydı. Bir daha onun evinden tarafa bakmadan, yan evin kapısına vardım. Bir kaç kere kapıya vurup, geri çekildim. Fazla zaman geçmeden kapı açıldı. Murat üsteğmen yüzünün ortasında, kocaman bir alçı olsa da gülümseyerek bana bakıyordu. Utanarak başımı eğdim. Benim yüzümden bu haldeydi, birnevi. “Senin yüzünden değildi, asma suratını.” “Benim yüzümdendi. Ne kadar değil desende öyleydi.” “E çorba yaptın ödeştik, o zaman. Valla mis gibi de koktu he. Gelde beraber içelim.” Yani şimdi bu reddetmem gereken bir şeydi ama ben akıllı suçumu bastırabilmek için kabul ettim. Kapıdan içeri girdiğimizde, salon karşıladı beni. Gayet derli topluydu ortalık, sadece salonda uyuduğunu belli eden koltuk vardı, dağınık olarak. “Ver ben alayım o tencereyi.” Elimdeki tencereye doğru uzanırken, bende ona doğru uzattım elimi. “Sımsıcak he. Katıp getireyim, kaselere.” Bir şey dememe fırsat vermeden mutfağa gitti. Fazla durmasam iyi olurdu. Bende bu şans varken, Hülagü buraya gelir, yine her şeyi de yanlış anlardı. Az sonra Murat üsteğmen elinde iki kase çorbayla geldi. Ortadaki sehpanın üzerine bıraktı. Kaşıklar kasenin içindeydi. Eline hemen kaşığını alıp, çorbadan doldurdu ve ağzına götürdü. Tepkilerine bakıyordum, merakla. Bir iki ağzında döndürdü, yavaş yavaş yutkunurken, başını da sallıyordu. En sonunda ağzındaki lokmayı yuttu. “Melisa, aşçı olmayı hiç düşündün mü? Çünkü bu harika. Yediğim en güzel çorba. Annemin yaptığı gibi aynı.” Tebessüm edip, elime kaşığımı aldım bende yemeye başladım. Kaşığın ucuyla tadına bakmıştım, yaptıktan sonra ama şimdi tam yiyince, gerçekten güzel olmuştu. Sessizce yemek yerken, bu garip ama huzurlu anı bozacak bir durum oldu. Kapı şiddetle vuruldu. Şaşıramıyordum bile artık. Kesinlikle Hülagü gelmiş olmalıydı. Ayağa kalkıp, kapıyı açtım. Bir adet burnundan soluyan, öküzle karşı karşıyaydım. Gözlerimi Hülagü’nün gözlerinden çekip, etrafı taradım. Az ileride bir ağacın gövdesine yaslanmış, gülerek buraya bakan, Canan’ı gördüm. Hülagü’nün neden sinirli olduğu belliydi. Canan yine bir şeyler yumurtlamış olmalıydı. Sinirimi bozan da bana sen layığını bulacaksın bakışlarıydı. Gözlerimi ondan çekip, önümdeki adama baktım. Yine bir tartışma çıkacak gibiydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD